Kedili Mutfaklar

Çarşamba, Şubat 28, 2007

Tarihi rezalet

Pansuman / Utandım, çok utandım...


(Fotoğrafı tıklayın lütfen)

www.istanbul.com 'da Üsküdar Meydanı'nın o güzelim III. Ahmed Çeşmesi için yazılanlar şöyle:

3. Ahmed Çeşmesi / http://www.istanbul.com/KesfetDetail.aspx?Cat=106, İstanbul’u keşfet…

- III. Ahmed Çeşmesi som mermerden yapılan çeşme dört yüzlüdür. Ana yüzü denize doğrudur. Bu tarafta Sultan III. Ahmed ile Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın müştereken hazırladıkları ve Sultan Ahmet'in eliyle yazdığı şu beyit bulunur:

"Didi Han Ahmet ile bile İbrahim tarihin Suvardı alemi dest-i Muhammed ile cevad-ullah Ketebehu Ahmet Han"

Bu yüzün ve camiye doğru olan yüzün köşelerinde zarif selsebiller görülür. Çeşmenin saçak altlarını mukarnaslar süsler. Köşelerde gömme halinde işlenmiş burma sütuncuklar bulunur. Muslukların yanlarını içlerinde güller bulunan kabartma vazolar süsler. Çeşmelerin ikişer taraflarına güzel mihraplar açılmıştır. Çeşmenin meydana bakan yüzünde Şair Nedim'in, Yeni Valide Camii'ne bakan yüzünde de Şair Rahmi'nin tarih manzumeleri bulunur. Diğer yüzdeki kitabe ise Şair Şakir tarafından hazırlanmıştır.

Çeşme, güncel tarihimize denk düşen Üsküdar Meydan Muharebesi sürecinde bakım onarım gibi aşamalardan da geçti. Parladı, yüzümüze güler oldu. Şimdi bir zahmet bu tarihi çeşmenin musluklarına bir göz atalım, üç otuz paralık hela muslukları ve yanına bağlanan iki otuzluk bir maşrapa.


Aklımızın almayacağı paraların döndüğü Üsküdar Meydanı'nda tarihe verilen değere bakın.

Aklımdan bir dökümhanede aslına uygun musluklar yaptırıp Büyükşehir'e bağışlamak geçiyor.

Salı, Şubat 27, 2007

Halimiz harap


Başımıza böyle işler geleceğini hiç tahmin etmezdik ama oldu. Evde yeniden tamirat başladı. Günlerdir Annoya ve Şemşi evi topladılar. Dün bazı amcalar bazı eşyaları alıp götürdüler, şaşırdık kaldık. Meğer hem sistra için yer açılsın, hem de arada onlar da tamir görsün, süslensinler diyeymiş. Çok korktuk çünkü önce, taşınırmış gibi sanki... Tövbe tövbeeeee, biz evimizi çok seviyoruz.
Bir süre Annoya'mız saçları dimdik gezer artık. Zaten sıkıldı da çok. Diyoruz ya, hiç aklımıza yoktu böyle şeyler, taaa ki iki üç ay önce odamızın parkelerinde bir tepecikli görüntü hasıl olana kadar.
Şimdi üçümüz de yatak odasına taşındık. Kapıdan sadece Annoya girip çıkabiliyor.
Bize yasak.

Pazartesi, Şubat 26, 2007

Ağlayalım artık...

Pansuman / ...ağlanacak halimize

Sabah sabah TV kanallarından birinde belirdi. Heyecanla anlattı. Her ortamın adamıydı. Eşi ve dostu hırsızından mafyasına herkes olabilirdi ve olmalıydı da. Dört yıl kokain kullanmıştı ama hiç viagra kullanmamıştı. Eh programın adı da Dobra Dobra'ydı. Yakışmıştı yani İbo'ya bu dobra haykırışlar..., desek de kazın ayağı öyle değildi.

Yılların hesabını sözde vererek, millete vekil olduktan sonra gelecek her belaya önlem alıyordu aklınca. Çok önemli işler yaptıklarını zanneden iki programcı baaayan, böylece bu çok önemli meseleyi de dobra dobra halletmişlerdi.

Biz toptan salağız ya.

Cumartesi, Şubat 24, 2007

Kuzu kulaklı bulgurotto

Bulgur yemem gelince durdurulamaz oluyorum. Bulgur kokusu ortalığı sarmadan rahat edemez oluyorum. Bir de nelisi nelisi, diye dönmelerim var mutfakta. Bugün kuzu kulaklısı.



Kuzu kulağı en sevdiğim otların biri. Okulun bahçesindeki çayırlarda bayırlarda yata yuvarlana, kuzu kulaklarını otlayarak geçirdiğim, lezzetlerin en ekşisiyle dolu baharlarım var çocukluğumda. Papaz eriklerimiz de unutulmamalı ekşiden yana, miniciklerken daha, çekirdekleri bile sertleşmemişken lüüüüp.

