Akıl akıl gel peşime takıl...
Nereye müteveccihen yola çıkmış, oraya nasıl ve neden varmıştık hiç aklımda değil. Anlatacağım elli yıllık mazi, zihnimin derinliklerinde bulabildiklerim şunlar...
Araba kullanmaya bayılıyorum. Bizi okula götürüp getiren Hazım Efendi'nin kocaman kuyruklu Plymouth arabasını, okul yokuşunun tepesinden indirmeyi başarıp, Kuruçeşme'de yolun ortasında bütün haşmetiyle duran çınar ağacına toslatan benim. Yıllar sonra aynı ağaca çıkma kabiliyetimi bir Ortaköy Ziya dönüşünde sevgili Mahmut Cevher ve Sabah'tan Mazlum Göknel'le de yaşamıştık. Birimiz bir şekilde sahip çıkmış direksiyona da atlatmışız yani, verilmiş sadakamız varmış! Mazlum kırk yıl anlattı durdu bunu, zaten çok konuşur sağolsun... O güzelim ağacın benim elimden kurtulup feci bir Büyükşehir Belediye katliamına kurban gitmesi ise çok acıtır içimi.
Başladığımız yere dönersek, mahallemizin zengin çocuklarından Yılmaz, bana aile arabalarını kullandırıyor, talim yapıyoruz yani eski zaman deyişiyle. O gün altında fabrika işi gören Voswos minibüs var. Mahallede bir şekilde karşılaşıp gezmeye çıkıyoruz birlikte; Yılmaz, ben ve Ablam Hülya. Gittiğimiz yer de nedense tımarhane. Kınamayın sakın, o zaman deliye deli tımarhaneye de tımarhane deniyor. Orayı tanıtıcı başka sözcükler de var, düpedüz Bakırköy veya Mazhar Osman demek gibi mesela. Bir hayli sonradandır akıl hastası ve hastanesi sözcüklerinin dilimize oturması.
Beni perişan eden, yürekler acısı bir gündür o yaşadığım. Deliye deli demeyi kabullenmeyen yürekler görmeliydi onlara insan bile denmediğini, o hallerinde denemeyeceğini. Mermerden ahır gibi bir koca salon, taşlar üstünde yerlere kelepçelenmiş kıvranan çıplak bedenler; bir sigara için demirli pencerelerden, mazgallardan dışarı uzanan yüzlerce kol...
Rahmetli Yıldırım Aktuna'dan sonra düzeldi düzeliyor lâfları yayıldı, gazeteciler aşındırdı oraları ama ben bir daha cesaret edemedim doğrusu. Gördüğüm çocuk tutuk evleri, hapishaneler dahi inanın pek sevimlidir Bakırköy'e göre. Zaten Yıldırım Bey'den de Allah'ın rahmetine sığınarak, hiç hazetmemiştim. Öyle bir noktaya da gelmişliğimiz vardır ki, 'asıl siz delisiniz,' demişimdir kendisine! Bir akşam Arnavutköy'de bizim Burhan Abi'nin meyhanesinde, sanki deniz üstünde kurulmuş bir masada yemekteyiz. Mesih & Mergül Kotil, bendeniz ve rahmetli; yani öyle çileden çıkarmış beni. Bana talip olacaktı galiba ya, ya sonra?
Bakırköy Akıl Hastanesi'nin Gizli Tarihi / Okuyanus Yayınları'ndan* çıkmış, yazarları toplama bir kitap. Hastaneyle ilgili bulunabilen herkes ufak tefek anılarını yazmış ve kitap Betül Yalçıner/Peykan Gökalp/Cem Mumcu editörlüğünde baskıya gitmiş. Benim kadar eskiye gitmese de, gördüklerim aşağı yukarı (eksiği ve fazlasıyla) anlatılmış.
Roman okumak daraltıyor artık beni. Yani Nobellidir diye okumaya yeltendiğim Orhan Pamuk yedi ayımı falan aldı. Yok , gitmiyor işte. Adam oturmuş kalkmış aynı sahneleri yazmış, üç beş onbeş otuzbeş kere aynı şeyler... Her elime alışımda fırlatıp attım, başka kitaba daldım.... Eh yani, baba dostu Yaşar Kemal'i dönüp dönüp öpmekler var içimde, rastladığımda inşallah. Kimine hak, kimine piyango!!!
Okuduklarım, şimdi yanıbaşımda olanlar işte bu gördükleriniz. Hayatın hayali değil daha içinden şeyler, biraz da Selçuk Demirel ve Kağıttan Kediler / Idefix**.
Not... Vefa Zat'ın İstanbul Meyhaneleri / İletişim İstanbul Dizisi peki ne demeye çıktı yine ortaya? Entelektüel Cavit öldü de ondan. Babamın elini tutarak gitmeye başladığım Çiçek Pasajı'nın en renkli meyhaneci simalarındandı. Aradan yıllar yıllar geçecek, ben çok zor yürüyen inmeli babamı elinden tutup Entelektüel'e götürecektim. Geçmiş zaman olur ki....
