Martı Palas masalları
(Sanki zamanı bir kuş yazısının. Çok eski bir yazım, yine o malum adresten, www.acikradyo.com.tr )
Kapkaranlık bir sabaha uyanmışım. Güzelim Boğaz sularının rengine sis oturmuş. Uykularıma dalmadan önce bulutları, yıldızları seyretmeye doyamadığım çatı pencerem neredeyse direnemeyecek yağmurun şiddetine. Bu ortamı bulmuşken hazır, ağlamalara geçmek en tabii hakkım. Terkedilmişim üstelik bir gece önce. Yürümüş gitmiş adam. Nereyesi falan yok bunun… Ne bilirim ben nereye? Sepeti koluna herkes yoluna…Yaralıyım… Bu sabah ağır bir sabah.
Manzara sıkı ki of be, aşkım da yine muhteşem derken, durumun aşk kısmı çıkıverdi işte hayatımdan. Kaldım mı manzarayla baş başa?
“Acil yardım Tanrım,” diye söyleniyorum, bir yandan dumanını kokladığım filtre İrlanda kahvemin içine ilave Bailey’s Irish Cream de karıştırarak. “Hiç havası değildi terkedilmenin.”
(Az sonra) Kahveden midir nedir fena değilim hani… Yağmur da keser gibi, sis de neredeyse kalkar gibi… Az sonra ben de kalkarım, çöpçü sarısı yağmurluğumla şosonlarımı giyer yürürüm Paşalimanı - Kuzguncuk – Beylerbeyi. Balıkçı İsmail’i bulurum Beylerbeyi İskele Meydanı’nda. Balıkçı İsmail’in de kanyağından otlanırım biraz kahvemin veya çayımın içinde. Dünya varmış be… Pek de iyi oldu. Herif tek ayağı üzerinde dolaşıyordu sanki, öyle yalan dolan, gece gece ayağına dolandı işte. Sepeti koluna, herkes yoluna…Güzel bir çığlık atıyorum. Heeeeyyyyy dünya vaaaaarmıııışşşş… Gün bugün işteee, yine de heyheeeeyyyyyyyyy…
Çığlık çığlığa
Gün o günmüş ki, bir bahtı kara, kanadı kırık martı benim cama küüüt kamikaze pikesi… Şaşırıp kalmışım öylece, pencere dibindeki beton saksı üzerinde ayakta kalmaya çabalayan martıyı görünce. Sülalesi acılı çığlıklar atarak dönenirken etraf gökte, o gözlerime dikmişti gözlerini. Açılan teras kapısının gürültüsünden ürkmedi, ona uzanan avucumdan da. Bir süre tuttum elimi, avucum açık, gagasının altında. Başını yasladı. Uzandım, kucakladım. “Sakin ol,” dedim, “sakin ol, yaralısın bak.” Omuzuma yasladığı açık kanadının üzerine eğdi bembeyaz boynunu, yaralı kırığını gösterir gibi. Ne bir ses, ne bir itiraz çırpınışı, öylece durdu kucağımda. İçeri girdik. Siz martıları bilmezsiniz (ve/veya martıları bilenlerle bu duyguları paylaşmak ne kadar hoş); onların gönlüne girmek, dostluğunu kazanmak bu dünyada yapılabilecek en zor işlerdendir. Gözlere, uzanan avuçlara, sevgiyle çarpan yüreklere güvenmektir işin aslı astarı. Pek sıradan bir durum değildir yani insanların martılarının olması. Ne sevgiliye, ne evlatlara gösterilemeyen kadar büyük özveri ister.
Martılarla haşır neşirliğim ezelden değil gerçi. Doğduğum ev, kamilen enfes deniz manzarasına rağmen, martı trafiğine sadece uzaktan hakimdi. Kumrular, güvercinler ve de serçeler nasiplensinler diye terasa bıraktığımız yiyeceklere o devirde martılar gelmezdi. Onlar, balıklarını denizden çıkarıp doyururdu karınlarını. Sonra denizden değil, çöplüklerden medet umar oldular. Seyrek de olsa, ‘vapurlarla birlikte uçuşmak oyunu oynamak üzere’ denize indiklerinde, iyi insanların güverteden attıkları küçük simit parçaları girer oldu midelerine. (Tamam, burada bir de martıları doyuralım kampanyası başlatmayacağım.. Hani aklınızda olsun diyorum, bir simit de sizden olsa ne çıkar canım?)
