Her halimle bir hoşum
(10/09/2002 tarihli Açık Radyo yazım. Hediye alıp verme mevsimi olduğundan mıdır, erkek güzeli Deprem Dede'nin yine kendini ortalara atıp felaket tellallığı yapmaya başlamasından mıdır bilmem, uydu dedim bu yazı, haydi girelim buraya da okunsun.)
Aşık olmayı pek severim. Hemen her şeye uçsuz bucaksız aşık olma yeteneğim var. Bu da bir aşk hikayesi. Gönül benim değil mi, ota da kondururum, boka da…
Eş dost gelecekti, iki lokma yemek yenecek haliyle, iki kadeh de içilecek. Aralarında tanışık geçmişimiz pek kısa olan biri de var. Bu mahalleye geldiğimden beri selamlaşıp kısa kısa konuşuyoruz da, lakin git gelimiz hiç olmamış.
O gece deprem gecesiydi, mahalle halkı tam mevcuduyla sokağa fırlamış. Fırsat bu fırsat, ben de yanaklarıma şöyle incecikten birer fırça allık, gözlerimin de rastığını çekip toplantı meydanına doğru salındım. Maksadım topluluktaki dişime dokunur insanların tespiti.
Nasıl sallandığını ben gidene kadar herkes anlatmıştı galiba. Benim de nasıl sallandığım anında müthiş bir merak konusu oldu. “Anlat Oya Hanım, duvarların gittiğini ve geldiğini gördün mü? Yataktan fırlayınca ayakların üstünde durmanla tepetaklak olman arasında kaç saniye geçti?” İşte bu gibi soruları bir süre yanıtlı veya yanıtsız bıraktıktan sonra baktım o adam bana doğru yönleniyor. Kurtarılıyorum yani tastava soru cevap oyunundan.
Sohbeti çabuk başlattık. Hemen İstanbul’un altı üstüne getirildi, eski defterler karıştırıldı. Her karışıklıktan çıkması muhtemel sonuç tabii ki buradan da çıktı. Ohooo, o onun bunun da arkadaşı da, onun arkadaşları benim de dostlarım da… Ben onun bilmem kaç yıl önce reji asistanlığı yaptığı zamanlarda setlerde kaç kere karşılaşmışız da. Neyse buraları uzatmayı başka yazılara bırakalım…
Herkese değil, anlayana nane
İşte böylece o eş dostun geleceği akşam, onun mevcudiyetinin de gelecek olanlarla yakışık alacağını düşündüm. Çağırdım geldi. Elinde bir demet nane.
Çok mutlu olduğumu ifade etmeyi her zaman beceren yüzüm repliğini alamamış oyuncu gibi dondu. “Kendim yetiştiriyorum da,” dedi adam, “herkese götürmem, anlayanlara sadece…”
Aman efendim, bayılırım. Nanenin her bir şeyine taparım. Sabahları hafiften nanemolla kalkıldığında hele, nane limon içmenin keyfi de pek başkadır canım. Evimden nanenin yaşı ve kurusu, aroması, likörü, ruhu, şekeri, jikleti ve de özellikle After Eight hiç eksik olmaz. Ruh dedim de, ruhu şad olsun babam da pek severdi naneyi. Aynen böyle bahşettiğiniz gibi elinde nane demetiyle gelirdi de, annem sevincinden nerelere uçacağını şaşırırdı.
Böylesi durumlarda, şu yukarıda olduğu gibi davranış bozuklukları göstermek benim yetişme tarzımdan kaynaklanıyor. Bana öğretilenler aynen şöyle: Misafir, diyelim ki elinde bir demet çiçekle geldi. Aman efendim, bu çiçekler zaten o çiçekler değil midir ki, annem taaa doğduğum günden beri her gördüğümde gülücükler yapıp kahkahalar attığımı söyler! Bu çiçeklerin kokusu var ya, bu çiçeklerin kokusunu duymak için Mars’a giderim, Mars’a… Derhal en uygun vazo bulunur. Yerleşimi fevkalade usulüyle gerçekleştirilip, getirenin oturduğu yere göre konumlandırılır.
Ya da diyelim çikolata şekerleme kutusu filan getirildi. Gözler anavatanı Çin misali kısılacak, dudaklar öne doğru silikonlanarak derhal kutuyu açma operasyonu düzenlenecek. Önce bir adet ağıza atılır benim bildiğim. Iııııhhh mıhmıh nidalarıyla ağızda yuvarlanan şeyden, ikinci aşamada da misafirlere tutulur.
