Kedili Mutfaklar

Pazar, Eylül 25, 2005

Pazarola Oya'nııım...

(Soldan sağa, Eren, Oya, Mine www.mineflora.com , Candan, Ceylan ve Fatma)

Candan o şirin beldeden zor da olsa kopup geldiğinde, biz de burada “yeter ki gel bize senede iki kere, bekleriz yolunu aylar boyunca,” halimizle koşup kendisini görmeye gittiğimizde, işte şeklen böyle oluyoruz. Bu sefer Tijen’imiz yok karemizde, e n’apalım onun şarkı tercihleri değişti, “Urfa Mardin’e bakar emmioğlu, ah leylim vah leylim beyoğlu” havaları çalıyor. Bana inanmıyorsanız, bakınız derhal bloguna, www.mutfaktazen.blogspot.com ...

Bu Pazar da her Pazar gibi uyanılmadı, nedense. Çocuklar yok yanımda. Zıp diye kalktım hemen, keyfen yatakta dönüp durmaları boşverip. Cancan sabah sabah aynen böyle bakıyordu bana. Tamam tamam, geceden dargın yattık ama bunu sabaha taşımanın ne manası var canımın içi? Söz bir daha gece vakti fırçalamam seni. Gündüzün suyu mu çıktı? Gıdının altında azıcık karışıklık vardı diye yaptım, tamam mı?

Şimdi barışırız bilirim. Nasıl nasıl? İki tanecik köy yumurtam var, a la coque yani rafadan olacaklar. Taa Cide’den, cidden gıtgıtgıt diyen tavuklardan gelmişler, henüz iki günlükler. Onları ben daha çıt çıt kırmaya başladığımda, “Ben nereden ne yalayacağım,” diye bitecek yanımda, işte öyle öyle...

Yedik üçümüz de, Kimsecik, Cancan ve Oya iki yumurtamızdan payımıza düşenleri. Gazetelere sadece göz atıldı ve Oya’nın kendisi de az sonra sokağa atıldı, Üsküdar’a gideriken de yağmur falan almadı. Karanlıktı hava, bekledim şimdi alır diye ama almadı işte; vapurda da bir güneş pir güneş. Boş durmadım halat, palamar, çıma/çımacı meselesinde aydınlandım sonunda. Çıma palamarın veya halatın ucu, çımacı da iskelede duran adam. Palamar halatın bir incesi. (Benim de bir kıyı kaptanı dalgam vardır, İzmir’den alınmış. Çüş derler yani adama hem kaptan hem de palamarın ucu neee diye soruyor çocuğa...) Aman ha, vapurdan halat/palamar atan adama sakın ola çımacı denmiyor, onlar gemici üstelik de hepsi kaptan oluyoooor’larmış! Memlekette vasıflı işçiden geçilmiyor yani. Son zamanlarda milletin iş müracaatları da hep böyle geri dönüyor zaten, “Bize az fazla gelirsiniz!”

Derken Ortaköy House Cafe, zannedersiniz ki bedava bir şeyler dağıtılıyor bu cafeden, öylesine izdiham; kalıyoruz kapalı kapılar arkasında duvara karşı ama olsun bizde sohbet tatlı. Yedik içtik hoş geçtik. Kalktık, daha dışarı adımımızı atmamızla yağmur başladı.

Sonra bi ıslaniim, bi ıslaniiim. Öööle ıslak ıslak Beşiktaş’a geliim. Kitapçılarda oyalaniim. Yılmaz Şekerleme’den (Mumcu Bakkal Sokak No. 4) her zamanki gibi yassı kadayıf, lohusa şekeri ve kossss aliiim. Evde de çayıma lohusa şekeri atıp oturiiiim. Ennfessss, sıcacık, oy karanfilli karanfilli karanfilli bi çay... Bi ısıniiim, bi ısıniiim.

Cumartesi, Eylül 24, 2005

Sarımsaklasak da mı...


Nasıl söyleyeceğimi ancak ne söyleyeceğime göre ayarlayabiliyorum. Dilin müzikalitesinden yanayım ya... Öldür allah “Sarmısaklasak da mı saklasak,” diyemem mesela. “Sarımsaklasak da mı saklasak,” o mahûr bestenin güftesi gibi çıkar oysa ağzımdan. Mahûr da, malûm, bir makamdır; saz semaidir, peşrevdir. Canlıdır, hoppadır, aynen sarmısağın mutfağımdaki hali gibidir. Hani anlatamazsın benim mutfağımdaki sarmısaklara, “Dur bi yaa, bi dur, ola ki yakışmayacaksın bu yemeğe bre kostak...,” diyemezsin.

Ete de bulaşır, süte de. Sütlüde olmaz derseniz eğer, bundan böyle diyemeyeceksiniz. Yapacağınız ilk patates püresine girecek çünkü, patatesler haşlanırken bir baş da sarmısak haşlanacak. Ayıklanacak patates, sarmısak da ayıklanacak, sütle pürelenecek; öyle lezzetli öyle lezzetli olacak ki, herkes bayılacak.

Çoook acı sevenler, süs biberlerini mevsimi olduğu için hemen şimdi alacak; blender’da ceviz, sarmısak, sızma ve tuz ile bızzztlayacak. Bir kavanoza koyulup buzdolabında saklanacak. Böylece evinde bir yıl boyunca acuka macuka gibi şeylerin ihtiyacı hissedilmeyecek.

Türk Dil Kurumu bir yandan sarmısak diyecek, Altın İmla Kılavuzu öbür yandan sarımsakta karar kılacak. Önüne gelen ağzına geleni söyleyecek... Ama kimse bana, “Sarmısak yersem ağzım kokuyor da, sarımsak kokarsam ayıp oluyor da,” falan filan gibi laflar edemeyecek.

Edenler bir laf edecekler ya, bin ah işiteceklerini de bilecekler.

Çarşamba, Eylül 21, 2005

Amerikan kovboyları aslan cinotri

08/09/2003'den www.acikradyo.com adresli bir yazım.

