Kedili Mutfaklar

Salı, Ekim 30, 2007

187. sayfa




İlk okuma yılım 1968. Sonra ara sıra göz atmalarım, doyamayıp başucumda tutma hallerim var. Şimdi yine elimde ve baştan sona okunmaktaaa, okunmakta.
Tıklayın, büyütün.
Bu sayfa http://www.bizimkuzine.blogspot.com/ 'dan gelen talep üzerine gelmiştir karşınıza.
Belki de tam yerine rastgelmiştir!
Teşekkür ederim Kuzen.

Pazar, Ekim 28, 2007

Pandispanya

Ablam Hülya dalmış mutfağa, onu ayır bunu at hallerine geçmiş. Bu ara neden atılacağını bilemediğim iki kavanoz kepek unu çıkıyor ortaya. Üstelik buzdolabında saklanmış özene bezene. "O kavanozlar bana düşer," dedim; "haliyle evde mebzûl unum var, daaa bunların da atılacak halleri yok."

Unlu mamûller imalâtı pek adetim değildir. Birini yaparken gördüğümde pek heveslenirim, sonrası gelmez. Annem Selma'ya son uğrayışımda, bakıyorum o da mutfakta. (Anlaşıldığı üzere ailece mutfaktayız.) Komşuda mevlût varmış, alelacele bir pandispanya yapıveriyormuş.

Eve geldiğimde kepek unu ve kahverengi şekere çevirdim annemin malzemelerini. Tarif uygulayıcı olmadığımdan kafam yine buzdolabının içine uzandı şöyle bir. Oh ne alâ ne alâ, votkalı meyvelerim, votkalı meyvelerimden soslarım, meyve şuruplarım... Biliyorsunuz bu evde votka şişede durduğu gibi durmaz, meyvelere karışır. İçki kısmını süzdükten sonra elde kalan meyveler ise atılmaz; biraz şekerle kaynatılıp sos olur, meyve salatalarına doğranır, kürdana saplayıp votka kadehlerinin içine bırakılır...

Pandispanya hamurumun içine ufalanmış votkalı meyveleri koyup pişirdim. Fazla kabarmadı ama değme pastalara değişmeyeceğim bir tat çıktı ortaya. Yine votkalardan çıkan kırmızı meyvelerden yaptığım sos çok yakıştı üzerine. Daha da ileri gidip pandispanyayı kırmızı meyve şurubumla ıslatabilir, bembeyaz kremayla görüntüye ışık katabilirdim.

Durdum yapmadım. Üç beş şamfıstık ezmesiyle idare ettim.

Bu bir kıssadan hissedir.

Malzemenin yarısından fazlası çoğumuzun hoooop diye çöpe gönderdikleridir.




Çarşamba, Ekim 24, 2007

Tarhananın yediği naneye bak...

Tarhanayı bol bulunca çeşitlemeler fikri doğdu tabii. İç iç çorbasını iç, çorbayı ne kadar değişik lezzetlere boğsam, "Ooof yine mi," dedirttirir adama çünkü. Çorbalarımı koyu koyu sevdiğimi her fırsatta beyan eden ben, şimdi de içmek yerine yenen bir tarhana olsun bakalım, dedim. Tarhana raydan çıksın.

Beş kaşık tepeleme tarhana ılık suda ıslatılıp bırakıldı bir süre. Tahta kaşıkla eze çevire karıştırıldı arada. Çok az su katarak, demek oluyor ki çok koyu bir kıvamda sürekli karıştırarak pişirildi.
Pişmek kelimesi hiç çorbaya göre değildir zaten. Çorba yapılır, pişirilmez. İstanbul ağzı mı öyledir yoksa Türkçemizde ağıza öyle mi denk düşer artık bilemem ama çorba pişmez yapılır, yenmez içilir. Böylece bir kısa notu da belirtmeden geçmedikten sonra, 350 gram süzme yoğurt katılacak içine. Çırpma teli ile har har har karıştıracaksınız. Pul biber ve bol taze nane yaprağı ile bir taşım daha kaynatıp, sızma ekleyin son son.