16 Comments:
Diyebilemedim bir şey. Huzur içinde yatsın..
By Çiğdem, at 14 Ağustos 2009 15:14
Yine ben...
Çınar diye başlamıştın söze... Hani deviremediğin de belediyeye kurban giden... Sonra da devrilen çınarlar... Yazını okuyunca ilk düşüncem "akıl uçuşur" oldu Oyannem... Aklım uçuşur... ve şükürler olsun ki göklerde sayende yalnız uçuşmuyor :) Çınarlar devriliyor olsa da yerlerine yeni çınarlar bırakıyorlar mıdır acaba? Yeni çınarikolar :) ne hissederler ve nasıl yeni çınarlar bırakırlar acaba arkalarında?
İki yıl önce burada sonbaharda yol kenarında mavi çiğdemleri görüp "Fatih dur ne olur" demiştim. Canım adam durdu... Bir orman yangını tesadüfen ve tamamen şansa o sayede önlendi. İki çınar ki (ne olur gel de gör).. o sayede devam ediyor hayatına. Bak bir tanesi bu..http://www.agaclar.net/galeri/showimage.php?i=1885
Canım.. devr-i daim dünyası bu dünya... emaneti teslim edeceğimiz güne kadar fidanlığa, çınarlığa ve illa ki sağlığa...
Seni çok seviyorum Oyanne.. Sağlam dur olur mu? :)
By Çiğdem, at 15 Ağustos 2009 00:00
Dun gece Soloist adinda bir film seyrettim. Evsiz ve ayni zamanda sizofreni hastasi ve inanilmaz muzige yetenekli bir kisi hakkindaydi. Akil hastanesine yatirilmasi ve tedavi gormesi uzerine bir konusma vardi ve adam onun bunu istediginden emin olmadigini soyluyordu. Bakirkoy ruh ve sinir hastaliklarinda calisan bir doktor tanidigimizdan duyduguma gore eskisi kadar kotu degilmis ama akil hastanesi ne kadar iyi kosullarda olabilir ki!
Orhan Pamuk konusunda katiliyorum sana piyango degil de iyi reklam ve siyaset yapma taktikleri -pardon halkla iliskiler degil mi- sayesinde diyelim. Yasar Kemal, Nobel'i almasa bile en cok okunan ve sevilen yazar olarak hep kalacaktir.
By ycurl, at 15 Ağustos 2009 01:11
Göçmüşlerimizi keyifle anımsamaktan başka yapacak bir şey gelmiyor elden Çiğdem'ciğim. Haklısın, uçuşuyor mübarek akıllar! Hele benim gibi aklına sahip çıkmak istemeyen, koyverenler tayfası bir başka alemdir! Çınarikolar meselesine gelince, e ırsiyet, genetik ne dersen de, kimi huylar değişse de, arada jenerasyon da sekse, aktarılıyordur mutlaka arkamızda birilerine. Ne yazık ki bu her canlı için geçerli :( (Mesela kedilerde sekiz göbek geriye giderek huy ve tüy benzerlikleri bulunuyor!!! Yani yedi göbek Ankara diyelim, sekizde kara kedi doğurabiliyor!) Kediler başımın üstünde de kalıtımına hiç ihtiyacımız olmayan insanlarda da vaziyet bu merkezde...
Harika yahu o adresteki çınar. İyi insanlar çıkmış yoluna, yaşanası günleri varmış!
----------
Curly'ciğim görmedim Soloist'i ama şimdi azıcık netten bilgilendim. Her yerde bu hallerde midir akıl hastaneleri? İnsan ve ortama daha fazla yatırım yaparak daha iyi bakım temin edilemez mi? Aklı ermiyor diye bok içinde mi yüzdürülür o garipler??? Yanıtlayamıyorum doğrusu. İyileştirme çabaları yeterli değil bana kalırsa. (Hele bir Manisa akıl hastanesi vardı bir zamanlar. Şimdi ne durumda bilmiyorum ama orası işkence üretim merkezi gibiydi.)
