Artist miymişim?
(Eski bir yazı yine, yine www.acikradyo.com 'dan)
Sordular madem, anlatmayan n'olsun? Zaten ben kralın soytarısı… Ciddi ciddi yazmalarıma kimsenin tahammülü yok. Kanayan yaralara bastığım parmaklarımı gören yok. Fingirdeme bültenlerime karşı ise, mümtaz okurlarım başlıyor beni tuşlamaya. Turgut Baba'mla tıkırdadığım geçen hafta yazımdan sonra sorulan sorular benim artistliğim üzerine yoğunlaşıyordu. Acaba artist miymişim de, gözlerden mi kaçmış mışım?
“Evet artistim. Var mı? Adım jeneriklerden de geçti, sahnelerde de dolaştım… Vah vah size ki beni gözden kaçırmışsınız,” mı diyeyim yoksa, yoksaaaa, “amma da yaptınız ha, ben artist olsaydım gözden kaçacak kadın mıydım?” diye hayıflanayım artık bilemedim.
Aslında artistliğe her genç kız gibi okul yıllarımda başlamak istiyordum. Ama okullu zamanlarımda artistlik yapmak arzularım ortalama engeline takılıp kalıyordu. Yani yetenekli olmak yetmiyor, seksen ve üzeri ortalama ile 'honour' öğrenci olman gerekiyor ki, ohoooo, o öğrenci nerde ben nerede?
Onlardan tanıdığınız biri mesela Nevra Şırvan (Serezli). Nevra, hem dersini biliyordu, hem de kadrolu okul artistliği yapıyordu! Üstelik ben de her gün dersimi ondan öğrenirdim. Akşamları bir, “Aloooo, Nevra bitanem, ne dedi bugün bizim bilmemne hocası?”
Sahnede bulunmak…
Durum böyle olunca, madem ki ben artist olamıyorum, kendime derhal artist bir sevgili ediniyorum. Alın işte resmini de basıyorum. Hem artist, hem de ilk kocam olur bu adam, adı Atilla Sarar. O zamanlar mesela Karaoğlan filmlerinde oynuyor, Orhan Günşiray'lı ve Yılmaz Güney'li filmlerin çoğunda var.
(Atilla Sarar, işte kaçtığım kocam.)
Neyse ne, ben de bu pek yakışıklıya pek bir bayılıyorum ve de işte uğruna evden kaçtığım adam budur. (Dahası var bu kaçışların ki, sonradan uğruna Türkiye'den kaçtığım adam da budur! Derken, o da benim bu kaçışlarıma dayanamamış, Türkiye'yi terkedip Amerika kıtasına yerleşmiş, bir daha da geri dönmemiştir.)
Velhasıl, başlıyor hayatım film setlerinde, tiyatro kulislerinde geçmeye. Atilla o aralarda rahmetli Ulvi Uraz'ın tiyatrosunda. Ali falan (Yalaz, ki o da rahmetli), Kırmızı Fenerler'i oynuyorlar. Ulvi Bey de bakıyor, ben de her gece oradayım, oyunun müşteri bekleyen sokak kadınları sahnesinde, sahnede en görünmeyen bir yere beni de oturtuyor. Böylece çıktım mı sahneye, çıktım işte.
Ertesi sezon Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu'nda Zilli Zarife'de oynayan kocam ve tabii yine her gece her gece yanında ben, çünkü aşkımız büyük… Duyduğuma göre Engin diyor ki, “Oya da sahnenin üzerine çıkmaya hevesli, eh çıksın bari, boş durmasın.” Aynı gün aynen kovuluyoruz tiyatrodan ve de kulağımıza, “Gülriz Hanım Oya'yı kıskandı,” diyorlar. Galiba onun da öyle bir huyu varmış, Engin'i kıskanmak gibi. Şimdi, o son çıkan kitabını okumalı da, kıskançlık üzerine ahkam kesen dillerini yemeli…
Uzun lafın kısası, o ara işsiz kaldıydı kocam, biz de aç sefil. Ben çalışıyorum ama aldığım para ne Valdeçeşmesi - Tünel arasında yürüyerek gidip geldiğim yollarda eskiyen pabuç parasına yetiyor ne de ev kirası, elektrik su derken cebimizde kalan yol parasına. Kurucu kadrosunda çalıştığım Setur da pek para vermiyor. Daha doğrusu Vehbi Bey o ara sık sık yanıma oturup soruyor, “Oya gızım ne durumdasın?” diyor da, ben yüzümü kızdırıp açız diyemiyorum.