Keyifli olduğu zamanlarda önce ıslıkla melodisini, arkasından da, sadece başlığa çıkardığım satırını bildiği şarkısını söylerdi. Amerikan kovboyları aslan cinotri. Eh, babam da çoğu zaman keyifliydi. Malum keyif adamlarındandı. Zorla söyleteceksiniz beni şimdi merhum babacığımın arkasından. Sefaya düşkün olan gruptandı! Ne bir gün öğlen birasını, ne happy hour vakti zamanlarını, ne de akşam sofrasının kadehini eksik görmüşümdür elinde.
İşte bu ehli-pür-keyif babacığımın ağzından eksik olmayan cinotri ile sizin de halleşmenizi istiyorum, hemen şimdi. Üstelik hayallerime de karışacaksınız ister istemez.

Cinotri bugün aklıma durduk yerde düşmedi. Madam Anahit'le birlikte oturdu gündemime hatta haftademime. Gitti ya, toprağı bol olsun, kafamı karıştırdı yine bu gitmeler, belki de gidince oralarda buluşmalar konusunda. Çarşamba'dan beri kafamda Madam Anahit akerdeon çalıyor, canım babam da, "Amerikan kovboyları aslan cinotri, pır pır pıreliiii" satırlarıyla kendisine eşlik ediyor.

Ben de başlıyorum melodiyi ıslıklamaya ki, daha önce hiç ıslıklamamışım. Çünkü o babama ait bir ıslıklı satır. Öyle de kalmalıydı gibi sanki. Bu sefer öyle olmuyor ama. İçim bu müzikli satıra bir yerinden dahlolmaya teşne. Aaaaa, o da ne? "Oh Susanna, don't you cry for me, I come from Alabama with a banjo on my knee, I'm going to Louisiana my Susanna for to see..." 1800'lerden kalma bir Amerikan folk şarkısı. Ani bir miksajla devam ediyorum, pır pır pıreliii, pır pır pıreliiii.

Cinotri de kim yaaa?

"Eeeee, peki cinotri de kim yaaa?" diye kendimi bir daha sorgulamama gerek kalmadı. Şarj düğmemin ışığı yanıyor ve de şükür tahsil ve terbiyemin içinde geçen İngilizcenin geç kalmış varlığına. Babamın ne demek istediğini anlayıveriyorum. Şarkı söyleyen kovboy diye anılan ve '30'lulardan '50'li yılların sonuna kadar kovboy filmlerinin vazgeçilmezi olan Gene Autrey bu!!! Celal İnce de, '50'lerden çıkıp, büyüdüğümü görerek pır pır eden kovboy şapkalı tangocu. Kovboy şapkası, tamamiyle adı Çiftliğim olan bir parçayla giymelere mahsus. Yoksa Celal Bey, briyantinli parlak saçları her daim arkaya ütülenmiş, beyaz smokin ceketi ile papyonu boynuna yapışık yaşayan, o günlerin deyimiyle 'nev-i şahsına münhasır bir janr' yaratmış kendine. Şık, kibar ve temiz.

Artık anlaşıldı, bir kere cinotri, benim bebek aklıma nakşedildiği gibi anlamsız bir sözcük değil. Gene Autrey yazılır, Cinotri okunur meselesiymiş. Nerden bilecektim parmak kadar halimle ben bu durumu? Sonra da büyüyor insan ve bebekken öğrendiği kadarıyla neyse ne olanı söküp atmıyor bir türlü kafasından. Üstelik, gelişen düşünce mekanizması sayesinde beyninin anılar merkezinde kayıtlı olanları irdelemeye başlıyor. Ve de uyanıyor ki, Cinotri resmen bir aslan Amerikan kovboyudur. Nereden tanırlar birbirlerini bilemem ama bizim Celal İnce'yle de tanış olur. Bunu da babamın Cinotrili satırın arkasına Celal İnce'den, kavuştum yine baharla sürüme, pır pır pıreli, pır pır pıreli piyoooo... sözcüklerini takmasından anlarım.

Çiçek Pasajı raconu

Babam önce tam teşekküllü yakışıklılığı ile İstiklal Caddesi kapısından Hristaki (Çiçek) Pasajı'na girer.
Apostol'un sifonlu bira tezgahı hemen sağda, bir camekanlı badem / cevizci tezgahı, bir de basamaklı teşhir tahtalarında çiçeklerini sergileyen adamdan sonradır. Gülerek, selam vererek ve fakat akşamcılığın attırdığı hızlı adımlarla geçer babam bu iki tezgahı.
Apostol'a varır. Sanki Gene Autrey onu atının terkisine almış da, birlikte gelirler. Hemen arkalarından pır pır pır eliiii Celal İnce de yetişir. Sonra babamın, Apostol'un tezgahına şöyle bir yandan kol dayaması ve kol hizasındaki ayağına sıkı basarak diğerini sıkı basanın üzerinden çarprazlayarak geçirmesi bir olur. Bu gelen geçen hiç kimsenin gözünü alamadığı, muhteşem bir bira içen erkek abidesi duruşudur.

Yine aynı anda, Apostol duble votkalı arjantini çekip babamın önüne koymuştur bile. Yasu, prozit, şerefe... Babamın tezgaha yaslandığını gören Madam Anahit akordeonuna derhal cinotrili melodiyle karışık Celal İnce'yi dolar. Amerikan kovboyları aslan Cinotri, Alabama yollarında pır pır pır eliiii...

Ve de kokoreççi Behçet... (Aaah ah, ben bir daha o lezzette kokoreç mi yedim ki?) Behçet, Apostol'un iki metre karşı yakasında, ince hastalığına rağmen yaz kış giydiği bembeyaz kolalı ahçı gömleği ile küçük taburesinde oturur ve anında hazır ederdi babamın kokoreçini ekmek arasında.
Biz de ekmek arası severdik; mis gibi kekik, kokulu kırmızı biber ve çekirdeksiz domates dilimleri ile. Gene, Celal, Madam, babam, biz, Behçet, Apostol; prozit, şerefe, yasu...