Kuzu kulakları Ablam Hülya'ya denk gelmiş. Akmerkez yanından Arnavutköy'e inen ayazmalı yokuşta, salata & ot yani salotçuda. Pek sevindim, pek. Her hasrette kavuşmak mümkün değil her ota malum, meğer ki rastgele.

Pişmez biliyorsunuz bu yapraklar. Öyle görünmese de pek narindir yapıları, erir gider ateşe vurulunca. Ben de pişirmedim tabii. Ne yaptım peki? Önce kafama göre müthiş bir bulgurotto tasarladım. Kırmızı soğan, sarıya ve yeşile katkı renk olsun diye; bir kavanoz enginar kalbi ve de bir diğer kavanoz bebek mısır oldu malzemem.

Sızmada döndürdüğüm çentilmiş soğanlara enginar ve mısırları kattım. Derken bulgurunu tabii, su, tuz, taze çekilmiş karabiber ve de beyaz şarap dilediğimce. Derler ya sırasıyla filan diye, sırası mırası yok, gönlümce. Bulgur dişe dokunur kıvama geldiğinde, söndürüp ateşi bir hayli yaprak döşedim üzerine ve de sıkıca örtüp demlenmeye bıraktım.

Bulgurotto adını koyduğum ilk bulgur pilavım,

http://kedilimutfaklar.blogspot.com/2005/07/bulgurotto.html ,

...ve de ikincisi

http://kedilimutfaklar.blogspot.com/2006/10/fndk-ve-srganl-bulgurotto.html

Bir de bu, etti üç.

Pazar, Şubat 18, 2007

"Zeytinyağlı yiyemem aman..."

Madem bir sakızlı muhabbetti Hemera / Çiğdem ve beni tanıştıran, bizi kaynaştıran, buyrun bende yok yok. Bu güzelim minik tabağın içinde okla işaret ettiğim sevimli bir sakız ağacı var. El dekoru, imzalı üstelik. Yeğenim Aycan ve gelinimiz Nurcihan'ın git-gel Sakız Adası iki gün turlarının birinden gelmişti bana. Hafta sonlarına iyi geliyormuş, diyorlar bu ada için...

Neyse, işte o tabağa aldım yağlarımdan 1/42 olanından bir miktar. Lezzetini bozmamak için sahibinin sesini dinleyip azıcık tuz ve karabiberle çeşniledim. Yedim gördüğünüz gibi. Kızarmış esmer ekmeğimle yedim. Zor tuttum kendimi kocaman bir ekmek yoğurmamak, sıcak sıcak bandırma durumları yaratmamak için.

Bu olay öğlene doğru olmuştu. Akşam üzeri de pastırmalı yumurta meselesini hallettim. Çok canım istiyordu, uzunca zamandır isteyip duruyordu; yaptım işte.

Kızarmış ekmeğimi sızmayla ıslatarak, üstüne gördüğünüz gibi bahsi geçen malzemeyi yerleştirdim.

Yaptım işteeee, pişman değiliiiiim.

Haaa, başlıktaki güzelim bir Ege türküsüdür. Hem Yunan söyler, hem Türk söyler.

"Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman, senin gibi cahile ben efendim diyemem aman...", dese de yalan söyler.

Kim neyin peşinde belli değil...

Fethullah Hoca'nın 'misyonerleri' neyin peşinde?

Mahmut Övür

Bir süre önce Kenya ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ni kapsayan bir geziye katıldım. Yola çıkarken kafamda tek bir soru vardı: Dünyanın dört bir yanına yayılan hatta adını ilk kez duyduğumuz ülkelerde açılan Türk okulları ne amaçla açılıyor? Aslında bu soru Türkiye'de pek çok insanın kafasını karıştırıyor.Şüphe ile bakanlar da samimiyetle olayı anlamaya çalışanlar da bu sorunun cevabını merak ediyor. http://arsiv.sabah.com.tr/2007/02/18/yaz1336-40-118.html yazının tamamı için..

Pansuman / Sorular???

Geziyi kim tertipledi? Masrafları kim karşıladı? Kim kim gidildi? Yerseniz diye cebinize fındık fıstık dolduruldu mu?

Cumartesi, Şubat 17, 2007

Hemera, Körfez Zeytinyağ

Burada Çiğdem Sönmez ve Oya Kayacan sanal tanışmasından elde edilen bir define var... Çiğdem'in elinden kısacık öyküsünü de hemen taşıdım buraya. Güzelim bir hasır sepetin bembeyaz patiska giydirilmiş içinden çıkan tam beş kardeş şişe. Bu öykü pek çoğumuzun hangi yağ nasıl elde edilir diye kafasını kurcalayan soruları da çok güzel yanıtlıyor.