Dediğin gibi iyi yatırım yaptı Orhan Pamuk ve pr'cıları bu Nobel'e. Sonuçta piyango çıksın diye de bilet almak lazım, onun gibi birşey ;)
By Oya Kayacan, at 15 Ağustos 2009 15:27
Oy oy oy:(( Bende burdan aldım haberi. Entellektüel Cavit öncelikle mekan olarak benimde babamın gittiği yerlerden biriydi. Üstelik de babamın asker arkadaşıydı. Bu yüzden ben ve kızkardeşim babam olmadığı zamanlarda genç kızlığımızda rahatça gidip otururduk onun yerine. Malum İstanbul 'da o zamanlarda genç kızlar öyle yanlarında erkek olmadan her yere girip çıkmazlardı. Ama mekan asker arkadaşın yeriyse güvende olurduk bir nevi:))
Bir ortak baba dostumuz da yaşar Kemal'miş bizim Annoyacğım. Ben onun büyük yazarlığından bi haber daha çok benim günlük çikolata sağlayacım olarak bellemiştim. Ismarladığı çikolataları da inan yalnızca o incinmesin diye kabul ederdim. Tilda ile beni babama şikayet etmişler bi güzel. "Bu kız ne aksi yahu. Söyle şuna aldığım çikolayı geri çevirmesin" diye. Ee bizde de aile terbiyesi var. Herkesin verdiğini almayacaksın. Neyse özel izinle sadece Yaşar Kemal'in çikolatalarını yemişimdir.
Bakırköy'e gelince:
Of of of ki offf. Çok kötü anılarım var. İlk görüntüler kafamda Uğur Dündar'dan çok önce babamın gizlice çektiği korkunç görüntüleri çalıştığı gazetede haber yapmasıydı. Ve ardından gelen yıllarda çok özel kötü anılarla dolu Bakırköy günleri. Bu konuda tek söyleyebileceğim: Tanrı kimseyi oralara düşürmesin!
By Şirin, at 16 Ağustos 2009 21:53
Şirin'ciğim, bana da daha bir itibarlı gezerdik o zamanlar kız kadın, erkeksiz gibi geliyor. Artık gittiğimiz yerlerde tanınırdık ta ondan mı bilmem ama... Ben o kadar genç yaşta başlamıştım ki sefahat'e ;), adım 'küçük' diye geçerdi müdavimli barlarda, meyhanelerde! Fuaye Adnan, Kulis Jorj, Gondol Metin, Papirüs Ertuğrul..., hepsi sahiplenir kollardı. Kasımpaşa'dan Asmalımescit'e Boğaz'a lokantalarımız meyhanelerimiz... Ne bir kötü gözle bakıldık, ne rahatsız edildik. Aslanlar gibiydik maşallah...
Ortak yerlerden de yürümüşüz jenerasyon farkıyla! Öööptüüüm.
By Oya Kayacan, at 18 Ağustos 2009 10:53
Walla ben biraz tarafım bu konuda. Hiç karşı taraf olamadım da:)) Babam sağolsun her işe götürdüğünde ebeni yanında öğlen yemeklerini bile meyhanede yerdik:)) Cağaloğlunda, Sultanahmet'te nerelerde ayaküstü bi fırt atılır daha ilkokula gitmeden öğrendik evveallah:) Eee sonra da Beyoğlu Çiçek Pasajı geldi. Ama inan benim gençliğim ve çocukluğum dönemimde pek korkardım İstiklâl'in yan yollarından. Tüm mafya kadın satıcıları oralarda konuşlanmışlarda bizi bekler aman da aman diye:)) Üstelik kahretsin ki dedemin evi Kasımpaşa'da olduğundan arada bir yayan olarak da o ara sokakları kullanmak zorunda kalırdık:)) Heyecan güzel şeydi vesselam...
By Şirin, at 18 Ağustos 2009 16:04
E kusura bakmayın ama işin bir de Cihangir tarafı vardı...
Daha "Barış Harekatı" olmadan... Ara sokaklardan inilirdi. Daha travestiler, enteller, danteller uğramamıştılar da hala azınlıklar var idi. Beyaz kolalı el danteli pencereler, koca apartımanların hatta palasların arka avluları vardı. Mini minnacık tencerelerde pişerdi mezeler ve yemekler de koktu diye konu komşu ile de paylaşılırdı.
O zamandan hatırlarım (ne yazık ki hatıralarımda Yaşar Kemal bana çikolata getiren amca değil ama çok severek okuduğum yazar) sokakları enlemesine geçen elektrik telinin üzerinde tam ortada asılı duran lambayı. İstanbul' un dört mevsim akşam bastıktan hemen sonra çıkan kokusunu. Kalabalıktaki yalnızlığı, hüznü, şenliği, mutluluğu..
Özledim!
By Çiğdem, at 18 Ağustos 2009 22:57
Şiriiiin, ne tarafı annamadıııım!
----------
Baba ailemin topu Cihangir'in içinden (!) olduğundan, orayı yuva bilirim ben. Susam Sokak'ta Ege Bahçesi unutulmasın lütfen Çiğdem'ciğim. Özlediğin İstanbul artık yok belki ama cami yıkılsa da mihrabı yerinde...