Sonuçta sıcak sıcak, yoğun, kaşıkta dik duran bir tarhana yemeği oldu.
Tepesinde de ekmek kıtırcıkları, daha da nane, daha da biber...

Bir çanak, iki çanak derken fevkalade doyuldu, başka yemeğe yer bırakmadı, üstelik arttı da.

Bir gün sonra eve akşam saatlerinde dönüp akşam yemeğine de meze sever misafirim olunca, aynı tarhananın başına başka bir iş geldi. Bir küçük komposto kasesi dolusu yoğurtlu tarhanaya iki üç kaşık yeşil zeytin ezmesi ekledim. Yazdan közlenmiş iki patlıcanımı tabağa çukur döşeyip ortasına yoğurtlu tarhanamı doldurdum. Yine bol sızma gezdirildi üzerine, siyah zeytinlerle süslendi. Ancak sonradan, "Tüh tüh," dendi, "neden yeşil zeytinle süslenmedi ki?" İçindeki ezmeye uyum açısından hani...

Rakı şaşırdı kaldı, bu tarhana nasıl böyle raydan çıktı diye...

Oya'dan...

Cumartesi, Ekim 20, 2007

Börek yapsana börek...

Börek yap, böreğe pek benzemesin ama! Pizza gibi olsun, daaa yumuşacık olsun. Sucuklu mucuklu şöyle, türkiş lezzet hani pizza dedikse de...

Günlerden bir tatil gününde bir acıkma saati sahnesi. Sahnede Oya kendi kendine konuşuyor. Akabinde mutfağa sıçrayıp, olmasını dilediği sıçramaksa da aslında mutfağa doğru seyirtip, kafayı buzdolabına sokuyor.

Kafa buzdolabının içine tek hamlede girmiş ve şöyle çalışıyor, aynen böyle:

İki yufka, her halükâra karşı dünden alındıydı...
200 ml krema, kutusunda, sağda rafta duruyor...
Parmak sucuk acılı, üstünde mangal usulü yazıyor ama olsun, sonu fırın olacak çaresiz...
Yarım litre yağsız süt, kremanın yağı yeter...
Üç yumurta...
Tadına yandığımın parmesanı...
Domates biiiir...
Kekik boooool...
Dilimlenmiş zeytin.

Başkaca sizin dolabınızda ne var ne yoksa. Mesela bizde olmayan sivri biber.

Yufkalar üst üste içiçe iyice katlanmış, el kadar sarılmış mahallemiz yufkacısı tarafından. O haliyle, nazik nazik ince ince şeritler halinde kesiliyor. Neyin içinde fırına girecekse oraya yayılıyor. Krema, süt ve yumurtalar yufka ile iyice karıştırılıyor.

Domatesin çekirdeklerini çıkarıp küçük parçalar halinde, sucuklar da incecik dilimlenerek yerleşiyor bu karışımın üzerine. Parmesan fasulye soyacağı ile tırtıklanıp koyuluyor. Burası işin Kimsecik'imi en ilgilendiren kısmı. O da ilgileniyor sağolsun.

Bol kekik ve dilimli yeşil zeytinler eğer keyfinize göreyse sizlere de tavsiye ediliyor. Üzerine biraz da sızma fısfıslanıyoooor.

Fırın 200’de boş ısıtılıp, dolunca 175’de tutuluyor, taa ki böreğe benzemeyen börek kızarana kadar. Yufka olduğu belli belirsiz, kremanın zarif ve latif lezzet katkısıyla yumuşacık bir hamur ve de malûm üzeri..., enfes oldu.

Karın doydu.

Kafa çalışacak başka bir mevzu arıyor.

Çarşamba, Ekim 17, 2007

Laf lafı açar...

