Kızartma, eski sevgili gibi
(Annoya'mı bir kenardan gözlüyorum. O da aşağıda bitmiş halini gördüğünüz patlıcan biber kızartmasıyla uğraşıyor.)
Baştan çıkıyorum. Kendi kendimi kudurtuyorum. “Yapmazsan ne ol, bak yapacaksın tamam mı?” diye kendime ant içiriyorum. Yapmak için kaşınıyorum. Kimsecik ve Cancan’a binbir bahane buluyorum, “Bir daha yapmam söz,” falan diyorum mesela. Onlar hiç de aptal değil ama. O soran gözlerini mutfakta bırakıp terkediyorlar beni. Ara sıra gelip yan gözle, yarım yüzle bakıyorlar kapı kenarından. “Deli, deli bu kadın deliiiii... Kızartma yiyooo, yağlar mağlar aldı başını gidiyooo... Yıllar geçmiş aradan, kızartma nedir bilmemiş bu mutfak, n’oluyooo şimdi peki, n’ooooluyo?”
Ben de bilmiyorum. Canım çekiyor işte. Hepsi bu. Sokakta yediklerim, yiyeceklerim kesmiyor bu ara beni. Kendi kızartmamı kendim kızartmak istiyorum. Ve bu sabah başta şahsım, arkadan Kimsecik ve Cancan’ımla helalleşerek giriyorum mutfağa. Tıpkı o bir zamanlar çoook sevilen eski bir sevgiliye kavuşurmuş gibi. Olay ne biliyor musunuz? Patlıcan biber kızaracak, hepi de bu, topu da bu. Ancak bu kızaracak olan patlıcan biberin günlerdir planlama aşamasındayım. Yeni tabiriyle tasarım diyorlar bu işe, tasarım! Yaa, işte esas anlatacağım işin o tasarım faslı.
Bir sosu olsun bu patlıcan biber kızartmasının. O hep olanlardan olmasın, domatesliydi, yoğurtluydu değil yani başka, başkaaaa. Limonlu kırmızı erik sosu olsun olmasın... Sarmısaklı domatesli krema olsun olmasın... Beyaz peynirli otlar olsun olmasın. Taratorumsu olsun mu peki? Olsun olsuuun, taratorumsu olsuuun. Pazar yerlerinde bulduğum en acı biberleri, cevizle sarmısakla zeytinyağı ile ezerek yaptığım macundan da girsin mi içine? Girsin girsiiin. Bayat ekmek dilimleri, sert kızarmış yerleri ayrıştırılıp ıslatılarak kuşlara verilsin, kalanı blender’a atılsın. İki üç domatesin çekirdekleri ve olması maalesef muhtemel odunsu yerleri çıksın, kalanı yine blender’a. Kaya tuzu, olmazsa olmaz bol sarmısak da girsin işin içine, iki avuç da ceviz. Sızma, bolca sızma, biraz sirke, az da limon hatta, mmmm ki mmmmm... Zıssstt yapılsın. Nasıl ama bu lezzet? Sana sormadım Kimsecik, çabuuk dışarı bakiim sen. Bu mama benlik oluyor, senlik oğlunluk arkadaşlarınlık falan değiiil!
Patlıcanlara pijamalarını giydiriyorum sonra, verevine dilimleri tuzlu sirkeli suya basıyorum. Patlıcan pişireceksem bu işi hep yapıyorum; acısını, karasını atsın falan mı oluyor sanki işin tercümesi? Sivri biberlerin de çekirdekleri çıkarıp yıkıyorum, boylu boslu bırakıyorum onları bölüp bölüştürmeden. Bir demet maydanoz sert saplarından ayıklanıyor, yıkanıp kurulanıyor. Kocaman bir soğan da incecik halkalara kesiliyor. Unnn, un tuzlanıyor... Kağıt peçetelerle sıkıca kurulanan patlıcan ve biber çoook hafiften unlanıp önce kızartılıyor. Sonra unlanan soğan halkaları kızarmaya yüz tutarken maydanoz salınıyor kızgın yağın içine. Hemen söndürüp ateşi onları da alıyorum gazeteler üzerine serdiğim kağıt havlulara.
Tabağa tabağa yayılsın kızarmış patlıcan dilimleri, kenar kenar çevirsin onları kızarmış biberlerim, halka halka soğanlarla maydanozlar yumuşak bir ortayla girsinler şöyle göze göze tam da ortadan. Üstüne üstlük o turuncumsu renk alan acımsı, taratorumsu, domatesli sos örtsün yer yer bu keyifli görüntüyü. Muhteşem oldu bunlar, kavuştum işte o yıllar önce yok ettiğim eski sevgiliye.
Durum muhasebesi yapalım şimdi:
a) nedir bu mutfağın hali, kim temizleyecek şimdi buraları?
b) herkesler yaptığı yemekleri resimliyor ya, haydi Oya, önce bulgurotto’nun arkadan da kızartmanın fotograflarını çekiver bi zahmet. Yemeklerin altında antika İzmir tepsin var, okurların dikkatlerini oraya da çekmeyi unutma. Annenin dediğini de unutma, "Tepsiyi parlattırıver, ayıp yahu güzelim tepsiyi ne hale getirdin."
c) Kimsecik ve Cancan’a kaşığın burnuyla bulgurotto tattırabilirsin.
d) THE END of the kitchen game, for today... Herkes işine dönsün.