Bir de çiçek ve çikolata eşek yükü para tutuyor, yerine kalıcı bir şeyler götürelim diyenler var, ki bu kategori beni en aciz bırakan, oyun gücümü ve belagatimi pespaye eden kategori oluyor. Şimdi alacaksın eline o içinde her ne varsa olan paketi, sanki merakından çatlıyormuş gibi yapa yapa mümkünse ambalajı da pek zedelemeden açacaksın. “Aaaaah,” diye pesten bir çığlık ve yeniden bir, “aaaaah, yani şekerim kaç zamandır ister dururum da bir türlü elim varmadıydı almaya. E vallahi bu kadar olur yani, çoook teşekkür ederim."
Bu adam bunlardan değil. Bu adam sürpriz. Naneli adam.
Otla kurtardım neyse
Nane getiren adam girdi oturdu. Ben elimde nane ortada kalakaldım. Demeti sıkıca göğsüme basıyorum, olmuyor. Adam olmadık mana çıkarıp işkillenebilir. Elimi ileri doğru uzatıp tutuyorum. İade edecek gibi duruyorum sanki, tatsız. Zırt pırt mutfağa girip çıkıyorum. Çıldırmak işten değil. İçine nane girecek bir yemek yok. Buzdolabına atsam ayıptır. Adam özene bezene yetiştirdiği çiçek gibi naneleri getirsin, ben kalkıp o naneleri manav nanesi muamelesine tabi tutayım.
Neyse, kıydım çıkarttım kimsenin elleyemeyeceği yerde duran nine yadigarı porselen takımın çaydanlığını. Çaydanlık toz pembe, üstelik az önce birisi mini minnoş ve de kokulu pembe karanfillerden getirmiş. Oturttum nane demetimi çaydanlığa, iki de pembe karanfil yanına, getirip bıraktım sofranın üstüne. Amanın aman, kokusu bir yana, o iki pembe karanfille bir görüntü ki, olmaz böyle şey.
Gece bitti, günler geçti, karanfiller soldu. Naneler terütaze, serpilip gelişiyor üstelik. Mini beyaz toptoplar var hani, cipsofilya, yakışır diye onlardan aldım koydum nanelerimin yanına. Onlar da geçti, naneler papatyalarla yarenliğe başladı. Ve de durmaksızın kök salıp boy attı, her yanından geçişimde koklamadan edemez oldum.
Bu nane hikayesi, benim gönlümün düştüğü bir otlu serüvenin başlangıcı. Hani gönül bu ya, her yere konar ya… Derler ya, “ota da boka da,” diye. Bu sefer neyse ki ot faslıyla kurtardım. Verilmiş sadakam varmış yani ucuz atlattım, ucuz.
O naneler şimdi mutfak penceremin önünde, nane bahçesi oldu. Ama tohumundan ama
kökünden, baharlarda toprağınla da oynayıp biraz gübre filan ilave edince, her yıl kendini yenileyip yetişiyor.
Ben böyle şeyler olunca kendime daha daha bayılıyorum. Bu hallerimi pek hoş buluyorum.
İşte böyle yani…
Aşık olmayı pek severim. Hemen her şeye uçsuz bucaksız aşık olma yeteneğim var. Bu da bir aşk hikayesi. Gönül benim değil mi, ota da kondururum, boka da…
Eş dost gelecekti, iki lokma yemek yenecek haliyle, iki kadeh de içilecek. Aralarında tanışık geçmişimiz pek kısa olan biri de var. Bu mahalleye geldiğimden beri selamlaşıp kısa kısa konuşuyoruz da, lakin git gelimiz hiç olmamış.
O gece deprem gecesiydi, mahalle halkı tam mevcuduyla sokağa fırlamış. Fırsat bu fırsat, ben de yanaklarıma şöyle incecikten birer fırça allık, gözlerimin de rastığını çekip toplantı meydanına doğru salındım. Maksadım topluluktaki dişime dokunur insanların tespiti.
Nasıl sallandığını ben gidene kadar herkes anlatmıştı galiba. Benim de nasıl sallandığım anında müthiş bir merak konusu oldu. “Anlat Oya Hanım, duvarların gittiğini ve geldiğini gördün mü? Yataktan fırlayınca ayakların üstünde durmanla tepetaklak olman arasında kaç saniye geçti?” İşte bu gibi soruları bir süre yanıtlı veya yanıtsız bıraktıktan sonra baktım o adam bana doğru yönleniyor. Kurtarılıyorum yani tastava soru cevap oyunundan.