Hemera'nın sadece bir ihracat markası olduğunu da düşünmeyin. Yavaş yavaş iç piyasaya da giriyorlarmış bu isimle, şimdilik Adana'dan başlayarak. Eh reklamsa reklam, öyle bir coşku yakaladım ki Çiğdem'le yaptığı iş arasında, söylemeden edemem; Carrefour ve Dia zeytinyağları da aynı üretimin ürünleri. Söz Çiğdem'de:

"Aslında çok yeni bir işletmeyiz. Hemera markası ile de epeyce ihracat yapıyoruz. Ekibimiz "tık tık şeytan kulağına kurşun" mu denir?, muhteşem bir ekip. Bütün arzumuz bir gün adımızın yanına "Körfez Zeytinyağ, bir aile işletmesi" yazabilmek :-) "Halâ böyle insanlar var mı, şükürler olsun," diyerek keyifle çalışıyoruz. Alevimiz, Sünnimiz birlikte, adetleri, daha önemlisi hayatı paylaşarak.


Sizin tatmanızı istediğim yağ çok özel bir yağ. Eski usul taş değirmende zeytinler ezildikten sonra keçelere yayıldı. Üstüste koyulup zeytinin kendi suyunu bırakması beklendi ve o yağ bir kenara alındı. (soldan birinci şişe, sadece 42 adet üretilen 42'nin biri yani 1/42. Etiketinde şöyle yazıyor: Bu zeytinyağ 2006 yılının Aralık ayında Mehmet Alan köyü , Kışla tepesinin zeytinlerinden Saltuksoy taş baskı sıkımhanesinde üretilen pres öncesi zeytinyağıdır.)

Sonra zeytin soğuk suyla ıslatıldı ve preslendi. O yağ da ayrı bir kenara alındı. (soldan ikinci) En son sıcak suyla ıslatıldı ve preslendi o yağ da ayrıca biriktirildi. (soldan üçüncü)

Bu zeytinin kendi kendine bıraktığı yağa buralarda "burun yağı" deniyor. Kimileri de "zeytin sütü" adını takmış. Biz biraz da doğruculuktan "pres öncesi" demeyi tercih ediyoruz. Köylü bu yağı ya kendi alıyor, ya da kontinülerde sıkılan zeytinin içinde hiç ayrıştırılmadan yağın içinde kaybolup gidiyor. Pek bilinmez. Köylü de elindekini satmaz. Bu yıl kendi zeytinimizi sıktırdık da o sayede elde edebildik :-) (Sağdan iki şişe, Körfez Zeytinyağ'ın piyasaya verdiği Sızma ve Riviera yağlarıdır.)

Sadece posadan ayrılması için çok hafif filtre ettik. Renginin berraklaşması için gereken toprak filtreleme işleminin yanından bile geçmedik. Lezzet de toprakta kalıp gidiyor çünkü. Tadacağınız yağ biraz bulanık olacak. Belki de hafifçe boğazınız yanacak. Önerim sıcak yemeklerde kullanmamanız sadece salatada ya da sıcak ekmek, hatta bazlama banarak yemeniz. İlk önce hafif tuzlayarak tadıp daha sonra baharatlandırmaya başladım ben. Sade tadını daha çok sevdim. Belki biraz taze karabiber o kadar."

(En çok sevdiğimiz şeylerden biri de hasır sepet. Çiğdem Abla bizi de düşünmüş, az önce Annoya'mızın bize de yalattığı 1/42 ve arkadaşlarını bu sepetle kargolamış. Şimdi hangimiz çıkacak üstüne, hangimiz inecek diye sıra bekliyoruz, bir de içine girebilsek! Beşiktaşlı Bobişko'ya selamlar Çiğdem Abla.)

Şimdilik bu kadar, ağzımızın tadında Hemera durumlarını zaman zaman okuyacaksınız. Şirinceli Candan kızımın güzel yağlarının yanında bir onlar, bir bunlar... Eh Allah bana sabır ve kolaylık versin.

Çarşamba, Şubat 14, 2007

Günaydın aşıklara, asikis kalimera...

16/02/2004'te, Açık Site www.acikradyo.com 'da bir sözde Sevgililer Günü yazım vardı. İçinde o günlere dair bazı espriler yer alsa da, bugün sizlere de okutmak istedim.

Oya Kayacan


Sevgililer Günü yazacağım. Eh günaaydıııın diyeceksiniz tabii. Öööle demeyin... Makbul olan niyet. Ben oturmuş muyum 14 Şubat Cumartesi gününden yazımın başına siz ona bakın. Aklıma da yakışıklılar yakışıklısı Sakis’i getirmiş miyim taa Roma’dan, sırf bugün için, sizlere özel... Kaş göz onda, boy pos onda. Yüzüne bakınca yüreğim şahlanıyor, yanına yatınca aboooo... Biraz gel gel / ela ela hallerindeyim neredeyse. "Ah Sakis pedi mu, ela," demekle gelsen keşke.