Şapkalar Vitali Hakko

Hani annem Selma, iki kızı ablam Hülya ve ben Oya ile haftada bir Beyoğlu'na çıkardı ya. O günlerin en güzel yanı, babam ve çevresi ile pasajda buluşup felekten bir akşam çalmaktı. Hepimize aynı töreni uygulardı Apostol ve Behçet. Babamdan farkımız, annemin tezgaha kol dayamadan hanımefendi tavırlarıyla babamın koluna yaslanmasıydı. Hülya ve ben de, boyumuzdan yüksek tezgahın önündeki iki üç fıçıdan birini kullanırdık, çöplendiklerimize ve de küçük bardak sade (votkasız) biralarımıza tepsi olarak.




Başında, Vitali Hakko'nun ellerinden çıkmış, herbirinin provası için üç beş kere Mahmutpaşa yokuşu tırmanılmış beauté şapkaları, bele oturmuş haute couture manto ve tayyörleri ile annem güzeller güzeliydi. Şıklıkta da yarışırdık annemle tabii. İki örgülü saçlarımıza, kabarık tafta kurdelelerimiz henüz ütü sıcağı ile fiyonklanır, beyaz eldivenlerimiz her bir yere çıkılıp eve dönüldükten sonra yıkanıp kurutulurdu.

Çiçek Pasajı'na girip babamla buluşmadan önce mutlaka Aynalı Pasaj'dan gerekenlerin siparişlerini vermiş veya hazır olanları almış olurduk. Ismarlama elbiselere dikilecek ısmarlama düğmeler, kemerler, kenarları dilimli piko yapılmış pikeden okul yakalarımız, renk renk ibrişimler, ipekten perde püskülleri... Avrupa pasajına ise hazır ithal malları için uğranırdı. Adıyla müsavi halis evropa malları satılırdı orada.

Hayallerim ve ben

Doğrusu Madam Anahit'le babamın birlikte çalıp söylediklerini duymuşluğum yok ama dinlemişliğim var. Madam benim yaşımın başımın rüştüne, kendimi arkadaşlarımla Çiçek Pasajı'nda demlenmeye vardırabileceğim yıllara denk düşer. Annem ve babam da sık sık sürdürürlerdi Çiçek Pasajı buluşmalarını. Ben de montaj ustalığımı kullanıp babamın sesini ekledim Madam Anahit'in akordeon tuşlarındaki tınılarına. Gene Autrey ile at sırtında getiriverdim babamı Çiçek Pasajı'na. Papatya gibi beyaz ve ince bir kadın olan annemi tanıştırdım Celal İnce'yle. Unutamadığım kokoreç artı bira lezzetini size de ikram ettim.
Yukarıda olup bitenler sık sık düzenlediğim anılar günlerinin babaya ayrılanlarının birinden birkaç sahnedir.

Gene Autrey, Celal İnce, Madam Anahit ve Nuri Kayacan'ın ilk ve son buluşmasıdır.

Yardımcı oyuncular asıllarının tıpatıplarıdır.

Gerçeklerimizin içinde hayallerimizi dolaştıramasaydık eğer, nasıl mutlu olurduk ki?
En azından ben olamazdım.

(Celal İnce pırpırpıreliiii derdi, bayılırdık.)

(21 Eylül, 1996 yılıydı. Cumartesi günüydü. Babam ölmüştü. Anıları hep taze kaldı. Sevgisi hiç eksilmeden her an yanıbaşımda...)

Cuma, Eylül 16, 2005

Bana iki şeker atar mısınız?



Haftaya 12 Eylül diye girersen durum budur işte. Pazartesi bismillah, günde ağır stres var. Koyu bunalım var günde. Sokağa hiç çıkılmasa gibi duygular var yürekte. Sokağın üstesinden gelinemeyecek gibi bir hal var üstüne üstlük, üstte. 12 Eylül döngüsüne girilmiş çıkılamamış, ruhta küfür ezgileri çalınıyor. Sağlı sollu çifter çakmışlar darağaçlarını, ortaya bir de onyedilik genci sallamışlar. Yirmibeş yıl sonrasında yüreğe aynı bıçaklardır saplanan; kafa zaten almaz bunları, kırsalar da almaz. Nasıl da yorgun bir gün daha sabahından.

Bana iki şeker atar mısınız?

Salı sabahına radyo açılmış, 86 artı 17 zayiatla Irak işlenmiş beyine; it dalaşı. Kırdırın kendinizi birbirinize, Sünniniz de Şiiniz de pek matah halkmışsınız doğrusu... Tekyürek durmak varken bunca olanlar olmuşun ardından... Peki bana ne oluyor, neden yaş topluyor pınarlarım?

Bana iki şeker atar mısınız?

Canından ayrı bir beden gönderilmiş haftanın Çarşambasında toprağa, kansere esir alınmış bir beden cuppala toprak; can gülüyor, aramızda. Kız Tuna sen değil miydin daha dün keyiflerle coşan, engelleri aşan okul sıralarımızda? Sen değil miydin Nevra Serezli arkadaşımızla resim çektirip de torunlarına, “İşte senin o Sihirli Annem benim sınıf arkadaşım ispatlarını yapmaya kalkışan? (Bana e-posta ile ulaşan o fotoğrafı ne yazık ki buraya aktaramadım.)

Bana iki şeker atar mısınız?


(Annemin ağzının suyu akıyordu ekmeklere bakarken, ben de dayanamadım yalanıyorum. Patlıcanlarla biberlere bayıldık. Patlıcanlar minik minik ama en komik sürpriz hıyarlar oldu. Onyıllar sonra ilk kez Annoya acı hıyarla karşılaştı ve çok sevindi.)

Böylesi başlangıç haftaya, üç gün üç kabus; tükenmeye yüz tutma hallerimdeyim, ki Şemsi giriyor kapıdan. Elinde şekerlik...