Ben de, uzun yıllar sonra, felekle çember münasebetimi geliştirip, tiyatro kulislerinde sürünen o masum Oya'lıktan kurtulduğumda Gülriz Hanım'dan acı bir intikam almıştım. Konusu bende saklı!
Yılmaz “yürüüüü” deyince…
Yılmaz Güney birinci Levent'te oturuyor o zamanlar, Orhan Abi de (Günşiray) dördüncü. Bizde de para pul kıt olduğundan, eh bizi seven bu ikisine de ortalama oturuyor olduğumuzdan, akşamlardı, hafta sonlarıydı hep onlarla geçiyor. Haliyle, çalışmadığım zamanlarımda yine film setlerindeyim.
Neyse gelelim benim artistliğime; artistlikse işte bu da artistlik. Tarabya'da, meydana hemen yakın bir köşk var (hani geceleri kulüp oluyor da, genellikle de Tanju Okan şarkı söylüyor, Villa Zarif mi ne...), işte orada film çekiliyor. Yılmaz bir yandan yazıyor, bir yandan da oynayıp çekiyor. Ben de ayak altında dolaşıyorum. O gün de sağolsun (!) biraz sinirli miydi ne, sağa sola sıkıp duruyor. Cam çerçeve şangır şungur indirdi aşağı, ki ben ayak altından kaçacak delik bulmaya çalıştığım sırada bağırmaya başlamaz mı, “Oyaaa nerdeeee, Oyaaaaaaa?”
Eyvah geçti içimden, bana kızdı galiba, sıkar mı şimdi bir tane de ayağıma?
“Yürüüü,” dedi, “geç şu kapının önünden…” Ben de ürke korka, yine de olabildiğince artist davranarak yürüdüm tabii. Aynı gün, birkaç kere daha da yürüttü. Sonra heyecanlı bir vaziyette filmi seyretmeye gittiğimizde ne göreyim? Ben buzlu camın arkasından gölge olarak geçiyorum.
Artist miyim artistim işte, hâlâ inanmadınız mı? O zaman, elde var üüüçç.
(Koca kadın olduğumda aldığım teklife çok sevinmiştim.)
Fikret Hakan'la Nejla Nazır Yangın filmini çekiyor. İngiltere'den bir madde getirmişler, Kuruçeşme kömür deposunda duran bir gemide yangın çıkarıyorlar ama alevler sahte; içinden geçiyorsun yanıp yakılmadan. Ben yine sahnedeyim. Ne yaptığımsa hiç belli değil.
Zaten ben de o filmde çok aramama rağmen kendimi seçememiştim.
İlk ciddi rolüm
Artık o günler çok geride kalmış, kocaman kadın olmuşum, bu sefer ciddi bir teklif geldi. Yönetmen arkadaşım Aydın Bağardı tam bana göre bir rol bulmuş, Ölürayak'ın setine davet ediyor telefonla.
Koşa koşa gittim tabii, Bağdat Caddesi üzerinde bir kafeterya'ya. Şekerim Yüksel Gözen (rahmetli Yuki) ve beni kameranın en iyi alacağı şekilde barda oturttular. Biraz heyecandan, biraz da bar adabına uygun bir kaç kadeh de attım ben orada. Derken işte kalktım, Haluk Bilginer ve Meral Oğuz'un oturduğu masaya doğru ilerledim. Olabildiğince doğal olamayarak başladım bu ikiliyle konuşmaya. Sözde eski dostlarıymışım da, pek özlemişmişim de…
Aaaa, Yuki'ye bu kadar bile rol yok. Yuki fena bozulmuştu. Ben pek oralı olmadım tabii, tam bana göre olan rol bu kadar oluyormuş herhalde deyip büktüm boynumu. Sonradan galaya da gittim de vallahi kendimi pek bir takdir ederek bir daha da görmeye karar verdimdi Ölürayak'ı.
Breh breh, oynamışım ki ne… Hele jenerikte, misafir oyuncu diye pabuç kadar adımı görünce…
Bugünlük bu kadar artistlik size yeter mi?