Baştan çıkıyorum. Kendi kendimi kudurtuyorum. “Yapmazsan ne ol, bak yapacaksın tamam mı?” diye kendime ant içiriyorum. Yapmak için kaşınıyorum. Kimsecik ve Cancan’a binbir bahane buluyorum, “Bir daha yapmam söz,” falan diyorum mesela. Onlar hiç de aptal değil ama. O soran gözlerini mutfakta bırakıp terkediyorlar beni. Ara sıra gelip yan gözle, yarım yüzle bakıyorlar kapı kenarından. “Deli, deli bu kadın deliiiii... Kızartma yiyooo, yağlar mağlar aldı başını gidiyooo... Yıllar geçmiş aradan, kızartma nedir bilmemiş bu mutfak, n’oluyooo şimdi peki, n’ooooluyo?”
Ben de bilmiyorum. Canım çekiyor işte. Hepsi bu. Sokakta yediklerim, yiyeceklerim kesmiyor bu ara beni. Kendi kızartmamı kendim kızartmak istiyorum. Ve bu sabah başta şahsım, arkadan Kimsecik ve Cancan’ımla helalleşerek giriyorum mutfağa. Tıpkı o bir zamanlar çoook sevilen eski bir sevgiliye kavuşurmuş gibi. Olay ne biliyor musunuz? Patlıcan biber kızaracak, hepi de bu, topu da bu. Ancak bu kızaracak olan patlıcan biberin günlerdir planlama aşamasındayım. Yeni tabiriyle tasarım diyorlar bu işe, tasarım! Yaa, işte esas anlatacağım işin o tasarım faslı.
Bir sosu olsun bu patlıcan biber kızartmasının. O hep olanlardan olmasın, domatesliydi, yoğurtluydu değil yani başka, başkaaaa. Limonlu kırmızı erik sosu olsun olmasın... Sarmısaklı domatesli krema olsun olmasın... Beyaz peynirli otlar olsun olmasın. Taratorumsu olsun mu peki? Olsun olsuuun, taratorumsu olsuuun. Pazar yerlerinde bulduğum en acı biberleri, cevizle sarmısakla zeytinyağı ile ezerek yaptığım macundan da girsin mi içine? Girsin girsiiin. Bayat ekmek dilimleri, sert kızarmış yerleri ayrıştırılıp ıslatılarak kuşlara verilsin, kalanı blender’a atılsın. İki üç domatesin çekirdekleri ve olması maalesef muhtemel odunsu yerleri çıksın, kalanı yine blender’a. Kaya tuzu, olmazsa olmaz bol sarmısak da girsin işin içine, iki avuç da ceviz. Sızma, bolca sızma, biraz sirke, az da limon hatta, mmmm ki mmmmm... Zıssstt yapılsın. Nasıl ama bu lezzet? Sana sormadım Kimsecik, çabuuk dışarı bakiim sen. Bu mama benlik oluyor, senlik oğlunluk arkadaşlarınlık falan değiiil!
Patlıcanlara pijamalarını giydiriyorum sonra, verevine dilimleri tuzlu sirkeli suya basıyorum. Patlıcan pişireceksem bu işi hep yapıyorum; acısını, karasını atsın falan mı oluyor sanki işin tercümesi? Sivri biberlerin de çekirdekleri çıkarıp yıkıyorum, boylu boslu bırakıyorum onları bölüp bölüştürmeden. Bir demet maydanoz sert saplarından ayıklanıyor, yıkanıp kurulanıyor. Kocaman bir soğan da incecik halkalara kesiliyor. Unnn, un tuzlanıyor... Kağıt peçetelerle sıkıca kurulanan patlıcan ve biber çoook hafiften unlanıp önce kızartılıyor. Sonra unlanan soğan halkaları kızarmaya yüz tutarken maydanoz salınıyor kızgın yağın içine. Hemen söndürüp ateşi onları da alıyorum gazeteler üzerine serdiğim kağıt havlulara.
Tabağa tabağa yayılsın kızarmış patlıcan dilimleri, kenar kenar çevirsin onları kızarmış biberlerim, halka halka soğanlarla maydanozlar yumuşak bir ortayla girsinler şöyle göze göze tam da ortadan. Üstüne üstlük o turuncumsu renk alan acımsı, taratorumsu, domatesli sos örtsün yer yer bu keyifli görüntüyü. Muhteşem oldu bunlar, kavuştum işte o yıllar önce yok ettiğim eski sevgiliye.
Durum muhasebesi yapalım şimdi:
a) nedir bu mutfağın hali, kim temizleyecek şimdi buraları?
b) herkesler yaptığı yemekleri resimliyor ya, haydi Oya, önce bulgurotto’nun arkadan da kızartmanın fotograflarını çekiver bi zahmet. Yemeklerin altında antika İzmir tepsin var, okurların dikkatlerini oraya da çekmeyi unutma. Annenin dediğini de unutma, "Tepsiyi parlattırıver, ayıp yahu güzelim tepsiyi ne hale getirdin."
c) Kimsecik ve Cancan’a kaşığın burnuyla bulgurotto tattırabilirsin.
d) THE END of the kitchen game, for today... Herkes işine dönsün.
2 Comments:
ben buraya koment yazdiydim da noolumus kine? gitmis mi gitmis mi?
By Tijen, at 24 Temmuz 2005 22:11
Geldi geldi, bulgurotto'nun altına düşmüş. Çook afiyetle yendi bu kızartılmış patlıcan biberler. Ara sıra yapmalı bence. Midelere flan da hiç birşey olmadı. Misss, miss.
By Oya Kayacan, at 25 Temmuz 2005 08:08
Yorum Gönder
<< Home