Halsizdim biraz. Neyse ki uzun sürmedi. Şöyle başladı. Annoya sabah kalktığında yerlerde minik minik çiş noktacıklarımı gördü. Ben de zaten sabah oyunlarımızı filan oynamadım hiç, yattım öylece. Acaba altıma mı kaçıracakmışım artık hep, diye çok üzüldü Annoya'm. Bunlar arife günü oldu. Doktorum İlhan Abi'mi de bulamadık Animalia'da. Sonra düzeliverdim, bir daha da yapmadım yerlere merlere. Sanırım hayatımda yeni bir devre açılıyor, ihtiyarlık diyorlarmış. "Korkma," dedi Annoya'm; boynuma sarılıp öptü kokladı, "korkma sakın, aynı sandaldayız!"

Bunlar Sap ve Saman, bir kardeşleri daha var gri beyaz, o da Cambaz. Tarafımızdan büyütüldüler. Görmeyin o kuyruklar filan pudra pomponu gibi, sallan yuvarlan dolaşıyorlar ortalıkta. Annoya'mın sesi, evin açılan kapısı, arabasının yanaşması, hepsini de biliyor açıkgözler. Açık büfe yapıyoruz onlara, mahalle arkadaşlarını da istedikleri gibi davet edip doyurabiliyorlar.

Limon suyuyla yaptı Annoya'mız pancar turşusunu. Kabuklarını soyup, saplarının da azıcık kılçıklarını ayıklayıp tuzlu suda haşladı. Varsa eğer yapraklarını da atmaz haşlarız biz. Sonra da aynı suyun içine limon suyu ve patlatılmış sarmısak dişlerini koyduk, soğuyunca doğru dolaba. Bizde bütün kış yapılır, hiç salata olmadığında mesela, ekşisiyle salatanın yerini tutar. Anneanne/Nine Selma'mız sirkeyle yapar. Önce haşlayıp kabuklarını sonradan soyar. Ha Ali Veli, ha Veli Ali diyeceksiniz ama değil, o güzeli haşlama suyu atılıp gidiyor kabuklarıyla haşlanınca.

Evde tatlı yokmuş, ne beis. Fıstıklı mıstıklı bir minicik kekimiz vardı, üzerine Annoya'nın erik sosundan koyduk bol bol ve de nane süsleriyle ikram ettik yemek üstüne. Annoya bu sos yapma işini çok sever, ekşi/tatlı/acılı sosları her damak zevkine uyar maşallah. Altında bir Şile bezi örtü var ya, onun da kırk seneden hayli fazlası varmış.

Arkadaşımız Kargo gelmişti. Annoya'm birlikte resmimizi çekmek istedi. Vıııınnn uçtuuuu. Ben böylece bakakaldım arkasından. Annoya'm Kargo'yu eğitmek için artık kabuklu vermeye başladı cevizleri. O da taa tepeden atıp kırmayı ve yemeyi öğrendi maşallah.

Derken ceviz ağaçlarının ceviz mevsimi de geldi bildiğiniz gibi. Karşı bahçenin ağacı cevizlendi ki bütün mahalle kargalarını doyurur, o kadar çok cevizlendi yani. Bir de ne görelim, bizim Kargo al sen cevizi ağaçtan, ayıkla yeşil kabuğunu..., pattadanak at caddeye, kırılsın, otur ye! Nerde yahu bu kargalara salak diyen tilki? Bakın işte öksüz karga bile zırt diye kapıverdi olayı.

Buzdolabımızın üstüne ne de şeker şeyler yapıştırıyor şu Annoya'mız. Küçük domuza üzerlik otlarını bağladı mesela, nazar otu da deriz biz bu ota. Ooooh artık ne domuza nazar değecek ne de biz ev halkına. Kuzumuza da gül dolu sepet almış, o daha çok nazlı ot yiyemez diye mi düşündü nedir?