By Oya Kayacan, at 19 Ağustos 2009 09:53
oya yemek yapmaya başlamadın mı sen e hadi ama kaç gün oldu
By Handan, at 19 Ağustos 2009 15:32
Sizi 2 yıldır aksatmadan takip ediyorum ama nedense bugün yazmak geldi içimden aslında daha önceleride yazmak istedim ama sadece sizi sevdiğim için yazdığımı söylemek size komik gelir diye vazgeçtim:)Evet enteresan olabilir ama ben sizi tanımadan seven biriyim kedileri seven bir kadını sevmiyim de ne yapiyim ki ben:)Benimde 10 yaşında yakışıklı bir kedicim var İstanbul da baba ocağımda,burda da başka bir yakışıklı var O bir PUG VE DAHA 6 AYLIK köpek diyemiyorum cünkü o kendıini bir kemirgen zannediyo bu aralar:)))Bu arada ben sizi seven kişi elbette bir ada sahibim ismim Derya Atina da Eşimle yaşıyoruz psikologum ve bu aralar harıl harıl yunanca kurslarında vakit geciriyorum.Keşke buralara gelsenizde ağırlasak sizi gerçi bunu yazarken bile "ayy ne yemek yaparım da mutlu edebilirim ki ben Oya hanımcığımı"diye düşünmedim desem yalan olur.Olsun hic bisey yapasam gönlümü atsam rakı bardağına buz yerine kabul olur mu yanında mangalda balıkla:)
Yolunuz buralara düşerse gelin olur mu!!!
Siz çoook yaşayın çoook!
Sevgiyle
Derya...
By Unknown, at 19 Ağustos 2009 19:57
Yook Cihangir tarafını demedim ya... Benim de baba tarafımdan çok var orda.. Hatta anne anne tarafına hiç girmeyelim. Annemin kütüğü Bedrettin Mahallesidir. Ama ben tepebaşı falan oraya açılan sokaklrdan ürkerdim ne yalan söyleleyim. Hep ışıklı neonlarla dansöz isimleri yazan pavyonlar vardı ya. Kapılarında pala bıyıklı amcalar falan:) Annanemde söylenir dururdu hep:)) "Ah bu hödükler de nerden çıktı diye. 1930'ların kadınydı O! O'nun anlattığı beyoğlunu elbette ben görmedim. Ama herşeyiyle sevdim yine de bana ait dönemdeki halini. Öyle çok yaşadım ki oralarda anlatsam bitmez bitmez..Çiğdem güzel dile getirmiş. Ve hatta koklattı resmen ya:)) "İstanbul'un akşam bastıktan sonra çıkan kokusu"...
By Şirin, at 19 Ağustos 2009 20:55
Yapıyorum da ikram etmiyorum Handan! Baktım ki herkes tatilde, Annoya sofrasına rağbet azaldı. Denize ayağını uzatan rakı balığa kaymış ;) Kışlayana kadar hafifletelim dedim tarifleri!
---------
Sevgili Derya, sadece beni sevdiğini de yazabilirdin, biraz şımarıyorum o kadar ;)
Atina'da yaşamak ne hoş, Yunanca öğrenmek de. Ben de niyetlenmiştim bir zamanlar ama sonradan hayat tarzım değişti ve mümkün olamadı. Yol düşer gelirsem eğer, önüme koyacağın rakı ve balık az da ot yanında, yeter de artar bana.
Sana ve kocaya sevgiler, kemirgen kuçu Pug'un da kulaklarını ısırırım...
----------
Kime ne cevap verdiğim karıştırılmış galiba Şirin'ciğim. Sonuç ortaya karışık... Olsun, anılar kokteyli diyelim hatta, daha da güzel olsun.
Anneannen iyi ki artık yok. Eskiden pavyon kapısında duranlar artık her yerde, kadıncağız ha babam söylenecekti.
By Oya Kayacan, at 20 Ağustos 2009 10:32
merhaba;
isim benzerliği yoksa mesih kotil cağaloğlunda ders kitapları aş. nin sahibi değil mi?
ben de tanırım kendisini burada adını görünce şaşırdım.
By Adsız, at 12 Ekim 2009 00:44
Evet aynı Mesih. Ne bakımdan şaşırdınız ¨!¨
By Oya Kayacan, at 12 Ekim 2009 10:42
canim oyammmmm,selam.seni nasil ozlemisim benim can arkadasim.inanirmisin bu kadar guzel seyler yaptigini suan ogrendim,tebrikler,sahane ve fevkaladenin fevkinde.gurur duydum.BURADAN SEVGILI YILDIRIM BEYI RAHMETLE ANMAK ISTEDIM.biliyorum senin yildizin hic barismadi rahmetliyle.Birde Mesihin bir meraklisi cikmis vede cok sasirmis,ne garip.oyacim tel numaram sende var lutfen ararmisin musait oldugunda,seni kocaman optuuuuuuuuuuum.
By Adsız, at 26 Mayıs 2010 01:02
Yorum Gönder
<< Home