Sordular madem, anlatmayan n'olsun? Zaten ben kralın soytarısı… Ciddi ciddi yazmalarıma kimsenin tahammülü yok. Kanayan yaralara bastığım parmaklarımı gören yok. Fingirdeme bültenlerime karşı ise, mümtaz okurlarım başlıyor beni tuşlamaya. Turgut Baba'mla tıkırdadığım geçen hafta yazımdan sonra sorulan sorular benim artistliğim üzerine yoğunlaşıyordu. Acaba artist miymişim de, gözlerden mi kaçmış mışım?
“Evet artistim. Var mı? Adım jeneriklerden de geçti, sahnelerde de dolaştım… Vah vah size ki beni gözden kaçırmışsınız,” mı diyeyim yoksa, yoksaaaa, “amma da yaptınız ha, ben artist olsaydım gözden kaçacak kadın mıydım?” diye hayıflanayım artık bilemedim.
Aslında artistliğe her genç kız gibi okul yıllarımda başlamak istiyordum. Ama okullu zamanlarımda artistlik yapmak arzularım ortalama engeline takılıp kalıyordu. Yani yetenekli olmak yetmiyor, seksen ve üzeri ortalama ile 'honour' öğrenci olman gerekiyor ki, ohoooo, o öğrenci nerde ben nerede?
Onlardan tanıdığınız biri mesela Nevra Şırvan (Serezli). Nevra, hem dersini biliyordu, hem de kadrolu okul artistliği yapıyordu! Üstelik ben de her gün dersimi ondan öğrenirdim. Akşamları bir, “Aloooo, Nevra bitanem, ne dedi bugün bizim bilmemne hocası?”
Sahnede bulunmak…
Durum böyle olunca, madem ki ben artist olamıyorum, kendime derhal artist bir sevgili ediniyorum. Alın işte resmini de basıyorum. Hem artist, hem de ilk kocam olur bu adam, adı Atilla Sarar. O zamanlar mesela Karaoğlan filmlerinde oynuyor, Orhan Günşiray'lı ve Yılmaz Güney'li filmlerin çoğunda var.
(Atilla Sarar, işte kaçtığım kocam.)
Neyse ne, ben de bu pek yakışıklıya pek bir bayılıyorum ve de işte uğruna evden kaçtığım adam budur. (Dahası var bu kaçışların ki, sonradan uğruna Türkiye'den kaçtığım adam da budur! Derken, o da benim bu kaçışlarıma dayanamamış, Türkiye'yi terkedip Amerika kıtasına yerleşmiş, bir daha da geri dönmemiştir.)
Velhasıl, başlıyor hayatım film setlerinde, tiyatro kulislerinde geçmeye. Atilla o aralarda rahmetli Ulvi Uraz'ın tiyatrosunda. Ali falan (Yalaz, ki o da rahmetli), Kırmızı Fenerler'i oynuyorlar. Ulvi Bey de bakıyor, ben de her gece oradayım, oyunun müşteri bekleyen sokak kadınları sahnesinde, sahnede en görünmeyen bir yere beni de oturtuyor. Böylece çıktım mı sahneye, çıktım işte.
Ertesi sezon Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu'nda Zilli Zarife'de oynayan kocam ve tabii yine her gece her gece yanında ben, çünkü aşkımız büyük… Duyduğuma göre Engin diyor ki, “Oya da sahnenin üzerine çıkmaya hevesli, eh çıksın bari, boş durmasın.” Aynı gün aynen kovuluyoruz tiyatrodan ve de kulağımıza, “Gülriz Hanım Oya'yı kıskandı,” diyorlar. Galiba onun da öyle bir huyu varmış, Engin'i kıskanmak gibi. Şimdi, o son çıkan kitabını okumalı da, kıskançlık üzerine ahkam kesen dillerini yemeli…
Uzun lafın kısası, o ara işsiz kaldıydı kocam, biz de aç sefil. Ben çalışıyorum ama aldığım para ne Valdeçeşmesi - Tünel arasında yürüyerek gidip geldiğim yollarda eskiyen pabuç parasına yetiyor ne de ev kirası, elektrik su derken cebimizde kalan yol parasına. Kurucu kadrosunda çalıştığım Setur da pek para vermiyor. Daha doğrusu Vehbi Bey o ara sık sık yanıma oturup soruyor, “Oya gızım ne durumdasın?” diyor da, ben yüzümü kızdırıp açız diyemiyorum.