Sohbeti çabuk başlattık. Hemen İstanbul’un altı üstüne getirildi, eski defterler karıştırıldı. Her karışıklıktan çıkması muhtemel sonuç tabii ki buradan da çıktı. Ohooo, o onun bunun da arkadaşı da, onun arkadaşları benim de dostlarım da… Ben onun bilmem kaç yıl önce reji asistanlığı yaptığı zamanlarda setlerde kaç kere karşılaşmışız da. Neyse buraları uzatmayı başka yazılara bırakalım…
Herkese değil, anlayana nane
İşte böylece o eş dostun geleceği akşam, onun mevcudiyetinin de gelecek olanlarla yakışık alacağını düşündüm. Çağırdım geldi. Elinde bir demet nane.
Çok mutlu olduğumu ifade etmeyi her zaman beceren yüzüm repliğini alamamış oyuncu gibi dondu. “Kendim yetiştiriyorum da,” dedi adam, “herkese götürmem, anlayanlara sadece…”
Aman efendim, bayılırım. Nanenin her bir şeyine taparım. Sabahları hafiften nanemolla kalkıldığında hele, nane limon içmenin keyfi de pek başkadır canım. Evimden nanenin yaşı ve kurusu, aroması, likörü, ruhu, şekeri, jikleti ve de özellikle After Eight hiç eksik olmaz. Ruh dedim de, ruhu şad olsun babam da pek severdi naneyi. Aynen böyle bahşettiğiniz gibi elinde nane demetiyle gelirdi de, annem sevincinden nerelere uçacağını şaşırırdı.
Böylesi durumlarda, şu yukarıda olduğu gibi davranış bozuklukları göstermek benim yetişme tarzımdan kaynaklanıyor. Bana öğretilenler aynen şöyle: Misafir, diyelim ki elinde bir demet çiçekle geldi. Aman efendim, bu çiçekler zaten o çiçekler değil midir ki, annem taaa doğduğum günden beri her gördüğümde gülücükler yapıp kahkahalar attığımı söyler! Bu çiçeklerin kokusu var ya, bu çiçeklerin kokusunu duymak için Mars’a giderim, Mars’a… Derhal en uygun vazo bulunur. Yerleşimi fevkalade usulüyle gerçekleştirilip, getirenin oturduğu yere göre konumlandırılır.
Ya da diyelim çikolata şekerleme kutusu filan getirildi. Gözler anavatanı Çin misali kısılacak, dudaklar öne doğru silikonlanarak derhal kutuyu açma operasyonu düzenlenecek. Önce bir adet ağıza atılır benim bildiğim. Iııııhhh mıhmıh nidalarıyla ağızda yuvarlanan şeyden, ikinci aşamada da misafirlere tutulur.
Bir de çiçek ve çikolata eşek yükü para tutuyor, yerine kalıcı bir şeyler götürelim diyenler var, ki bu kategori beni en aciz bırakan, oyun gücümü ve belagatimi pespaye eden kategori oluyor. Şimdi alacaksın eline o içinde her ne varsa olan paketi, sanki merakından çatlıyormuş gibi yapa yapa mümkünse ambalajı da pek zedelemeden açacaksın. “Aaaaah,” diye pesten bir çığlık ve yeniden bir, “aaaaah, yani şekerim kaç zamandır ister dururum da bir türlü elim varmadıydı almaya. E vallahi bu kadar olur yani, çoook teşekkür ederim."
Bu adam bunlardan değil. Bu adam sürpriz. Naneli adam.
Otla kurtardım neyse
Nane getiren adam girdi oturdu. Ben elimde nane ortada kalakaldım. Demeti sıkıca göğsüme basıyorum, olmuyor. Adam olmadık mana çıkarıp işkillenebilir. Elimi ileri doğru uzatıp tutuyorum. İade edecek gibi duruyorum sanki, tatsız. Zırt pırt mutfağa girip çıkıyorum. Çıldırmak işten değil. İçine nane girecek bir yemek yok. Buzdolabına atsam ayıptır. Adam özene bezene yetiştirdiği çiçek gibi naneleri getirsin, ben kalkıp o naneleri manav nanesi muamelesine tabi tutayım.