Köyden gelenler olmuş da. Var ya o Amasya’nın kuşburnu marmelatı, hani bayılırım ben, işte ondan getirmiş. “Eee, bunca kollar dolu eller dolu Şemsi, dahası var marmelattan gayri dahası...?” Açıldı şekerlik, döküldü ortaya şeftalisi, fasulyesi, elması, patlıcanı, biberi, kurutulmuş sebzeleri, az ekşimiş yoğurdu, loru da ille loru. Ekmeklerden karbeyaz somunu, kapkara haşhaş katmeri, tül gibi lavaşları...

Kaç şeker attın bana Şemsi? İçime keyif kaçar gibi azar azar, haydi hayırdır inşallah...

Ah bu kızlar yok mu bu kızlar? Şirin, Fatoş ve de Özge, sanki bir olmuş da beklemişler beni, ikişer şekerden fazlasını atacaklar gibi... Robert Kolej sınırları dahilindeyim; ofiste işim var. Bahçıvan her zamanki gibi harikalar yaratmış çiçek düzenlemelerinde. Hangi odaya girsem, hangi vazoya göz atsam, zıplıyorum keyiften. Bir de bakıyorum ki, çıkarıyor kızlar vazolarında ne varsa var, yüklüyorlar kollarıma. Ah bir varsam evime ah bir... İş çıktı işte bakırlarıma, koca bakracıma mı, yoksa güğüme mi girecek bunlar? Odamın neresinde duracaklar neresinde ki, ben onları en çok gözümün içinde bulacağım?

Çok şekerliyim. Haftaya devamın devamı mükemmel... Hepinize teşekkür ederim. Şekerlerim...

Pazar, Eylül 11, 2005

Kahvaltı +


Günaydıııın... Bunlar ne keyifli uyanmaklar böyle. Kimsecik’im boynumda etolümsü dolanık, Cancan’ım ayaklarımda sıcak su torbası. Eylül, girişiyle beraber hafif serinini de getirmişti ya, neyse ki; yatabiliyoruz artık böyle sarmaşık dolaşık hallerimizde. Kalkışlara geciktik sayılmaz yine de, kahvemizi alıp love songs dinlemelere ayarladık önce kendimizi. Gazetelere göz atmakları bitirdik, okumalara geçtik... Arada baktık sağda solda bloglarda kimler ne demiş, neden demiş... Daha henüz bir tek Tijen’e bulaşılıp bırakıldı sonra blog vaziyetleri... E tabii postaaaaa var bakılacak. Benim çocukluk mahallemin postacısı bağırırdı işte öyle, “postaaaaa” diye. Pen pal arkadaşlarım vardı, Amerikalılar. Pratik yapardık mektuplarla İngilizcemize, mektuplarımız postayla gider gelirlerdi ne güzel. Pulları ayrı kıymetliydi, kağıtları yazılanları ayrı. Artık ekranıma bir sürü zıpır şekiller gelip bağırıyor, postalandığımı belli eden. Varolsunlar.

(Larnaka ceviz reçeli'nin kıvamı yok. Çok sulu. Bol karanfilli, yani damakta kalan tat karanfil tadı. Sakızlar da kenarda duruyor işte. İncecik silindir gibi, kağıtlara rulo yapılmış.)

Derken kahvaltı + zamanım geldi. Yeşil kareli örtümü arayıp buldum, canım onu istedi çünkü. Sade, sakin dağ kasabalarının ortamlarını hatırlatıyor bana bu kareli, puanlı, ekoseli falan örtülerim. Harbiye’de bir ermeni ahpabımın dükkanına uğrarım ara sıra, iki çay içer yanında simit yerim. Bir kaç metre kumaş, iplik, düğme falan alırım. Hiçbiri ihtiyaçtan değil, onları almanın keyfine varmak için. Kumaşlardan örtüler yaparım sonra, kenarlarını tığla oyalayarak. Ben de dostlarımı sade, sakin ortamlarda karşılamayı severim çünkü.

Zeytinlerim, hellim peynirim, ceviz reçelim var. Benim kızılcık marmelatım da çıkacak masaya bu sabah, lezzeti beni daha bakarken delirtiyor çünkü. Çabuk davranmalı biraz daha yapmalıyım kış için.

Zeytinlerimin görüntüsü nasıl ama? Bu hale getirilmiş zeytinler Aslı’dan öğrenildi. Aslı Osma Kender, yani Güven Osma’nın kızı, New York’da bir fotoğraf çekmiş günün birinde. İşte o kare aklımı aldı başımdan. İçinde her çeşit her renk zeytin, her çeşit ot baharat. O gün bu gündür zeytin alışlarımda tavrım değişti. Yüz gram ondan, yüz gram bundan; bir de gelenler var tabii eş dost zeytinliklerinden. Mesela Hayati Kaptan sağolsun, Orhangazi selelerinin üstüne sele yiyemez oldum yani... Aslı kızım derseniz eğer, yemek işlerine Can bebeği doğurmak için ara verdiydi; bu günlerde Hillside /Zanussi mutfak sanatları atölyesi'nde ders vermeye başlıyor yine.

Son günlerde bir Larnaka sakızı lafıdır gidiyordu ya burada. İşte o sakız da yukarıdaki fotoğrafın içinde. Bu işler de Erkut’umun başının altından çıkıyor. Erkut Emcioğlu, Türkiye’mizin AB işlerinden sorumlu. Kıbrıs’ın Rum kesimi de dahil ve de Türkiye’nin dört yanında etrafı dolaşıp uyum durumlarımızı teftiş ediyor!!! Elimizde büyüdü o da Aslı gibi. İnsan iftihar ediyor tabii.

Hellime gelelim şimdi, yine Erkut’tan Larnakalı hellime... Sanki dünyanın en güzel pizzası lezzetinde bir ayar tutmuş benim ekmek üstü hellim dilimlerim. Sızma yağı fazlaca koydum tavaya, hellim dilimlerini yatırdım içine önce. Derken benim meşhur cevizli biber ezmemden ekledim, kurutulmuş domatesler ve kekik koydum. Peynirlerim yenecek kıvamı bulduğunda kenara çekip, tavadaki yağı ekmek dilimlerine çektirdim. Tabağım da pizza tabağımdı, soğutmadan afiyetle yerken fotoğrafını da çektim.