Kukumav geldi Yaralı delirdi
Yaralının yaralı olmasındandır ki, işe önce adını Yaralı koymakla başladım. “Ben de yaralıyım ama bak kapanıyor yavaştan,” dedim, “böyledir yaralar, kaşıyıp didiklemezsen azaltırsın sızısını, ufaktan atlatmaya başlarsın sonra, sonra da geçer gider sen farkında bile olmadan.” Yüzüme baktı, bir kısa küçük ses verdi, sanki ‘evet’ anlamında, ‘evet anlaştık’ der gibi.
Derken aradım taradım, kanatlılardan sorumlu bir veteriner hekim buldum. Adam, sivrisi kütü sivrisinekten tutun da, neredeyse uçuşan teyyarelerin bile hastalıklarına çare bulacak kadar bilgili. Mesleğiyle mütenasip kukumav gibi bir de suratı var.
Benim kanadı kırık Yaralı, bu tipi görünce delirdi. Hele muayene anı gelip de, adam ağzını açarak Yaralı’ya, “Aaaaa, aç bakiim kanadını,” demedi mi? Yaralı anında adamın açık olan ağzına daldı. Boynuna kadar. Gariban adam aaaaaaaları uzata kaldı ki ben kucağımda, adamı görene kadar sakin duran yaralı martımı geri çekmeyi zor da olsa başardım.
Adamcağız tahriş olan gırtlağından umutsuzca bir şeyler söküp çıkarmaya çalışıyor, etrafa tükürüp duruyordu. Bana sanki Yaralı’yı kurtarmışım gibi geldi ama yine de adama dönüp bir kaç ‘vah vah,’ biraz da ‘hay Allah,’ demeyi ihmal etmedim.
Kanatlılardan sorumlu, geldiği gibi olmasa da, gitti. Gülerek gelmişti, kusarak gitti. Giderken hırıltılar halinde, “Kanadını zorlamasın, sonra kötü olur,” dedi. Yaralı bu lafın üzerine kırık kanadını da kullanarak Kukumav’a hücum etmeye çabaladı. Kukumav korku içinde ve bana selametler dileyerek merdivenlere dar attı kendini. Neyse ki, son sözleri, dehamın ampülünü yaktı. Yarayı oksijenli su ile güzel güzel temizledim. Bir çarşafı da yırtıp bandaj hazırlayarak, boynu ve ayakları dışarıda olmak üzere sanki mumyalanmış bir martı yarattım; saldım evin içine.
İlk gün evde mevcut tüm ton balığı kutularını açıp ekmekle harmanladım. Bayıldı. Önümüzdeki günlerde ona ve ailesine sevdikleri balıkları alacağıma da söz verdim. Belki de buraya kadar az iş yaptım gibi duruyor ama kanape üzerinde, üstelik Yaralı koluma yaslanmış, yorgunluktan bitap öyle bir uyumuşuz ki. Terastan martı haykırışları sanki ninnimiz.
Martı Palas
Martı Palas’ın açılışı böylece yapılmış oldu. Yaralı evin içine yerleşirken, sülalesi de dışarıda saf tutmaya başladı. Onu inerse, dokuzu kalkıyor, havradan beteriz. Binbir Martı Masalları’ydı artık yaşadıklarımız. Yaralı’m iyileşip, uçuş brövesini yeniden başarıyla hak ederek ailesine karışana kadar da sürdü.