Halbuki bugün tek kişilik değildi benim program. Oturup herkesi anmak istiyordum. Bana sevgili olmuşluğu olan herkesi yani. Allahtan, lakin allahtan tek takıldı Sakis aklıma, yoksa hayatım roman kitabımın temeli ilk sayfalarından atılmaya başlanacak, sizler de mecburen ‘arkası haftaya’ net fasikülleri halinde benim aşklarımı okumak durumunda olacaktınız. Haydi elleri göriiiim, eller havayaaaaa; dua edin, kurtuldunuz... Amin.

Sakis’in gelip beynime, ah o benim aptal / abdalis kafama şiddetli bir orta yapması dolayısıyla dağılmam, ki sizi kandırmak olmasın diye açıklıyorum, ille de Sevgililer Günü’ne rastlamıyor. Önceleri var işin. Biri Kostas diyor, benim aklıma hoop Sakis geliyor. Kostasss bir, Kostassss kiiii... Muhalefet Kostas ve Başbakan Kostas arası naaaa dağlar kadar fark götürür (misali Deniz ve Tayyip olarak görüntüleyelim lütfen), ammaaaa aklıma düşen Sakis birrr, Sakis kiiii,
Sakis üççç, kız hepsi benim mi?

Aynı şeyler Yorgo dediklerinde de oluyor, Tasos haydi haydi. Adadan Rauftu, Serdardı gibi isimlere anavatandan Abdullah ve Tayyip katılımları olunca hele yine Sakis’e kayıyor aklım fena halde.

Elinde gitarı, parakalo Oyakimu, zeibekiko... dedi miydi, bende doğal cevap “Efe karısı mıyım lan Sakis, ne bilirim zeibekiko meibekiko,” olacağına, bilmediğim zeybekleri oynamaz mıydım ah, o tanrısal şeytanların tüylerinden oluşmuş Sakis’e. Gitarın çiftetelli / tsiftetell tınılarında döktürmez miydim aramızda oluşan sevda / sevdas hallerini, bahriye çiftetellisine mi olur artık, Adana ya da İstanbul’a mı?

Rumca bilsem anlarım belki

Ha işte, uzuncadır ve bir haylidir ki Kıprıs meselesi üzerinde attığım taklalardan beynim fena sarsıldığından, niyeti bozdum. İngilizcesiyle, Türkçesiyle haberleri sıkı takibe aldım olmadı. Yorumlara, aman kaçırırsam mahvolurum ne yapıp edip her boka maydanoz olmalıyım tekniğiyle yaklaştım, nafile. Koskoca K.Kıprıs Cumhurbaşkanı kalktı geldi, olayları harfiyen anlattı bizlere Bizim Tepe’de. Ben yine bir tek fotoğraf çekmesine şahit olduğumla kaldım, o koskoca konuşması gümm diye boşluğa uçtu. Yani düşünün ki beni oraya gazeteci vasfıyla gönderseler, geri döndüğümde, “Rauf Bey resim çekmek konusunda hayli ustalaşmış, artık kimseler eline su dökemez,” falan gibi bir yazı döşeneceğim.

Bir şansım kaldı, o da Rumcaya bilhakkın vakıf olmak. Zaten Kıprıs’tan haberler Rumca kurslara akın akın gidildiği mealinde. Onlar da anlamıyor anlaşılan olanları, çaresizce çabalıyorlar. Ben derseniz, oturduğum yerden eski defterleri karıştırmaya başladım. Yavaş yavaş / siga siga söktürürüm evelallah.

Zaten alt yapımda, ancak zamanlamaları kesinlikle farklı olaraktan, elde vardı bir Rum sevgili. Elde vardı iki Marmaris Rodos arası git geller. Elde vardı üç İzmirkondumda Yunan televizyonu izleyerek çalışmaları ilerletmeler. Elde vardı dört Modern Greek in a Nutshell kitaplarım... Asıl da önemlisi ve elde var beeeş, zamanında çeşit çeşit azınlık komşulara sahip olmuş Sarıyerli annemin çeşitli azınlık dillerine de sahiplenmesi. Bu dillerin içine Rumca da karışınca, e daa n’oossunn? Sempatim var belli bu Rumdan mumdan olan herşeye... O zamanlardan başlamıştım çatra patra / tsatra pat atıp tutmaya, kod adımı Dantel / Ntantella koyan Rum dostlara sıcacık bakmaya.

Balık da yutar zokayı

Dolayısıyla şimdiki günlerde kendimi yeniden Rumcaya vermek durumundayım. Türkçem yeterli gelip de kaptıramadığım Kıprıs durumuna ilişkin haberleri anlayabilmek için yani. Yoksa ard niyet aramayın.