Pazar kahvaltı + meselesi buydu işte.

Ne var bunda?

Sizde ne var?

Cuma, Eylül 09, 2005

Ham elmayı kopardılar dalından



(İki minik var ya, onlara yolda rasgeldim bugün. Bahçemizin değiller yani...)

Neler ettim onlara...

Bizim bahçede bir elma ağacı. Bu yıl çıldırmış hallerde. Şimdiden eksiltmezsem biraz meyvelerini, Kasım’da toplanması gereken günlere kadar, boyun eğdirecek ağacımıza. Günlerdir aklımda bu. Ne yapsam, neeee? Sonra ham elmalara senaryolar yazmalar, karar almalar... Bu akşam eve döner dönmez ilk iş bahçeye çıkmışım sonuç itibariyle, aklımda votkalamalar, turşulamalar! Farkında değilmişim gibi yapıyorum size ama farkındalığım diz boyu. Yedim sizi ham elmalar!

Bizim ‘aportman görevlisi’ İsmail bahçe sulamakta. Bana fena bakıyor, çünkü elma toplama zamanı değil, haddimi bilmiyorum, ham ham topluyorum. Yani üstüne üstlük bir de hesap verme durumunda kalıyorum. “Bak İsmail, günlerdir yatıp kalkıp bu elmaların ham hallerini n’aapabilirim diye düşünüyorum. Düşüncelerimin final dersanesinden bu gece mezun oldum... Mutfakta ham elma kullanımı üniversitesine yazılmaya hakkım var artık...” İsmail benim bu hallerime halâ alışacak inşallah. Neyse fazla üstelemedi. Parayı verdik, gitti votka şişeleriyle döndü. Farkındayız yani evcek ve de bloglarcak, bu yıl votkaduş votkabanyo vaziyetleri bu mekanda. Aromatik vodkalar (lutfen votka ve vodka yazılımlarına dikkat) pahalı mı diye yani Oya, yapıyorsun bütün bu atraksiyonları? Peki bunca votka konsomasyonunu (tüketiimini!) kim yapacak? Boooo? (Boooo?, İtalyanca bilmem demektir!)

Derken dört elmayı yıkadım. Daha küçücük onlar, nasıl da sevimli? Tadı, gerçekten ben gibi ham meyve severlere muhteşem üstelik. Şimdi onlar votkaya yatacaklar. Yatacaklar da önce başlarına neler gelecek?

İki tanesine elimde kürdanlarla oyuklar aça aça , açtığım oyuklara da sakızlar yerleştire yerleştire kendimce muhteşem bir olay yarattım. Sonra kavanoza girdiler, açıktan bir kaç ufak parça sakız daha atıldı kavanoza. Votkaya basıldılar. Bekleyip göreceğiz, demek bile istemiyorum. Nefffiiiis olacak, işte o kadar.

İki tane daha, onlar da kurtulamadılar bu akşam elimden, karanfillerle tarçın kabuklarıyla donatıldılar, onlar da yattılar votkaya. Yatar ama uyumaz bunlar, çook uyanıktırlar çoook. Bir haftaya kalmaz öyle bir tat çıkarırlar ki ortaya, dudak mudak uçuklattırırlar.

Bunca votkalama halleri yarattık, lakin en ennn ipucumu daha vermemiştim. İster bol şekerli likörlerimde olsun, ister şekersiz aromatik votka çeşitlerimde, ağır, keskin, yoğun yapımları tercih ediyorum. Sonra inceltmek kolay, daha votka, bol buz, arzu edilen meyve suyu katıştırmalar, filaaan falaaaan... Tamam mı?

Tamam... Turşulamalar demiştik... Yarın... Belki...

Belki değil oldu bile...

Sabah oldu... Koş koş mutfağa Oya, bir de ne gör? O karanfilli tarçınlı elmalar bir salmış rengini votkaya, bir güzel... Dayanama yudumla tabii. Sabah sabah, bak seeeen! Haydi bir yudum da sakızlısından. Harika. Deli ol tabii sevincinden. O keyifle az bir turşu da yapalım hemen kalan elmalarımızdan. Ağzıma göre deniz tuzu, bir baş sarmısak dişleri çatlatılacak, iki limon birinin yarısı dilimlenecek, iki karanfil, bir tutam dereotu, su... Elmalar kabuklu ve sekiz dilime bölündü. Yoluma çıkan bir yaban ağaçtan kopardığım üç minik elma da bütün halleriyle girdiler kavanoza. Oldu işte. Elma sirkesi kullanarak bir kavanoz daha yapmaya karar verdim. Elmaya elma mantığı ne sonuç verecek görmek için. Nasıl olsa ağaç bizim...

Pazartesi, Eylül 05, 2005

Passiflora



Biz bugün tanıştık. Kuzguncuk'ta, bizim eski bostan şimdi seramızda. Resmini çekip eve geldim. http://www.passiflora.it adresine girdiğimde şaşırdım. Nasıl yani? Alfabetik sırayla resimlemişler, onlarca çeşidi varmış. İyi. Öğrenmenin yaşı filan yok. Ben benim tanıştığımdan sorumluyum sadece. Bir de meyvesi var şimdi bende. Seracı kızımız ille de yememi tavsiye etti, etti de ben saklamak istiyorum. Tohum yapıp yetiştirmeli, bol bol yemeli bence! Cancan da memnun kaldı kokusundan. Öylece, baygın baygın yattı durdu passilora meyvemizin yanında.

