Kedili Mutfaklar

Cuma, Eylül 02, 2005

Sarı mercimeğim sarı

(Bit pazarına nur yağıyor, eskiye rağbet artıyor!!! Bu yazım da çok eskilerden. Geçen hafta Yogurtland'ın Fethiye'si yaprak meselesi attıydı orta yere. Bir yaprak maceram girsin bari buraya dedim, gülmelik.)


Bu gün sözde sarı mercimek benim, ben de sarı mercimeğin keyfini çıkartacaktık.Günlerden Cumartesi. Elimde bir paket sarı mercimek. Sabah on.
Benim ödüm patladı patlıyor. Çünkü az önce buz dolabını açtığımda, günün kâbusu ile burun buruna geldim.
Yani ben onu aslında gerçekten kabus sanıyordum. Fakat, Allah sizi inandırsın, o oradaydı.
Demek ki dünkü kabus ayniyle yaşanmıştı.
Sarı mercimek seçmemin nedeni mutfağımla rengahenk olması. Sarı tonları yani. Yoksa şu yaptığıma yapacağıma bin pişman olduğum şey pekala yeşil mercimekle de olur.

Calamity Jane, erkek gibi kadındı

Bir yandan korkudan ödüm şey oluyor, öte yandan da mercimekler haşlanaduruyor.
Şimdiki mercimekler zaten bir tuhaf. Öyle düdüklü olsun filan diye bir ısrarları yok. At suya, üç dakika kaynat çıkar, şıp ve şak.
Aynı sırada bir namussuz kokudur ki bindiriyor mercimeğin köylük kokusu üzerine, anlatamam.
Mutfaktan çıkıp evi bastı Noisette a la Vanille, Café Godiva. Kahve keyfinin en elitinden. Hani, kokular arası gönlümce fink atmak bu kadar olur. Aşkın gözü kördür felsefesinde “Burnumun direğini seveyim!” adlı muazzam bir orta oyunu.
Kahve Godiva, kahve olmasına çok iyi de, ben bir de adına bayılıyorum.Böylesine isimlere zaafım var: Maria Magdalena mesela. Aklıma eser eser, bir avaza, “Ay Maria Magdalena” diye bağırmaya başlarım. Artık İsa duyar mı sevgilisinin adını, duyuyorsa eğer yüreği kuş gibi çırpınır mı bilmem. Şarkının gerisini getiremediğim için belki de fazla ırgalamıyordur Hazret’i.
Sonra Calamity Jane’i çok severim. Kadın alkolikmiş malkolikmiş ama hakkını yemeyelim, 11 yüzyılın en iyi tetikçilerindendir derler. Bu gün olsaydı adı yine sıraya girer miydi? Hııı? Calamity’nin devleti derin miydi, sığ mıydı, bilemiyoruz ki!
Mata Hari’yi de pek beğenirim. Yani şimdi bir de Mata Hari kahvesi çıkarsalar içmez miyim? Benim kahve sırlarımı ola ki kimlere satabilir gerçeği dahi, aklımın bir köşesini bile zerre kadar meşgul etmez vallahi.
Lady Godiva da öylesine sevdiklerimden işte. Bu kadın, kaçıncı yüzyıldaydı unuttum, at üstünde çırılçıplak görüntü verince vergiler sıfırlanmış.

Benim yuvarlamam mercimekli

Biz bu devirde, tam nüfus olarak toplansak ve öküz, at, deve, eşek, fil gibi binilebilen her hayvanın üzerinde nü poz versek... Cümleyi burada keselim. Devamı şöyle. Hani faturaların üzerinde yuvarlama diye bir rakam var ya, mesela diyelim 478’i 500’e yuvarlamışlar; vallahi onu bile kaldırtamayız. Yuvarlama deyince, işte laf zaten böyle uzuyor, benim yuvarlamam mercimekli.
Kıyma, mercimek, patates, bulgur, soğan, maydanoz, sarımsak, biber çeşitleri ve kimyonu mıncıklayıp yuvarlıyorum. Miktarları hiç de önemli değil çünkü zaten herkes kendi ağzının tadını bilir.
Bu köfteler domates suyunda pişince çok güzel oluyor. Kızartıp sarımsaklı yoğurtla yerseniz daha da güzel. Bulguru kaynar suda bekletmeyi, patatesleri de önceden haşlamayı unutmayın.

Yani bu kadar laf ettim... Şu kabustan sıyırayım diye allem ve kallem aklıma ne gelirse uyguluyorum.
Ama ne yapsam titrememi engelleyemiyorum.
Gerilim had safhada.
Korkudan ölüyorum.