Çapari / tsapari çeşit çeşittir. Tüylerine göre... Hindiden, horozdan, martıdan gibi kanatlı hayvancıklardan yolduğun tüyleri iğnelere batırıp salarsın suya. Kofi ve Alvaro sandal / sandali içinde keyfederken, onlar da kendilerine balık sürüsü edası verip suda salınırlar. Ahmak / ahmakis balıklar da yutar zokayı. Lüfer / luferi, palamut / palamuti, uskumru / skumbri takılır oltana. Oh ne alâ, bir sürü balık. Çalışmalarım şimdilik bu mealde.

Hattâ şimdi Sakis ve ben aldık başımızı balık yemeye Anzio’ya gittik. Bir şey değil Roma merkeze bir saat falan. Oturduk oooh sahil boyundaki balıkçılardan birine, sanki Ayastefanos (Yeşilköy) günleri yaşıyorum Sarhoş Mehmet’in orada. Babam ve annem kadeh kaldırıp içiyor, ben ve ablam Hülya onların bardaklarından küçük yudumlara talim ediyoruz. Annem Selma, “Nuriii, sarhoş olacak çocuklar,” diye feveranda feveranda olmasına ama babamın cevabı şudur: “Yanakları pembe pembe oluyor çocukların, yarasın de yarar bu meret işte...” Yine de kazanan annem oluyor. Kesiliveriyor bizim istihkak orta yerinde. O gün için suya dönüyoruz.

Şimdi de Anzio’ya, Sakis’le oturduğumuz o masaya dönüyoruz. Ben bütün bu hikayeyi Sakis’e içine Türkçe / Rumca kattığım İtalyancamla anlatıyorum. Ne güzel anlaşıyoruz. Ama birden 6 – 7 Eylül’de yerle bir edilmiş Beyoğlu’ndan karelere Sakis’in güzel yüzü karışıyor. Dükkanlarıyla birlikte yürekleri de yerle bir edilenler göçüp gidiyor hayatımızdan birer birer. ‘64 Kararnamesi derler adına ki alıyor bizim sevgili biracımız Apostol’u Pasaj’dan, güzeller güzeli Meri Markidis’i apar topar okuldan, göçtürüyor ailece Yunanistan’a. 6- 7 Eylül talanı olaylarının bendeki resmine annemin can dostu Eleftheria ve ailesinin Tarabya’daki evlerini bırakıp göçmelerinin acısı karışıyor.

Bekar / bekiaris durumlarımdan, ayrıca yürürlükte olan bir sevda / sevdas sahibi de olmayışımdan, waaaay bana waaaahlar bana ki bu fevkalade önemli günümü sağımı solumu kaşıyıp derdime yanmakla geçirdim.

Asikis, geç de olsa kalimera.

Bazı şeyler içinse çok geç...

Salı, Şubat 13, 2007

Sakız tatlısı nasıl yenirmiş...

Sofra keyfimiz yazıma (bir önceki), Çiğdem'den gelen yorumu okuyun önce lütfen... Mutfaklarımız ve ağızlarımız bilgi üst üste yığılınca tatlanıyor, lezzetleniyor.
Bazılarınız hatırlayacaktır, elimizde kavanozlarla sakız reçeli tartışıp durmuştuk bir zamanlar (sanırım Mutfakta Zen zamanıydı), ne yapsak ne etsek bunlarla diye. Yemesi biraz güç, sanki boğazından yapışarak geçiyor insanın. Tadı, çok tatlı, öyle tatlı ki neredeyse boğazımızı yakıyor. Sonuçta kendi başına yemekten vazgeçip sütlü tatlılara katmaya karar verdiydik galiba.



Nereden nereye, ceviz reçeli ararken sakızla ilgili bir yazımı bulan Çiğdem'in dediğini hemen yaptım.

Biraz da süsleyelim yaptığımı bakalım dedim, tığ işi örtü koydum bardağın altına, sakız beyazı o da. Bu örtü galiba baba tarafından, Düriye Hala'mdan gelmiştir bana. Bizde anne tarafı ince iş, baba tarafı kaba iş yapar ~ dı nakışta. Halam Mürşide hariçtir, o, üstelik dikiş nakış hocası dır ~ idi. Müthiştir, müthiş. İyi aklıma geldi bakın, bir gün onun yaptığı nakışları fotoğraflamalıyım.

Çiğdem'in dediğini yaptım. Üst fotoğraf, bir kaşık sakız tatlısının bardağa alınıp derin dondurucuda bekletimiş haliydi, bu da üstüne buz gibi su eklenmiş durumu.

Bardak bilgisi de vermek istiyorum. Bu bardak ve ailesi 1977 yılı Paşabahçe yapımı olup, gümüş bordürlüdür. Atılmaz, satılmaz, kırmamak için çok özen gösterilir, makinede yıkanmazlar; inanılmaz + müthiş keyif verirler bana birlikte sürükledikleri anılarla. Dilerim sizlerin de onlarca yıllık bardaklarınız olur günlerden bir gün, acayip keyifler veren.