Bu da dolabımızın yan cepheden görünen hali. Adam kılıklı magnetler Ikea'dan alınmış. Bir adam kalemleri yükleniyor, öbür adamın ayağına da kafa notlarını sokuşturuyor Annoya. Biraz bunuyor ya, her tarafımızı notlar aldı gidiyor. Mesela on dakikadır, "Magnet neydi yaww?", diye bize soruyor. Biz mık mık mık gülünce de, "Mıknatıs işte," diyor, "aaaaferinn sizeee." Bu kadın komik vallahi.

Adı Beşiktaş. İkizdiler, kardeşinin adı Çarşı'ydı. Çarşı öldü. Üzüntümüz günlerce tavan yaptı ama hayat bu, öyle böyle sürüyor işte. Önce arka bahçe kedimiz olan Beşiktaş, ikizinin ölümünden sonra kendini ön tarafa attı. Şimdi Sap, Saman ve Cambaz ile birlikte geçinip gidiyorlar. Bayram hediyesi olarak bizim sokak tarafındakilere Zbıdı katıldı. Zbıdı en küçük şimdilik, kapkara ve çok hareketli. Henüz kameralara alışmadığı için fotoğrafını yayınlayamıyoruz.

Harç bitti, yapı paydos.




Pazar, Ekim 14, 2007

Osso buco, tercümesi delikli kemik

Bu yemek aslı esasında bir Piatto Lombardino. Lombardia, İtalya’da bir bölge. İçinde başta Milano’su, Bergamo’su, Como’su; kocaman gölleri, Po’su olan yer.

Delikli kemiğin onlarca pişme şekli arasında, en güzel yapıldığı yer bence Milano. Fazla abartmadan, daha bana yakın bir tarz. Yine de uzun iştir, pişmesiyle sofraya çıkması neredeyse yayılır gün içine. Şimdi pişirmeye başlayacağımız yemek, Ossibuchi alla Milanese desem de adına, bir hayli kıvırtarak başıma buyruk davranacağım bir lezzet olacak doğal olarak.


Delikli kemik alınıyor. Ben üç tane aldım, üç büyük. Osso buco tabirini mahalle kasapları bilmese de, uyanık marketçiler çoktan öğrendi. Olmadı baş ve işaret parmaklarınızla yaptığınız delik işaretini kasabın gözüne soka soka anlatıyorsunuz. Yalnıııız amman dikkat, cinsel problemlerini çözememiş bir kasapla karşılaşmak hayatınıza malolabilir.

Yüksek kenarlı tenceremsi bir tavaya dibini örtecek kadar sızma, gözümüzü fazla karartmadan da tereyağı koyup kızdırdık. Etleri yıkayıp kurularım ben, siz de yaptınızsa kızmış yağın içine alıp çift taraflı iyice kızartıyoruz. Bu arada midollo der İtalyanlar, ki ilik demek olur, işte o ilik kemikten ayrılır. Daha sonra da etin kemikten ayrılmasına şahit olacağız, azzzz sonraaaa...


Şimdi, etleri kızardıkları tencereden alıp, pişecekleri tencereye koyalım. İlikleri de kemiklerin içinden çıkartarak kızartma tenceresinde bırakalım. San Dalfour reçellerinin kaşıkları burada, ilik temizleme işinde çok faydalıdır.


İki dal taze kekik, iki dal biberiye, iki defne yaprağı, sekiz~on maydanoz yaprağı; hepsini pişirme kağıdına bohçalayıp etlerin yanına sıkıştırdık. Bir kırmızı soğanı yemeklik doğradık tencereye. Azaldıkça sıcak su ilave ederek et kemikten ayrılana kadar piştiler. Pişmeye çok yaklaştığında da deniz tuzu, taze çekilmiş karabiber ilave edilecek.


Kemikleri ayırdık, çıkardık artık tencereden. Ot bohçasını da. Bırakalım biraz daha pişsin şimdi etler, dağılmaya iyice yüz tutsun.