Birbuçuk Canısı


Annezeyno ona Canısı diyor. Bana göre Birbuçuk. Bizim kedi dediğimiz kedilere birbuçuk bastığından, ormanlı ağır abi edalarıyla yürüdüğünden, dişlerini geçirdi mi çığlıklattırdığından dolayı Birbuçuk. Yoksa annesinin çağırdığı gibi Canısı da canısı, gıdı açar öptürür, göbek döner sevdirir... Vanlıların Vanlısı, dünya yakışıklısı ki sormayın. Çok güzel zeytintop oynar. Alçak eşyalar altına kaçırıp kaybettiği zeytinlerin arkasından ağlar. Bir üniversite kampüsünde dolaşırken bulunmuş, sökülmüş tırnakları dolayısıyla canavar ruhluların yaşadığı bir evden atıldığına kanaat getirilmiştir. Şimdilerde evinin kralı olarak yaşamına devam eden bir kedisoyludur o.

Pazar, Eylül 04, 2005

Kabak tadı vermesin dedim




Top gibiydiler. Cana yakın. “İlahi, alt tarafı kabak,” demelere layık değildiler. Dördünü seçip aldım. Diğerleri arkamdan bakakaldı. Bu topların, belki bilirsiniz, içleri pek matah değildir. Her bir çekirdeği tam da kabak çekirdeği kadardır, adı üstünde. Kızartılmaz bir kere katiyen. Dolmalık niyetine alınır genellikle, şöyle iri incir kadar olanları, ki içleri oyulup çerçekirdekten arınsınlar. Benim beğendiklerim, eve getirdiklerim kocaman kız memesi meyveleri iriliğinde. Ne olacaklar peki bunlar? İstiareye mi yatılacak yine?
İstiare hallerimde ihtisas kesbettim. Yüzerken yapıyorum bu işi. Her sabah her sabah havuzda sırt üstü bir, yarım saat de serbest... Bırakın yemek tasarlamayı, yanı sıra iki öykü, üç şiir, bir de senaryo kurgusu hazır yani.

Neyse işte, günlerden Cumartesi, mutfakta yaşayan her aletin el çalışıp da işletilmeye hak kazandığı en uzun mutfak günüm. Öyle de bir hal ki, hiiiç mi hiç düşünülmemiş gibi sanki nelerin olup biteceği. “Koy önce bir kahveni de görelim bakalım,” hesapları.

Bir kocaman tencere, içi dolu su, kaynayacak. Dört top kabak yıkanacak, iki tane iri tazemsi patates yıkanmakla kalmayıp aynı zamanda fırçalanacak; içinde su kaynayan tencerede onlar da olacak. Her mutfakta olduğumda olduğum gibi oynama havalarım, mesela bugün “hop ninnayı ninnayı, gel oynayı oynayı...,” tarafınızdan hoş karşılanacak. Kabaklar az haşlanıp çıkartılacak, patatesler biraz daha bırakılacak, iyice haşlanacaklar.

Soğan ve kıyma azıcık sızmada çevrilecek. Suyunu koyverip çekince az su ilave ederek pişmeye bırakılacak. Tuz, karabiber koyuldu tabii. Kıyma da suyunu yeniden çekti, acı biber salçası eklendi ve karıştırıldı. Bolca maydanoz doğrandı içine, altı kapandı.

Ooof amma da su çekmiş kabaklar. İkiye bölüp önce lavaboya doğru tutmalı ki aksın şu sular. Derken tahta kaşıkla çekirdeklerini almalı. Patateslerden kalın birer dilim oyulmuş kabakların diplerine, artarsa püreleştirip boşluklara doldurulmalı. Pencere önümden biberiye toplayıp karıştırmalı patateslere.

Sonra da kıymalı sosu döktük işte üzerine. Bitti gibi dursa da, bitmedi. Akşama fırına girecek daha, üzerine hayli peynir rendesi serpilmiş olacak. Ben yine peynir tercihimi parmesan olarak kullanacağım.
Bu yemek güzel kokacak, rahmetli büyükannemin her yemek sonunda dilediği gibi, ferah sofralarda yenecek, afiyet olacak.

Cumartesi, Eylül 03, 2005

Güven'den gelen lezzetler


O gün bayramdı, 30 Ağustos hani, hani ben Güven Osma'ya gitmiştim... Gitmiştim de elimde sepetimle dönmüştüm ya evime. İçinde böğürtlenleri, fındıkları ve kızılcıklarıyla bir güzelim sepet. Böğürtlenler sonunda reçel oldu. Tam dört gece yattılar buzdolabında, şekerle güzelce örttükten sonra üzerlerini. Kısmet bu sabahaymış. Az su ile kaynadılar, koyu bir kıvam tuttular, tam sevdiğim gibi. (Kimsecik kızım kızılcık ve fındıkların başında nöbette)

Kızılcıkları marmelat niyetine yaptım bu sefer, harika jölelendi, koyu koyu, bayyıldımm. Önce haşlandılar suda, sonra aynı suyun içinde kaynattım tabii. Ama, 1) tel süzgeçten ezerek suyunu aldım, 2) çekirdeklerini tek tek ayıkladım, 3) Süzülen suyu ve süzgeçte kalan posayı haşlama suyunun içine aktardım, şeker ilave ederek kaynattım.

Her ikisi de, böğürtlen ve kızılcık göz göz olduklarında az limonla kestirmeyi unutmadım. Bu meyveler yeterince ekşi, az limon yeterli oluyor.

Resimdeki kavanozlar Güven'e gidecek. Kalpler benim. Keşke kapakları olsaydı da kalpler Güven'e gitseydi, değil mi?

Cuma, Eylül 02, 2005

Palamutum, ekşilim...



Dün akşam Kuzguncuk İcadiye içinden bermutad geçerken (benim yolum değil, arabamın yolu!!! Orayı koklamadan eve dönmez de...), benim deli balıkçı bana palamut satmak ister de satamaz mı? Satar, balıkçıların en kazıkçısıdır ama bana istediğini satar.

Dün sattığını da aldık geldik tabii eve. "Aman, yine mi palamut?" dedirtmesin diye, değişik düşünelim dedik balığımızın akibetini. Limon hem suyu hem de az kabuğu rende, sızma, bir demet maydanoz, bol karabiber, tuz, az su... Onbeş dakika sonra aç kapağını, yeşil zeytinlerle karıştır. Çok güzel olsun ama çoook. Ekşili sevenlerdenseniz eğer kaçırmayın.