İşte burada da, suyun içinden sakız tatlısını alış halim var. O gördüğünüz hal akışkanlık değil. Bardağın dibinden, kaşıkla kaldırdığın yerden yukarı doğru uzuyor ve öylece duruyor. Kaşığı çekiştirmek, sağa sola oynatmak durumundasın tatlıyı ağıza alabilmek için. Sonra da kaşığı usturuplu bir şekilde yalamak gerekiyor. O da kolay değil pek, yalaya erite, iki işi bir arada yaparak. Hımmm ki çok keyifli. Yaşşa be Çiğdem.

Bittiiiii. Ben her bir kaşığı yalayıp yuttuktan sonra suyumdan da bir yudum içtim. Pek sakız tadı almasa da su gittikçe lezzetleniyor. Kimsecik de bardağın son durumunu kontrol etmekte. Sakız rengi paticiği ne de yakışırmış benim kızımın bardağın kenarında kalan sakız damlalarına.

Şimdiiii, Çiğdem'in bu adetini sık sık tekrarlayıp Kedili Mutfaklar'ın adetleri arasına da sokacağımdan hiç şüpheniz olmasın.

Ne güzel ikram olur bu yaaa!

Balık üstüne helvanın yerini alır mı alır...

Pazar, Şubat 11, 2007

Sofra keyfimiz

Akın Amca bize geldi. Çok güzel bir Pazar geçirdik.

Annoya müthiş bir makarna yaptı. Mantar ve tavuk, tarhunlu zeytinli filan. Üstüne parmesan koydular. Çok çok yediler.

Ben Akın Amca'yla bol bol sohbet ettim.


Annoya'mı öptüm, teşekkür ettim. Ben hiç azarlanmayan mutlu bir kediyim. İstersem masada dururum, istemezsem durmam.

Belli zaten hayatımızın güzelliği. Çiçek çiçeeekkk.




Posted by Picasa

Salı, Şubat 06, 2007

Pes...

Pansuman / ...bu ne perhiz...,

Rakı ’milli içki’ ilan edilecek yüksek ÖTV’den kurtulacak

Hükümet, rakıyı vergide Avrupa Birliği’nin 'yüksek alkollü içki’ kategorisinden çıkartmak için harekete geçti. Rakı, daha önce Fransa’nın rom, Yunanistan’ın Uzo’da yaptığı gibi ’milli içki’ olarak tescil ettirilecek. Böylece rakıya düşük oranlı ÖTV uygulanacak. MALİYE Bakanlığı, rakının, Avrupa Birliği’nin (AB) yüksek oranlı özel tüketim vergisi tarifesinden korunması için de harekete geçti. Maliye Bakanlığı, rakı için de Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından ’Türkiye’nin milli içkisi’ olarak tescili için Dış Ticaret Müsteşarlığına başvurdu. Rakının Türkiye’nin milli içkisi olarak tescil edilmesi durumunda yüksek oranlı ÖTV’sinde düşüş sağlanacak. Yunanistan’ın da daha önce Uzo’yu milli içki olarak tescil ettirerek, üzerindeki yüzde 50 oranındaki ÖTV’yi düşük oranlara çekmeyi başardığı belirlendi.

(6 Şubat 2007, Hürriyet Ekonomi’den)

...bu ne lahana turşusu?

CHP'den Ata rakı davası

CHP "Atatürk'ü halka sürekli alkol alan biri olarak gösteriyor" diye Ata ve Sarı Zeybek rakı markalarının iptalini istedi.

BAYKAL'IN BİLGİSİ VAR

CHP İstanbul İl Başkanı Şinasi Öktem suç duyurusunda şu gerekçeleri sıraladı: "Bu rakılar tanıtım ve reklamlarında hep Cumhuriyet'in kurucusu Gazi Mustafa Kemal'i anımsattı. Alkollü yerlerde halkın bu ürünleri ulu önderin ismini kullanarak istediği görüldü. Bu, ulu önderin şahsiyetini zedeliyor. Para kazanılacak diye Ata'nın isminin hunharca kullanılmasına göz yummayız."

(Sabah Ekonomi, Sevilay Yükselir’in haberinden)

Pazartesi, Şubat 05, 2007

İkimizin resmini...

(Fotoğraf Hürriyet'ten, polis memuru Murat Eriş)


(Fotoğraf Google'dan, Yasin Hayal)

Pansuman / Bir serab oldu şimdi hayalin... (Nihavend)

Of sen yana ben cama / ikimizin resmini çıkarsınlar yan yana / derelerin çakılı, nerden aldın akılı / döne döne oynuyor, ağabeyimin çakırı... (Türkü, Trakya yöresi)

Pazar, Şubat 04, 2007

Hafta bittiiii..., + likörler ne durumda?