Hanimiş bakalım bizim ilk tenceremiz? İçinde o güzelim kızartma yağında yatan ilikleri barındıran tenceremiz neredeymiş bakalım?

İşte geldi burada, yine çıktı ocağa. Açtık altını. İki diş çentilmiş sarmısağı, bir çay kaşığı ince rendelenmiş limon kabuğu* ile döndürün hafif ateşte. Bir kaşık un katın çevirmeye devam... Etin suyundan katın şimdi yavaş yavaş..., koyulaşsın..., sos olsun.

Bitmedi. Sos ve et tencerelerini birleştiriyoruz, birbilerine intibak süreci olarak az daha pişiyor.

Ben bittim.

Sizler osso buco yemenin muhteşem bir şeklini öğrendiniz ama.

Osso buco’nun, osso buco olmaktan çıktığı halini.

Osso buco adabı, risotto yanında veya sarmısaklı patates püresiyle yenmesini iktiza eder.

Önemli not: Başka cins etten yapılmaz, burada başrol oynayan delikli kemiğin iliğidir.



* Limon kabuğu yerine dört yazı aşağıdaki limon turşumdan bir parça kullandım. Turşunun durumuna gelince; bu sabah limonları yıkayıp temiz bir kavanoza geçirdim. Dışarıda durduğu için kapağa yakın yerler beyazlanmıştı biraz. Suyunu da tel süzgeçten geçirerek yeni kavanoza aldım. Yeniden bir limon ve laf olsun diye bir de mandalina suyu sıktım içine. Artık buzdolabında duruyor.

Perşembe, Ekim 11, 2007

Bayramlık havam



Ütüsü çok zor. Evde kola da yok. Fısfıs ütü kolalarından hani, kalmamış. Beceremedim velhasıl şöööyle jilet gibi bayramlık bir örtü çekip çıkarmayı ortaya.

Üstelik ne bayramı?

Örtü dediğim Annem Selma’nın çeyizinden bir yorgan çarşafı. Allah allah dedirtir insana, ne gerek yani bunca emeğin altında yatmaya?

Mehmetçiklerim ya Mehmetçiklerim, neden yattınız erkenden toprağın altına?

Öyleymiş demek ki adet o zaman. O zaman bu zaman yetmiş yıl nereden bakarsan bak. Anneannem Yıldız Hanım’ın, ya da doğrusuyla Madam Estreya’nın elleriyle işlediği çeyizlerden bunlar. Kolay değil üç kızı gelin, bir oğlanı da damat etmiş kadıncağız. Hepsine de işlemiş, neler neler. Yetmedi sonra torunlar girdi sıraya. Bizler, yedi tane torun, her birimize ikişer yatak, ikişer de sofra takımı nakşetti o güzelim öpülesi elleriyle. Hepsi beyaz iş, hepsi keten üstüne. Az biraz hafiflemiş desenler bizim zamanımızda, zaman öyle öyle değişti yani. Şimdi gelmişiz günümüze, ütüsüz de olsa farketmeyen patiska çarşaflarda sabahlıyoruz. Deli olmalı deli bu bembeyaz ketenleri serip üstünde gecelemek için; ya da hane yardım zevatı en az beş kişi.

Fatih Terim milli maçları alırsak eğer, kefen bezlerine sarılmış yatan şehitlerimizin ailelerine yardım edecekmiş. Maçlara da siyah forma ile çıkılması teklif edilmiş.
Dökün, ne idüğü belirsiz bir referanduma dökün paraları; bırakın meşin topun insafına kalsın şehit aileleri.

İşte neyse, idare edelim az buruşuk örtüyle az şekerli kutlamayı. Bayramlık sürdüğüm krem de suratımı etkilemedi pek zaten, ona da bozuldum bir yandan. Ağzımın kenarlarında bıyık gibi üçer çizgi nereden çıktı? Gözlerimde de ilave kapaklar mı hasıl oluyor, yetmedi mi kendi kapakları nedir?

Boooşveer, bunlar dünya hali...