O, her an bir yerden çıkabilir

Adetim veçhiyle, kiloluk kuru gıda paketlerini haşlayıp üçe bölerim.
Yine öyle yaptım ve mercimeğin üçte birini delikli kepçe ile süzüp çıkardım.(Soğutulup derin dondurucuya tıkılacak ve günün birinde belki yuvarlama olarak karşıma çıkacaktır.)
Ocakta kalan mercimekler de ikiye ayrıldı. Bir yarısına sızma yağda bayıltılmış bol soğan, bir avuç köftelik bulgur, nane, maydanoz, dereotu, taze çekilmiş karabiber ve tuz karışımını ekledim. Bu pütürlü yarıyla birazdan dolma saracağım.
Kalan yarıyı da el blenderi ile bızzzt yaptım. Lezzeti içine kattıklarımla belirlenecek, mıımmmm bir salata olmaya aday, nefis bir mercimek püresi.
Birbirine çok yakın malzemelerle namütenahi tatlar elde ediyorum. Ve de ben kendime işte bu yüzden bayılıyorum!

Rakının üzümü taze olacak

Pürenin sıcağına sızma yağ, limon ekliyorum ve de, pul biber, sivri biber, dereotu, maydanoz, taze nane, varsa roka, tere ve/veya evde olan her ottan hatırı sayılır bir tutam, bol taze soğan ve deeee sarımsak, aman ha ille de bol sarımsak.
Aç yanına da Tekirdağ’dan gelme taze üzüm rakısını. Of anam oof ki ne oofff. Yeni Rakı tabii, lakin mevsimi önemli. Üzümü taze olacak. Kuru üzüm rakısıyla asit gargarası yapmış gibi oluyorum da..
Dolmayı sarmaya hemen başlayamadım. Diyorum ya, fena halde korkuyorum. Elim ayağıma dolanıyor..
Adam şimdi karakoncolos gibi belirebilir.
"Sen de mi, al sana," falan diye diye beni o yerden bu yere vurabilir.
O adamdan her şey beklenir.
Yapraklar, kendime uzakça bırakılmış bir yerde süklüm püklüm duruyor. Ben mutfağın en kuytu köşesine çekilmiş öylece bekliyorum.
Sonunda iki elimi belime dayayıp kendimi kuvvete getirdim. Godiva fincanımı tazeledim. Yaratana sığındım.
"Anlaşmamızda olmayan bu mercimekli karışımı yapraklara sarabilmek için bana güç ver Tanrım!..."

Olay şöyle başlamıştı

Ben bir yere giderken, arabam eğer pazar yeri görmüşse kendiliğinden durur.O gün de öyle oldu. Pazara yanaştık, ben indim ve o adamla göz göze geldim.
Yağızdı, esmerdi, etrafı kırk çeşit yaprak sepeti ile sarılmış vaziyette idi. Tezgahının üzerine Tokatlı olduğuna ilişkin methiyeler düzülmüş pankartlar asılmıştı.
İçimden yarım kilo yaprak almak geldi. Neden olmasın? İstedim.
Hani bahar dolması gibi...
“Burası babanın bahçesi mi her gelen istediğini götürsün?” dedi adam, “ne saracaksın?"
"Dolma."
“Ne dolması?”
“Bildiğimiz dolma işte.”
“Zeytinyağlı mı, etli mi?”
"Bilmem."
"Karar ver, çabuk ol, bekleyenler var."
“Kıymalı olsun.”
“Nasıl kıymalı? Çiğden mi, kavrulmuş mu?”
“Hani bahar dolması gibi...”
“Bahar dolması diye çeşit yok, çiğden mi?”
“Çiğden.”
“Yaprak mı çiğden, içi mi çiğden?”
".............. ,"
“Kıyması yağlı mı, kuyruk yağlı mı, margarinli mi?”
“Ööööğğ.”
“Parmak mı, tombul mu?”
“Hııı...”
“İnce uzun mu?”
"Haaa..."
“Bakırda mı, çelikte mi?
"Neee?"
“Bakırı son altı ayda kalaya verdin mi vermedin mi?”
"............. ."
“Çelikte pişireceksen dibini önce yağla sonra yaprak....”
"............ ."
“Bak emayeye atma, yazık olur yaprağa...”
"............. ."
“Damarlarını ayır kuru fasulyeye katarsın....”
"............ ."
Hatırladıklarım bunlar.
Sonrasında olaylar gelişirken ben bayılmış mı idim, yoksa Mevla’mın inayeti ile kurtulup kendimi arabama dar atmış ve hızla oralardan uzaklaşmış mıydım? Bilemiyorum.
Hatta bu güzelim Cumartesi sabahı, buz dolabında eczacı titizliğiyle sarılıp sarmalanmış bir yaprak paketini bulmasam, kâbustu deyip geçebileceğim kadar şaşılacak bir durum.
İşte korkularım bu yüzden.
Tokatlı fırladı fırlayacak sanki mutfağın bir köşesinden ve sille tokat girişecekmiş gibime geliyor.
Zaten bu olaydan sonra bir daha bu eve yaprak falan giremez.
Kim sararsa haber verir, gider yerim..
En mühimi, kendime bir psikolog arkadaş edindim. Artık mutfakta olsun, banyoda olsun bu veya benzeri sorunlarım olursa telefonlaşacağız.
Hatta vahimsem atlayıp gelecek.
Ben de bir gün kendime gelince sizlere yarmalı baklalı acı Tokat sarması anlatacağım.
Çok beklersiniz demek istemiyorum

3 Comments:

Yorum Gönder

<< Home