Derken, sanırım Martı Palas’ın namı ve şanı martılar arasında aldı yürüdü. Öyle olmuş olmalı, ki yine günlerden bir gün, yine yağmur fırtına bindirmiş tepemize (ama yine terkedilmiş falan değilim), sahilden yüz küsur basamak çıkarak evimin kapısına varmışım. Daha da beş kat tırmanılıp çatı katıma varmak nasip olacak inşallah, aman Allahım o da ne? Benim kapı kedileri almışlar bir topun etrafını, bir heves pata pata oynuyorlar. “N’oluyo m’oluyo,” derken baktım ki top canlı. Bir mini velet, kuş cinsindendir tamam, buraya kadar anlaşıldı ama ne ola? “Gel bakalım yukarı, burada sana rahat vermezler…”
Yerleşim bu kutu içine bol gazete kağıdı ile, şimdilik. Yemek? Sen kimsin, nesin, ne yer ne içersin? Dur bakalım, buluruz çarelerini, hele biraz ekmek ıslatalım önce. Ayol çok şekersin sen, puan puan tüycüklerin, kurudukça çıkıyor meydana puanları. Adın Benli olsun mu senin bebek? Sığırcık mısın yoksa? Yoo, sığırcığın büyümüş hali senden küçük, halbuki sen çok bebeciksin daha. Kapı tıklıyor, dur bakalım…
“Oya’nım, Oyaaa’nımmm.” “Geldim geldim Suat’anım…” (Kafa sesim, “Hah bir sen eksiktin…")“Kapıda şunu buldum da Oya’nım. Kediler oynuyordu. Martı yavrusu bu, damdan mı düştü ne, fırtınadandır… Oya’nım bakar dedik. Yaralı da damda mı yaşıyor ne. Belki de onundur dedik…”
Hoşgeldin canııımmm, senin adın da Senli olsun… Bu kadar senli benli olundu madem artık…
Onlar, mutlaka bunların arasında. Bu çığlıklar, kahkahalar hiç yabancı değil bana. “Aneeeeee, aneeee,” çığlıklarını unutamam ki onların. İşte oradalar, işteee, işteeeee, Yaralı orada işte, işte Senli, işte Benli… Sizleri çok seviyorum çocuklar. Çooook..
Kapkaranlık bir sabaha uyanmışım. Güzelim Boğaz sularının rengine sis oturmuş. Uykularıma dalmadan önce bulutları, yıldızları seyretmeye doyamadığım çatı pencerem neredeyse direnemeyecek yağmurun şiddetine. Bu ortamı bulmuşken hazır, ağlamalara geçmek en tabii hakkım. Terkedilmişim üstelik bir gece önce. Yürümüş gitmiş adam. Nereyesi falan yok bunun… Ne bilirim ben nereye? Sepeti koluna herkes yoluna…Yaralıyım… Bu sabah ağır bir sabah.
Manzara sıkı ki of be, aşkım da yine muhteşem derken, durumun aşk kısmı çıkıverdi işte hayatımdan. Kaldım mı manzarayla baş başa?
“Acil yardım Tanrım,” diye söyleniyorum, bir yandan dumanını kokladığım filtre İrlanda kahvemin içine ilave Bailey’s Irish Cream de karıştırarak. “Hiç havası değildi terkedilmenin.”
(Az sonra) Kahveden midir nedir fena değilim hani… Yağmur da keser gibi, sis de neredeyse kalkar gibi… Az sonra ben de kalkarım, çöpçü sarısı yağmurluğumla şosonlarımı giyer yürürüm Paşalimanı - Kuzguncuk – Beylerbeyi. Balıkçı İsmail’i bulurum Beylerbeyi İskele Meydanı’nda. Balıkçı İsmail’in de kanyağından otlanırım biraz kahvemin veya çayımın içinde. Dünya varmış be… Pek de iyi oldu. Herif tek ayağı üzerinde dolaşıyordu sanki, öyle yalan dolan, gece gece ayağına dolandı işte. Sepeti koluna, herkes yoluna…Güzel bir çığlık atıyorum. Heeeeyyyyy dünya vaaaaarmıııışşşş… Gün bugün işteee, yine de heyheeeeyyyyyyyyy…
Çığlık çığlığa
Gün o günmüş ki, bir bahtı kara, kanadı kırık martı benim cama küüüt kamikaze pikesi… Şaşırıp kalmışım öylece, pencere dibindeki beton saksı üzerinde ayakta kalmaya çabalayan martıyı görünce. Sülalesi acılı çığlıklar atarak dönenirken etraf gökte, o gözlerime dikmişti gözlerini. Açılan teras kapısının gürültüsünden ürkmedi, ona uzanan avucumdan da. Bir süre tuttum elimi, avucum açık, gagasının altında. Başını yasladı. Uzandım, kucakladım. “Sakin ol,” dedim, “sakin ol, yaralısın bak.” Omuzuma yasladığı açık kanadının üzerine eğdi bembeyaz boynunu, yaralı kırığını gösterir gibi. Ne bir ses, ne bir itiraz çırpınışı, öylece durdu kucağımda. İçeri girdik. Siz martıları bilmezsiniz (ve/veya martıları bilenlerle bu duyguları paylaşmak ne kadar hoş); onların gönlüne girmek, dostluğunu kazanmak bu dünyada yapılabilecek en zor işlerdendir. Gözlere, uzanan avuçlara, sevgiyle çarpan yüreklere güvenmektir işin aslı astarı. Pek sıradan bir durum değildir yani insanların martılarının olması. Ne sevgiliye, ne evlatlara gösterilemeyen kadar büyük özveri ister.