Neyse, kıydım çıkarttım kimsenin elleyemeyeceği yerde duran nine yadigarı porselen takımın çaydanlığını. Çaydanlık toz pembe, üstelik az önce birisi mini minnoş ve de kokulu pembe karanfillerden getirmiş. Oturttum nane demetimi çaydanlığa, iki de pembe karanfil yanına, getirip bıraktım sofranın üstüne. Amanın aman, kokusu bir yana, o iki pembe karanfille bir görüntü ki, olmaz böyle şey.
Gece bitti, günler geçti, karanfiller soldu. Naneler terütaze, serpilip gelişiyor üstelik. Mini beyaz toptoplar var hani, cipsofilya, yakışır diye onlardan aldım koydum nanelerimin yanına. Onlar da geçti, naneler papatyalarla yarenliğe başladı. Ve de durmaksızın kök salıp boy attı, her yanından geçişimde koklamadan edemez oldum.
Bu nane hikayesi, benim gönlümün düştüğü bir otlu serüvenin başlangıcı. Hani gönül bu ya, her yere konar ya… Derler ya, “ota da boka da,” diye. Bu sefer neyse ki ot faslıyla kurtardım. Verilmiş sadakam varmış yani ucuz atlattım, ucuz.
O naneler şimdi mutfak penceremin önünde, nane bahçesi oldu. Ama tohumundan ama
kökünden, baharlarda toprağınla da oynayıp biraz gübre filan ilave edince, her yıl kendini yenileyip yetişiyor.
Ben böyle şeyler olunca kendime daha daha bayılıyorum. Bu hallerimi pek hoş buluyorum.
İşte böyle yani…
7 Comments:
Şimdiye kadar okuduğum en hoş yazılardan biriydi, Oya. Yüzümü görmelisin!
Ve bu arada House Cafe'nin naneli limonatasını anlattığım yazının sonuna yemek bloglarından naneli limonata tarifi beklediğimi yazmış ve ilk cevabı senden alıvermiştim. O kadar çabuk geldi ki senden cevap ve bir çırpıda; anlamalıydım nane ile ilişkini. :)
Sevgilerimle. :))
By Basak, at 21 Aralık 2005 12:44
Bir de Deniz'in yorumu var size ama refere etmeye üşenmiş kendisi. Ben yazayım dedim. Geçenlerde Deniz, milföy pasta deyince aklına gelenleri yorum olarak atmıştı bana. Bugün de hemen haber verdi bana "Başaaak Oya'nın postunu oku" diye. Okuyunca da tabii aklıma hemen naneli limonata yorumun geldi bir de Deniz'in anlattıkları. ;)
By Basak, at 21 Aralık 2005 13:09
Nasıl içim ısındı bu buz gibi havada! İyi ki varsınız Oya!
By Şirin, at 21 Aralık 2005 13:45
Seden'ciğim, olayın müdahilleri mümkünse tek parça kalsın diyorsun, diyorsun da, olmaz ki bu iş yarasız beresiz, çatlaksız kırıksız. Başarabiliyorsan alkışşşş yani. Piyanolu adamın yeni pozisyonu değişik galiba, ya da ben öyle anladım yeni yazından.
Sevgili Başak ve Deniz paslaşmışlar, benim nane merakımı da kısaca çözmüşler aralarında:-))
Yaptın mı Başak'çığım naneli limonatamdan? Enschede naneleri nasıl Deniz? Tutuyor mu memleket nanelerinin tadını?
Sen de iyi ki varsın Şirin.
By Oya Kayacan, at 22 Aralık 2005 08:06
oyacigim,
sesini duyabilmeyi cok istedigimi farkettim, neden acik radyoda aktif hale gecmiyorsun?
By hera, at 22 Aralık 2005 10:08
Bana "havadan sudan programı" yapmaz ki Ömer Madra Hera'cığım. Ben de tek konuda yoğunlaşamam. En önemli özelliklerimden biridir, kafamın sürekli zıplaması. Haydi şimdi program tarzı bul bana... Vallahi Alem Radyo gibi olur orası!
By Oya Kayacan, at 22 Aralık 2005 23:16
Peki Seden, tutkal kullanalım, daha ucuz olur! Olayı doğru kavramışım, F.Liszt, Hungarian Rhapsody No.2 in C# minor!!!
By Oya Kayacan, at 22 Aralık 2005 23:21
Yorum Gönder
<< Home