Kısa haftanın kârı budur

Arka sıra soldan birinci bir litrelik bir teneke olup Şirinceli Candan kızımla birlikte Şirince'den İstanbul'a hayli yol katetmiş ve bana armağan edilmiştir. İçinde sızmaların en hasosu olan sızmasının koklanacak olan kısmından vardır. Üstündeki kedi magnet, tenekeye yapışık olarak gelmiştir yani armağana dahildir. Aşağıda sol ve orta sabunlar da armağandır. Mine'sinin ipekten yapılmış sabun kalbidir, Şirince'nin ilkel zeytin posası sabunu kalıplarıdır...; bir de zengin sabunu var aralarında, Fresh Line'dan havuçlu, aynen haftanın kâr listesindedir o da...

Likörlerim sıraya girmiş, şık şişelere aktarılıp içilmeyi beklemektedirler. Aşağıda likör konusunda daha açıklayıcı bilgiler verilmiştir. Birazdan okuyacaksınız. Hindistan cevizinin de müsait bir zamanımda etinden ve sütünden yararlanmak, belki onu da alkole atıp alkol manyağı yapmak istiyorum. Durun bakalım, pek yakında.


Annem aşure yaptı

Ben hemen kapısında belirdim. Kocaman bir çorba servisi içinde olana göz koydum ama kısmet değilmiş. O çanak Ablam Hülya ile hafta sonu geçirmeye Sapanca'ya gitti. Ben sadece süslemiş bulundum. Kendime getirdiğimi yemelere doyamıyorum ve de kıyamıyorum, dolayısıyla bugün kalkıp yine anneme yollanıyorum. Teyzelerim de gelecek, hep birlikte aşure yiyelim olacak yani bugün.



Lahananın böylesi

Önce lahanamı haşlayıp limon ve sızma ile yerim diye düşünmüşken, ortaya acılı ekşili enfes bir turşumsu çıktı. Ortanca boy lahana altı dilime bölünüp tuzlu suda haşlanmaya başlamışkeeeen, içine kereviz sapları ve acı mı acı Urfa salçası katıldı. Yapraklar biraz yumuşayınca suyuyla birlikte soğuttum. Limon suyu ve sirke karışımını tadarak ağzıma göre ilave ettim ve de tabii ki bir sürü diş sarmısak. Biliyorum, çabuk turşu falan diye yapılır böylesi lahana turşusu ama suyunu bu şekilde kullanmazlar galiba. Yapraklar yumuşayınca alıp salamuraya koyarlar. Böylesi çok güzel oldu.


Otlarımız büyüyor

Burada hem Annoya'mızın aldığı arpalı buğdaylı karışım hem de zarfta satılan ithal kedi buğdayından var. O zarftan çıkanları almak kazıklanmaktan başka bir şey değilmiş diyor Annoya. Resmen buğday işte içindeki, kedi buğdayı da ne demekmiş? Bize de 'aportman görevlisi' İsmail almış, zevzek işgüzar n'olucak. Annoya'mız ne diyor, o gidip ne getiriyor!

Likörler ne durumda?

Oya kepçe oldu, fır dönüyor İstanbul kazanı içinde. İş var torbada!

Nar&votka&şeker ile kumkuat&votka&şeker üçlüleri o kadar lezzetli o kadar keyifli içimler oldular ki anlatılamaz.

Nar&grappa&çikolata&şeker işi de tamam. Grappa oldu enfes bir narlı çikolatalı grappa. Kuralsız bir karışım, keşif modları ayarlarımda yapıldı ama oldu işte. Kendi halinde erimeyen çikolata problemi, hafifçe ısıtılarak eritilip aşıldı.

Şimdi krema durumunu ayarlamanın peşindeyim. Sağolsun Londra’dan yazan Esin Ertaş, kulağıma kar suyu kaçırdı bu konuda. Çırpınca koyulaşmayan single cream ve tatlandırılmış condensed milk kullanarak başarılı olduğu bir tarif de vermiş.

Bir blok iyi kalite çikolatanın yarıdan fazlasını bain-mari usulü eritip 1 kutu single cream (185 ml çırpınca koyulaşmayan inceltilmiş krema) ile karıştır. Bir kutu tatlandırılmış condensed milk ilave et. Koyuca hazırlanmış ve soğutulmuş, bir çay bardağından az kaliteli kahveyi de ilave et ve arzuladığın ölçüde viski ile karıştır. İçine 1 kaşık sıvı vanilya özü (extract) ve 1 tatlı kaşığı badem özü ilave et.

Irish cream’i anımsatan enfes bir tat oldu ve en güzel tarafı bu likörün bekletilmeye ihtiyaci yok, buzdolabında soğuduktan sonra buzla servis, nefissssssss.. İki ay içinde bitmesi gerekiyor ama bende iki hafta ancak dayandı.Eğer condensed milk bulamazsan bence en iyi çözüm krema miktarını artırıp içine ayrıca şeker ilave etmek. Yukarıdaki tarifte şekere gerek yok çünkü condensed milk ve çikolata yeterince tatlılık veriyor, ayrıca bu yıl limoncello'm da harika oldu ama bence uzmansındır sen onda.