Ben de, uzun yıllar sonra, felekle çember münasebetimi geliştirip, tiyatro kulislerinde sürünen o masum Oya'lıktan kurtulduğumda Gülriz Hanım'dan acı bir intikam almıştım. Konusu bende saklı!
Yılmaz “yürüüüü” deyince…
Yılmaz Güney birinci Levent'te oturuyor o zamanlar, Orhan Abi de (Günşiray) dördüncü. Bizde de para pul kıt olduğundan, eh bizi seven bu ikisine de ortalama oturuyor olduğumuzdan, akşamlardı, hafta sonlarıydı hep onlarla geçiyor. Haliyle, çalışmadığım zamanlarımda yine film setlerindeyim.
Neyse gelelim benim artistliğime; artistlikse işte bu da artistlik. Tarabya'da, meydana hemen yakın bir köşk var (hani geceleri kulüp oluyor da, genellikle de Tanju Okan şarkı söylüyor, Villa Zarif mi ne...), işte orada film çekiliyor. Yılmaz bir yandan yazıyor, bir yandan da oynayıp çekiyor. Ben de ayak altında dolaşıyorum. O gün de sağolsun (!) biraz sinirli miydi ne, sağa sola sıkıp duruyor. Cam çerçeve şangır şungur indirdi aşağı, ki ben ayak altından kaçacak delik bulmaya çalıştığım sırada bağırmaya başlamaz mı, “Oyaaa nerdeeee, Oyaaaaaaa?”
Eyvah geçti içimden, bana kızdı galiba, sıkar mı şimdi bir tane de ayağıma?
“Yürüüü,” dedi, “geç şu kapının önünden…” Ben de ürke korka, yine de olabildiğince artist davranarak yürüdüm tabii. Aynı gün, birkaç kere daha da yürüttü. Sonra heyecanlı bir vaziyette filmi seyretmeye gittiğimizde ne göreyim? Ben buzlu camın arkasından gölge olarak geçiyorum.
Artist miyim artistim işte, hâlâ inanmadınız mı? O zaman, elde var üüüçç.
(Koca kadın olduğumda aldığım teklife çok sevinmiştim.)
Fikret Hakan'la Nejla Nazır Yangın filmini çekiyor. İngiltere'den bir madde getirmişler, Kuruçeşme kömür deposunda duran bir gemide yangın çıkarıyorlar ama alevler sahte; içinden geçiyorsun yanıp yakılmadan. Ben yine sahnedeyim. Ne yaptığımsa hiç belli değil.
Zaten ben de o filmde çok aramama rağmen kendimi seçememiştim.
İlk ciddi rolüm
Artık o günler çok geride kalmış, kocaman kadın olmuşum, bu sefer ciddi bir teklif geldi. Yönetmen arkadaşım Aydın Bağardı tam bana göre bir rol bulmuş, Ölürayak'ın setine davet ediyor telefonla.
Koşa koşa gittim tabii, Bağdat Caddesi üzerinde bir kafeterya'ya. Şekerim Yüksel Gözen (rahmetli Yuki) ve beni kameranın en iyi alacağı şekilde barda oturttular. Biraz heyecandan, biraz da bar adabına uygun bir kaç kadeh de attım ben orada. Derken işte kalktım, Haluk Bilginer ve Meral Oğuz'un oturduğu masaya doğru ilerledim. Olabildiğince doğal olamayarak başladım bu ikiliyle konuşmaya. Sözde eski dostlarıymışım da, pek özlemişmişim de…
Aaaa, Yuki'ye bu kadar bile rol yok. Yuki fena bozulmuştu. Ben pek oralı olmadım tabii, tam bana göre olan rol bu kadar oluyormuş herhalde deyip büktüm boynumu. Sonradan galaya da gittim de vallahi kendimi pek bir takdir ederek bir daha da görmeye karar verdimdi Ölürayak'ı.
Breh breh, oynamışım ki ne… Hele jenerikte, misafir oyuncu diye pabuç kadar adımı görünce…
Bugünlük bu kadar artistlik size yeter mi?
7 Comments:
yetmez! ben bunlari baska yerlerde de görmek istiyrem..
nerdeee??? heralde samdangalanevinden dergilerde diyil.
sen bilirsin iste...