Martılarla haşır neşirliğim ezelden değil gerçi. Doğduğum ev, kamilen enfes deniz manzarasına rağmen, martı trafiğine sadece uzaktan hakimdi. Kumrular, güvercinler ve de serçeler nasiplensinler diye terasa bıraktığımız yiyeceklere o devirde martılar gelmezdi. Onlar, balıklarını denizden çıkarıp doyururdu karınlarını. Sonra denizden değil, çöplüklerden medet umar oldular. Seyrek de olsa, ‘vapurlarla birlikte uçuşmak oyunu oynamak üzere’ denize indiklerinde, iyi insanların güverteden attıkları küçük simit parçaları girer oldu midelerine. (Tamam, burada bir de martıları doyuralım kampanyası başlatmayacağım.. Hani aklınızda olsun diyorum, bir simit de sizden olsa ne çıkar canım?)
Kukumav geldi Yaralı delirdi
Yaralının yaralı olmasındandır ki, işe önce adını Yaralı koymakla başladım. “Ben de yaralıyım ama bak kapanıyor yavaştan,” dedim, “böyledir yaralar, kaşıyıp didiklemezsen azaltırsın sızısını, ufaktan atlatmaya başlarsın sonra, sonra da geçer gider sen farkında bile olmadan.” Yüzüme baktı, bir kısa küçük ses verdi, sanki ‘evet’ anlamında, ‘evet anlaştık’ der gibi.
Derken aradım taradım, kanatlılardan sorumlu bir veteriner hekim buldum. Adam, sivrisi kütü sivrisinekten tutun da, neredeyse uçuşan teyyarelerin bile hastalıklarına çare bulacak kadar bilgili. Mesleğiyle mütenasip kukumav gibi bir de suratı var.
Benim kanadı kırık Yaralı, bu tipi görünce delirdi. Hele muayene anı gelip de, adam ağzını açarak Yaralı’ya, “Aaaaa, aç bakiim kanadını,” demedi mi? Yaralı anında adamın açık olan ağzına daldı. Boynuna kadar. Gariban adam aaaaaaaları uzata kaldı ki ben kucağımda, adamı görene kadar sakin duran yaralı martımı geri çekmeyi zor da olsa başardım.
Adamcağız tahriş olan gırtlağından umutsuzca bir şeyler söküp çıkarmaya çalışıyor, etrafa tükürüp duruyordu. Bana sanki Yaralı’yı kurtarmışım gibi geldi ama yine de adama dönüp bir kaç ‘vah vah,’ biraz da ‘hay Allah,’ demeyi ihmal etmedim.
Kanatlılardan sorumlu, geldiği gibi olmasa da, gitti. Gülerek gelmişti, kusarak gitti. Giderken hırıltılar halinde, “Kanadını zorlamasın, sonra kötü olur,” dedi. Yaralı bu lafın üzerine kırık kanadını da kullanarak Kukumav’a hücum etmeye çabaladı. Kukumav korku içinde ve bana selametler dileyerek merdivenlere dar attı kendini. Neyse ki, son sözleri, dehamın ampülünü yaktı. Yarayı oksijenli su ile güzel güzel temizledim. Bir çarşafı da yırtıp bandaj hazırlayarak, boynu ve ayakları dışarıda olmak üzere sanki mumyalanmış bir martı yarattım; saldım evin içine.