Sarı mercimeğim sarı

(Bit pazarına nur yağıyor, eskiye rağbet artıyor!!! Bu yazım da çok eskilerden. Geçen hafta Yogurtland'ın Fethiye'si yaprak meselesi attıydı orta yere. Bir yaprak maceram girsin bari buraya dedim, gülmelik.)


Bu gün sözde sarı mercimek benim, ben de sarı mercimeğin keyfini çıkartacaktık.Günlerden Cumartesi. Elimde bir paket sarı mercimek. Sabah on.
Benim ödüm patladı patlıyor. Çünkü az önce buz dolabını açtığımda, günün kâbusu ile burun buruna geldim.
Yani ben onu aslında gerçekten kabus sanıyordum. Fakat, Allah sizi inandırsın, o oradaydı.
Demek ki dünkü kabus ayniyle yaşanmıştı.
Sarı mercimek seçmemin nedeni mutfağımla rengahenk olması. Sarı tonları yani. Yoksa şu yaptığıma yapacağıma bin pişman olduğum şey pekala yeşil mercimekle de olur.

Calamity Jane, erkek gibi kadındı

Bir yandan korkudan ödüm şey oluyor, öte yandan da mercimekler haşlanaduruyor.
Şimdiki mercimekler zaten bir tuhaf. Öyle düdüklü olsun filan diye bir ısrarları yok. At suya, üç dakika kaynat çıkar, şıp ve şak.
Aynı sırada bir namussuz kokudur ki bindiriyor mercimeğin köylük kokusu üzerine, anlatamam.
Mutfaktan çıkıp evi bastı Noisette a la Vanille, Café Godiva. Kahve keyfinin en elitinden. Hani, kokular arası gönlümce fink atmak bu kadar olur. Aşkın gözü kördür felsefesinde “Burnumun direğini seveyim!” adlı muazzam bir orta oyunu.
Kahve Godiva, kahve olmasına çok iyi de, ben bir de adına bayılıyorum.Böylesine isimlere zaafım var: Maria Magdalena mesela. Aklıma eser eser, bir avaza, “Ay Maria Magdalena” diye bağırmaya başlarım. Artık İsa duyar mı sevgilisinin adını, duyuyorsa eğer yüreği kuş gibi çırpınır mı bilmem. Şarkının gerisini getiremediğim için belki de fazla ırgalamıyordur Hazret’i.
Sonra Calamity Jane’i çok severim. Kadın alkolikmiş malkolikmiş ama hakkını yemeyelim, 11 yüzyılın en iyi tetikçilerindendir derler. Bu gün olsaydı adı yine sıraya girer miydi? Hııı? Calamity’nin devleti derin miydi, sığ mıydı, bilemiyoruz ki!
Mata Hari’yi de pek beğenirim. Yani şimdi bir de Mata Hari kahvesi çıkarsalar içmez miyim? Benim kahve sırlarımı ola ki kimlere satabilir gerçeği dahi, aklımın bir köşesini bile zerre kadar meşgul etmez vallahi.
Lady Godiva da öylesine sevdiklerimden işte. Bu kadın, kaçıncı yüzyıldaydı unuttum, at üstünde çırılçıplak görüntü verince vergiler sıfırlanmış.

Benim yuvarlamam mercimekli

Biz bu devirde, tam nüfus olarak toplansak ve öküz, at, deve, eşek, fil gibi binilebilen her hayvanın üzerinde nü poz versek... Cümleyi burada keselim. Devamı şöyle. Hani faturaların üzerinde yuvarlama diye bir rakam var ya, mesela diyelim 478’i 500’e yuvarlamışlar; vallahi onu bile kaldırtamayız. Yuvarlama deyince, işte laf zaten böyle uzuyor, benim yuvarlamam mercimekli.
Kıyma, mercimek, patates, bulgur, soğan, maydanoz, sarımsak, biber çeşitleri ve kimyonu mıncıklayıp yuvarlıyorum. Miktarları hiç de önemli değil çünkü zaten herkes kendi ağzının tadını bilir.
Bu köfteler domates suyunda pişince çok güzel oluyor. Kızartıp sarımsaklı yoğurtla yerseniz daha da güzel. Bulguru kaynar suda bekletmeyi, patatesleri de önceden haşlamayı unutmayın.

Yani bu kadar laf ettim... Şu kabustan sıyırayım diye allem ve kallem aklıma ne gelirse uyguluyorum.
Ama ne yapsam titrememi engelleyemiyorum.
Gerilim had safhada.
Korkudan ölüyorum.

O, her an bir yerden çıkabilir

Adetim veçhiyle, kiloluk kuru gıda paketlerini haşlayıp üçe bölerim.
Yine öyle yaptım ve mercimeğin üçte birini delikli kepçe ile süzüp çıkardım.(Soğutulup derin dondurucuya tıkılacak ve günün birinde belki yuvarlama olarak karşıma çıkacaktır.)
Ocakta kalan mercimekler de ikiye ayrıldı. Bir yarısına sızma yağda bayıltılmış bol soğan, bir avuç köftelik bulgur, nane, maydanoz, dereotu, taze çekilmiş karabiber ve tuz karışımını ekledim. Bu pütürlü yarıyla birazdan dolma saracağım.
Kalan yarıyı da el blenderi ile bızzzt yaptım. Lezzeti içine kattıklarımla belirlenecek, mıımmmm bir salata olmaya aday, nefis bir mercimek püresi.
Birbirine çok yakın malzemelerle namütenahi tatlar elde ediyorum. Ve de ben kendime işte bu yüzden bayılıyorum!