Şeker bayramı kutlaması böyle. Şekerlerim de şeker değil zaten. Cam. Biraz, “Boğazımızda kalsın yediğimiz şekerler,” demek istiyorum, “kessin, kanatsın,” anladınız.
Bu da benden bayram havası.
Evet, ütü kolası alınacak.

Pazar, Ekim 07, 2007

Tahinli çamfıstığında çiçek

Kırmızı beyaz ve yeşil aynı tencereye... İki parmak su ve tuz kat, sıkıca kapat ağzını, bırak buharda yumuşasınlar.

Kışa giriliyor artık, ne karnabahar kurtulur elimden ne brokoli, yerim de yerim. Koy taze soğan maydanoz sızma ve bol limonu henüz haşlanmışlarının, sıcacıklarının üstüne, bayılırım. Sarmısaklı yoğurtla yanında yatarım. Fırında beşamelli yapsam, kışın tadına varırım. Taratorlusuna çok fena olurum. Çorbalarına hele, ne katacağımı şaşırırım.

En çok nesini nelisini severimin tek cevabı var, kıymalısını sevmem. O kadar!



Oldu bile bunlar, onbeş dakikada yumuşadılar. Kocaman kırmızı çarlinin kabuklarını soyup çekirdeklerini çıkardım. Bir avuç çam fıstığı ile iki diş sarmısak ezdim benim emektar mezzaluna* ile, bir bardak tahinle karıştırdım. Niyetim belli oldu bu merhalede. Fırına girecek.

Tahinli karışımı döktüm üzerine, girdi fırına nitekim.

Çıktığında yenecek tabii.

Yendi, ooooh çiçek çiçeeeek.

Karnabaharlı yemeklerim arasına katıldığına memnun olundu.



* yarım ay şeklinde bıçak

Salı, Ekim 02, 2007

Bahçeden gelmiş bir halim mi var?

Arkadaşım, "Bahçeye geeeel baaahçeye," diye çağırırsa ben yerimde nasıl duracağım? "Hünnaplar oldu," der, "salatalıklar neredeyse bitecek," der, "siparişlerin seni özledi saksılara sığamıyorlar," derse...
Der der, Mine'si bu. Bahçe onun, el ne karışır? El, kalkar gider tabii.

Bu salatalıkların şekilleri yok. Şekilsizler yani. Yani hani alıştık satınaldığımız her yiyeceğin Avrupa'ya uyum şekline, tek tip, tek beden, tek model olmasına ya. Bunlar turkishi! Uzun, kısa, yuvarlak veya yassı; kıvrık, düz, kalın veya ince... Dikenli üstelik. İnsanı, Euro'dan silinen Türkiye haritasına şükrettiriyorlar durup durup. Beş yıl önce, "En geç on yıl içinde AB'ndeyiz," diyen tanışım Soros birader ve hemşirelere de, "Ye beni," diyor sanki mübarekler.

Bahçede öyle bir salatalık yedik ki tuza bandırmaca, bir de soruyoruz birbirimize, "Bu kadar salatalık yemenin mideye zararı var mıdır acaba?" diye.

Orada bitiremediklerimi alıp eve getirdim. Çıtır ve sulu salatalıklardan bir küçük tarif çıkarmalı, rakı yanında ağız sulandırmalıyım. Malûm, rakı uzun yıllardır aperatif yerine de içiliyor. Fi tarihlerde meyhaneler dışında ayıptı öyle ulu orta rakı içmek. Büyük otellerimizin, ki o zaman Hilton ve Divandılar, barlarında rakı servisi yoktu. Kulis'in toprağı bol yatsın Jorj'u da vermezdi rakı. Artık masal olan Park Otel ve yaşayan efsane Pera Palas da öyle... Viski içilir, cin tonik içilir, haydi yemek üzeri bara geçildi diyelim konyak alınırdı.