İşte bu ince ayarı alan ben, düştüm ince krema ile kalın süt peşine. İnce, çırpılınca kabarmayan kremadan tek anladığım, hani kahvelere koyulan minik kapsüller vardır ya, onlar oldu. Kalın sütün derseniz tenekesi bile gözümün önünde. Ama her ikisine de piyasadan el etek çektirilmiş, yoklar.

İşte böyle şimdilik likör hallerim..., de, madem Esin demiş ki, ben limoncello'nun uzmanı olmalıymışım, o zaman buyurun bu hiç şaşmayan limoncello tarifim. Malûm deneysel mutfaktır benim mutfağım, ölçülü biçili olduğundan vermemişimdir şimdiye kadar.

Dört limonun incecik soyulmuş sarı kabuklarını bir litre saf alkole veya votkaya atın. Alkol iyice renklendiğinde, yaklaşık 2-3 hafta sonra 250 gram şeker ve iki litre su ile iki saat kaynatın. Buzdolabında saklayın ve soğuk servis yapın.

Limoncello, sorbet gibi ana yemek geçişlerinde veya yemek sonrasında hazme yardımcı olarak ikram edilir.

Yani öyle gelişigüzel içmeyin!

Durum bu merkezde, kremoza arayışlara devam ve de hafta bittiiiii.






Perşembe, Şubat 01, 2007

Abicilik

Başımız kel değildi elbet. Bizim de abilerimiz vardı. Muhsin Abi mesela, abilerin abisi sayılırdı mahallede. İki ablası vardı, onlara abilik ederdi. Abinin gerektiği yerlerde topaç çeviriyor, abisiz çevrilmeyecek iplerden atlıyordu ablalar çünkü. Kafam beni atlatmıyorsa, Şen Kardeşler namıyla maruftular. Bizim sokakta oynamadığımız saatlerde sokağa çıkarlar, muhtemel uyanmalarımıza yakın dönerlerdi.

Behzat Abi canımızdı. Orkestra kurmuştuk all together mahalle çocukları, tabii ben elebaşı. Bizi peşine takar cızrap cızrap yürütür, Vişnezade Parkı'nın Orta Çam dediğimiz mahalline gelince durdururdu. Orada sahne alır, çalıp söylemeye başlardık. Orkestrasyon muhteşemdi. Ben mesela fevkalade gitar tıngırdatırdım dilimle. Piyano çalanımız vardı yine haliyle dil damak sesleriyle, borucular eller boru şeklinde sesler zurna. Behzat Abi, aradan çok geçmeden Beyaz Kelebekler'i kurmuştu. Yine aradan çok geçmemişti haberleri geldi bir gün, kazaen ölmüşlerdi turne yollarında.

Ali İhsan Abi çok ünlü santrafordu. Beşiktaş'ın allah için çok yakışıklı, melez çikolata renkli, Arap Ali İhsan'ıydı. Bütün mahalle çocuklarına ama en çok bana sahip çıkardı. Ensesinden inmezdim, ilk okul zamanlarımın ilk yıllarında özel binek aracımdı sanki. Abiliğin her hakkını verir, kollar sahiplenir gözetir, yanlışımı yakaladı mı saçımı çekerdi.

Abicilik yıllar içinde gelişti. Lise yıllarımda muhallebici abiler çıktı meydana, ki aynen o sıralarda aklı ben kadar evvel olanlar muhallebicilerden el etek çektiydik. Tavuklu pilav tavuk göğsü arası, misafir ol gel bana hocam seni bir üflesin muhabbetleri yapılıyordu. Adnan'cıların ayak sesleriydi onlar, Fethullah'çıların davul zurna çalmalarıydı. Kuyruğunu kıstıranlara vaadedilen bol paralı tarikat kardeşlikleri din kardeşlikleriydi. Değişik yoldan çıkarma görevleri olan beyin tımarcılarına abi denmeye başlanmıştı.

Çoook sonradır izmlerin bokunu çıkaran kadirİzm'in Kadir Abi'si... Hazır bok demiş bulunmuşken, ihtilallerle gelip yerleşik düzene geçiş yapan bokunu yediren abiler... Yavaş yavaş gelişen ağır abiciliğe ithafen kurtları ulutan filmci gabilerden esinlenerek oluşan mabiler...

Adı tavuk, tavuk yemi ve yumurtayla anılan maliye bakanı Kemal Abi'miz...

Say say bitmeze son vermek gerekirse eğer, zınk diye Dink'i vuran veleti sahiplenen abiler, o abilerin abileri, abilerinin abilerinin abileri...

Tayyip abim evde mi evde mi?