By Tijen, at 1 Ekim 2005 21:46
Zamanımda Şamdan ve Gala olsaydı tek başıma çıkarırdım evelallah!!! Ben senin ne dediğini biliyorum da Tijen'ciğim uğraşmak istemiyorum. Bir de bir nevi kafadan sıkıntım hasıl oldu. Bu basın yayın dünyamız, bu kadar okumayan bir millete, bu kadar kitabı nasıl satacak? Bu ne kadar fazla yazar arzıdır allahım, bu talepsiz ülkeye. 50'şerden 100'erden baskı yapıyorlar sırf azıcık popülaritesi oluşmuş kitapları korumak, yazarlarını saymak, kitap okumayı yurduma milletime özendirmek için. Koskoca kitapçılarda aradığın kitapları "arzu ederseniz getiriyoruz," diye laf salatasına boğuyorlar. Satan kitaplar dinsel.
Fuarlardan insanlar bakınıp bakınıp çıkıyor, alan da adını beğendiği bir yazara yakın durup imza almak, cep telefonuna da fotoğraf koymak için alıyor.
Benim yazılarım da Türk milletine internetten armağan olsun.
Hatta köşe yazısı gibi ciddi ciddinin komiğini yazmayı bile düşünmüyor değilim ara sıra.
By Oya Kayacan, at 2 Ekim 2005 10:01
Sevgili Oya yenge , sizi teşvikiye çeşmesinin arkasındaki apartmanda ziyaret ettim sen uyuyordun abim ayaktaydı bana sahanda yumurta yaptı ve benim sessiz olmamı rica etti . internette yayınlamış olduğunuz bilgilerde eksiklikler olduğunu zannediyorum . Abimden boşandıktan sonra , belki de mecburi bir tedavi alma zorunluluğunuz olduğunu duydum .. yıllar geçti. Belki de bu italyadaydı . belki de abim senin de bildiğin gibi şu anda amerikada internette senin yazmış olduğun bazı özgeçmişleri okumuştur. ve belki de sen bunları sonradan ekstra bilen bi kişinin ağzından okuyacaksın şu anda ayvalıkta yaşamaktayım. çok kısa bir süre de olsa yengemsin . ve hep öyle kalacaksın.biz ailecek arkandayız .ilgilenirsen ulaşabilirsin
By Adsız, at 9 Haziran 2008 20:01
Bak şimdi, yorumu ne kadar geç görüyorum. Çok zaman geçti, 40 yıl kadar, Behiye diye bir kız kardeş hatırlayamadım. Atilla'nın kardeşi Sevim'i tanımış, Ayvalık'ta da anne ve babasını görmüş ve çok sevmiştim. Ha bir de ben özgeçmiş filan yazmıyorum. Anılardan, ordan burdan dalgamı geçiyorum. Mecburi tedavi alma zorunluluğumu bilemedim bak. Delirmiş miydim yani bir nevi? Arkamda olmanıza ne diyeyim, onu da bilemedim. Arkamda olmaya devam edin. Sevgiler
By Oya Kayacan, at 30 Ağustos 2008 20:58
en merak ettiğim kadının yaşamından kısa da olsa bir kesit okumak nasıl mutlu etti beni nasıl!! daha fazlasını okumak bilmek isterim yaaa beeeeeen.
By semiramis, at 1 Eylül 2008 15:54
Semiramis'ciğim, yeri sırası gelirse yazmak galiba doğru olan. Bir de sadece ve sadece kendine odaklanarak anlatmak. Yoksa kayaları yerinden oynatmak kolay ama arkasından başlayan taş yağmurunu durdurmak çok zor. Ben yemekler keşfetmeyi, yapmayı seviyorum. Yanısıra şuradan buradan takılıyorum işte. Sevgiler sana ve de o güzelim çocuklarına.
By Oya Kayacan, at 2 Eylül 2008 09:53
Atilla abiyle tesadüfen tanışıp 1 saat kadar sohbet etmişliğim var..Kendisi 71 yaşındaymış fakat 55 gibi duruyordu...Maşallah bu yaşta bu zindelik imrendim doğrusu...
By Unknown, at 8 Ekim 2009 15:03
Yorum Gönder
<< Home