Rakının üzümü taze olacak

Pürenin sıcağına sızma yağ, limon ekliyorum ve de, pul biber, sivri biber, dereotu, maydanoz, taze nane, varsa roka, tere ve/veya evde olan her ottan hatırı sayılır bir tutam, bol taze soğan ve deeee sarımsak, aman ha ille de bol sarımsak.
Aç yanına da Tekirdağ’dan gelme taze üzüm rakısını. Of anam oof ki ne oofff. Yeni Rakı tabii, lakin mevsimi önemli. Üzümü taze olacak. Kuru üzüm rakısıyla asit gargarası yapmış gibi oluyorum da..
Dolmayı sarmaya hemen başlayamadım. Diyorum ya, fena halde korkuyorum. Elim ayağıma dolanıyor..
Adam şimdi karakoncolos gibi belirebilir.
"Sen de mi, al sana," falan diye diye beni o yerden bu yere vurabilir.
O adamdan her şey beklenir.
Yapraklar, kendime uzakça bırakılmış bir yerde süklüm püklüm duruyor. Ben mutfağın en kuytu köşesine çekilmiş öylece bekliyorum.
Sonunda iki elimi belime dayayıp kendimi kuvvete getirdim. Godiva fincanımı tazeledim. Yaratana sığındım.
"Anlaşmamızda olmayan bu mercimekli karışımı yapraklara sarabilmek için bana güç ver Tanrım!..."

Olay şöyle başlamıştı

Ben bir yere giderken, arabam eğer pazar yeri görmüşse kendiliğinden durur.O gün de öyle oldu. Pazara yanaştık, ben indim ve o adamla göz göze geldim.
Yağızdı, esmerdi, etrafı kırk çeşit yaprak sepeti ile sarılmış vaziyette idi. Tezgahının üzerine Tokatlı olduğuna ilişkin methiyeler düzülmüş pankartlar asılmıştı.
İçimden yarım kilo yaprak almak geldi. Neden olmasın? İstedim.
Hani bahar dolması gibi...
“Burası babanın bahçesi mi her gelen istediğini götürsün?” dedi adam, “ne saracaksın?"
"Dolma."
“Ne dolması?”
“Bildiğimiz dolma işte.”
“Zeytinyağlı mı, etli mi?”
"Bilmem."
"Karar ver, çabuk ol, bekleyenler var."
“Kıymalı olsun.”
“Nasıl kıymalı? Çiğden mi, kavrulmuş mu?”
“Hani bahar dolması gibi...”
“Bahar dolması diye çeşit yok, çiğden mi?”
“Çiğden.”
“Yaprak mı çiğden, içi mi çiğden?”
".............. ,"
“Kıyması yağlı mı, kuyruk yağlı mı, margarinli mi?”
“Ööööğğ.”
“Parmak mı, tombul mu?”
“Hııı...”
“İnce uzun mu?”
"Haaa..."
“Bakırda mı, çelikte mi?
"Neee?"
“Bakırı son altı ayda kalaya verdin mi vermedin mi?”
"............. ."
“Çelikte pişireceksen dibini önce yağla sonra yaprak....”
"............ ."
“Bak emayeye atma, yazık olur yaprağa...”
"............. ."
“Damarlarını ayır kuru fasulyeye katarsın....”
"............ ."
Hatırladıklarım bunlar.
Sonrasında olaylar gelişirken ben bayılmış mı idim, yoksa Mevla’mın inayeti ile kurtulup kendimi arabama dar atmış ve hızla oralardan uzaklaşmış mıydım? Bilemiyorum.
Hatta bu güzelim Cumartesi sabahı, buz dolabında eczacı titizliğiyle sarılıp sarmalanmış bir yaprak paketini bulmasam, kâbustu deyip geçebileceğim kadar şaşılacak bir durum.
İşte korkularım bu yüzden.
Tokatlı fırladı fırlayacak sanki mutfağın bir köşesinden ve sille tokat girişecekmiş gibime geliyor.
Zaten bu olaydan sonra bir daha bu eve yaprak falan giremez.
Kim sararsa haber verir, gider yerim..
En mühimi, kendime bir psikolog arkadaş edindim. Artık mutfakta olsun, banyoda olsun bu veya benzeri sorunlarım olursa telefonlaşacağız.
Hatta vahimsem atlayıp gelecek.
Ben de bir gün kendime gelince sizlere yarmalı baklalı acı Tokat sarması anlatacağım.
Çok beklersiniz demek istemiyorum

Perşembe, Eylül 01, 2005

Kuzguncuk'ta incir

Bahçesi arkasında, pazarı önünde. Çarşamba günleri kurulan pazara denk gelemezsem eğer, canım incir çektikçe hoop bahçenin içine. Kuzguncuk İcadiye'de. İncire geeel incireeeee.

Mutsuz mutluluklarım veya tam tersi...,

... mutlu mutsuzluklarım.

Hera tam da yerini bulmuş; Mutlu gittim, şen döndüm yazımın üzerine atmış bir not, 10 küçük mutluluk diyor bana, senin için nelerdir söyle...

Benim için mutluluğun küçüğü büyüğü yok. Bu bir.
Oya’yı seven, Oya’ya rahat huzur veren bir insanım. Özgüven, özsevgi, özeleştiri, özsaygı; bunlar zamanla, yaş ilerledikçe kazanılabilen yetenekler. Sanki kazandım! Hal böyle olunca, bana ve etrafımdaki küçük çevreme mutlu bakabiliyorum, mutluluk verebiliyorum. Bu iki.

Büyük mutsuzluklarım var. Benim dışımda. Anlayamadığım, müdahale edemediğim, aciz kaldığım bir sürü haller. Türkiye’de, dünyada...

Ülkeme neler oluyor?
Hayvanları sevmemek ne demektir?
Nasıl eğitiliyoruz?
Savaşmazsak olmaz mı?
Terör durmaz mı?
Denizler neden kirli?
Sokak çocukları ne olacak?
Açlık?
Gıda terörü?
Maganda terörü?

İlk on gibi sıraladım ama değil. Ben desem onlarca, siz deyin ki yüzlerce mutsuzum.
Keyiflerimi deli dolu yaşamaklar hakkım tabii. Hakkımı aşınca, etrafıma bakınca, yaşlı gözlerim ve hıçkıran bir yüreğim var.