Benim dolara birebir el sürmem uzun yıllar almış olsa da, Cumhuriyet tarihinin ilk devalüasyonu ardından 2.80 liraya tekâbülü ile İngilizce kitap alışlarımı unutmam tabii. Koleje başladığım yıllar, İngilizce kitap düşkünlüğüm hâd safhada. 1960 yılında 4.73, 1961 yılında 9.04, 1964'de 9.08, 1970'de 10.92 derken, viski bardağı tutmaya alışmış ellere/entellere arka arkaya indi darbeler. Viski fiyatı katlandıkça katlandı. Haydaaa barlarda eksilen müşteriye, gelen müdavimlerin de kadehleri sayarak tüketimine karşı, rakının aperatif olma modası çıkageldi.

Yanında salatalık ikramı eksik edilmez oldu bu durumda. İşte o ikram bu olsun. İkiye bölünen salatalıkların çekirdek yatakları oyulsun. İçine dereotu yayılsın, üstüne süzme yoğurt yerleştirilsin ve sarmısaklı biber çekilsin. Beyaz peynirle de yapılsın yoğurt yerine tabii, fesleğenle veya dereotu olmazsa, olmaz mı?

Bu güzellik Oya, lagerstromia indica, adaşım ağacım. Artık cumbamın üzerinde yaşayacak. Son yıllarda belediyelere pek sevdirdi kendini ve saray bahçelerinden sokaklara düştü zavallı oya. Olsun, gözler güzel görsün.

Hünnap/çiğde reçeli yapmayı düşünmedim değil ama pazar yerlerinde tesadüfen rastlanan bu enfes sonbahar lezzetini pişirmeye kıyamadım. Doya doya yemeli en iyisi hazır dalından toplanmışını bulmuşken. Tadı sanki Medine hurmasından da güzel.

Elmalar bizim bahçenin. Daha çok var ağaçta. Her sene yaptığım gibi değişik elmalı reçeller yaparım bu yıl yine.

Bu da mine ağacı, lippia citriodora. Üzerindeki incecik koncalı saplar mineli mineli çiçekleniyor. Limoni lezzette yapraklarını dondurucuda saklıyorum ve özellikle balıklarda çok kullanıyorum.

http://www.ekoses.com/ekolojikyasamportali/bpg/publication_view.asp?iabspos=1&vjob=vdocid,146494

Upuzun lif kabaklarını Mine yaptığı lifli sabunlarda kullanıyor. http://www.mineflora.com/ 'da satılıyor. Hani sabunlanmak için satılan lifler var, onlar meğer kabakmış, öğrenmiş oldum! Bu arada öğrenmiş olduğum ikinci şey kabak dallarının çok sağlam olduğu. Bu fotoğraftaki dal bir kabak ailesini taşıyor.

İki minik çam geldi benimle eve. Onlar da çıktılar cumba üstüne, büyüyecekler inşallah. Kendime bir mini orman yaratmaya çalışıyorum. Şimdilik meşe palamudu, çınar, defne, pavlonya*, çam&çam, oya, incir, ıhlamur, at kestanesi ve bilmem daha neyim olacak ama işte onlar, hepsi benim pencere önü ormanımda bilfiil veya hayalimde mevcut?

Bu harekât neden başladı derseniz eğer, durduk yerde bir saksımda biten çınarla başladı. Hattâ gözlerime inanamamıştım da, o günlerde bana uğramış olan Şirinceli kızım Candan'a teyid ettirmiştim. İyice boy attı kerata, adam olacak.

İşteeee, ve de finalde minyatür portakal ağacım, calamondin. Limon bulamadık, yerine portakal olmaz mı? O da evin güneşli bir köşesinde, sevinç içinde, yaşamaya devam edecek.
http://www.geocities.com/verymad_scientist/

Bahçeden şimdilik bu kadar.
Yine giderim merak etmeyin.
Sizin yolunuz düşmese de, kısa adresi http://www.mineflora.com/ .

* http://www.paulowniaizmir.gen.tr/