İlk gün evde mevcut tüm ton balığı kutularını açıp ekmekle harmanladım. Bayıldı. Önümüzdeki günlerde ona ve ailesine sevdikleri balıkları alacağıma da söz verdim. Belki de buraya kadar az iş yaptım gibi duruyor ama kanape üzerinde, üstelik Yaralı koluma yaslanmış, yorgunluktan bitap öyle bir uyumuşuz ki. Terastan martı haykırışları sanki ninnimiz.
Martı Palas
Martı Palas’ın açılışı böylece yapılmış oldu. Yaralı evin içine yerleşirken, sülalesi de dışarıda saf tutmaya başladı. Onu inerse, dokuzu kalkıyor, havradan beteriz. Binbir Martı Masalları’ydı artık yaşadıklarımız. Yaralı’m iyileşip, uçuş brövesini yeniden başarıyla hak ederek ailesine karışana kadar da sürdü.
Derken, sanırım Martı Palas’ın namı ve şanı martılar arasında aldı yürüdü. Öyle olmuş olmalı, ki yine günlerden bir gün, yine yağmur fırtına bindirmiş tepemize (ama yine terkedilmiş falan değilim), sahilden yüz küsur basamak çıkarak evimin kapısına varmışım. Daha da beş kat tırmanılıp çatı katıma varmak nasip olacak inşallah, aman Allahım o da ne? Benim kapı kedileri almışlar bir topun etrafını, bir heves pata pata oynuyorlar. “N’oluyo m’oluyo,” derken baktım ki top canlı. Bir mini velet, kuş cinsindendir tamam, buraya kadar anlaşıldı ama ne ola? “Gel bakalım yukarı, burada sana rahat vermezler…”
Yerleşim bu kutu içine bol gazete kağıdı ile, şimdilik. Yemek? Sen kimsin, nesin, ne yer ne içersin? Dur bakalım, buluruz çarelerini, hele biraz ekmek ıslatalım önce. Ayol çok şekersin sen, puan puan tüycüklerin, kurudukça çıkıyor meydana puanları. Adın Benli olsun mu senin bebek? Sığırcık mısın yoksa? Yoo, sığırcığın büyümüş hali senden küçük, halbuki sen çok bebeciksin daha. Kapı tıklıyor, dur bakalım…
“Oya’nım, Oyaaa’nımmm.” “Geldim geldim Suat’anım…” (Kafa sesim, “Hah bir sen eksiktin…")“Kapıda şunu buldum da Oya’nım. Kediler oynuyordu. Martı yavrusu bu, damdan mı düştü ne, fırtınadandır… Oya’nım bakar dedik. Yaralı da damda mı yaşıyor ne. Belki de onundur dedik…”
Hoşgeldin canııımmm, senin adın da Senli olsun… Bu kadar senli benli olundu madem artık…
Onlar, mutlaka bunların arasında. Bu çığlıklar, kahkahalar hiç yabancı değil bana. “Aneeeeee, aneeee,” çığlıklarını unutamam ki onların. İşte oradalar, işteee, işteeeee, Yaralı orada işte, işte Senli, işte Benli… Sizleri çok seviyorum çocuklar. Çooook..
4 Comments:
Canlıların her biri sevgili Seden, kendine özel değişik bir yapının sahibi. İnsanlar gibi, yumuşacık yüreklerle canavar ruhlar arasında kimbilir kaç tür kişilik var? Ancaaaak, kendine güvenir de ararsan, canavar bir ruhun içinde, nasıl da buluyorsun o yumuşacık yüreği...
By Oya Kayacan, at 24 Ekim 2005 10:27
Oya Ablacığım senin ne güzel bir kalbin var.Bende tüm hayvanları çok seviyorum.Nerede yaralı bir kuş, acıkmış bir martı, hasta bir kedi veya köpek ben oradayım.Ve eşim bir veteriner olduğundan ailecek hayvan aşığıyız.
Seni blogumda sobeledim ablacığım.
Sevgiler
By Burcu Özdoğan, at 24 Ekim 2005 14:09
Çiğdem, sevgili Çiğdem... İşte dinlemekten hiç bıkmayacağım türden bir anı bu anlattığın. O güzelim başına buyruk hayvanlar, bizden medet umuyorlarsa eğer, ortada gerçekten başa çıkamadıkları bir hal var demektir. O zaman da alıyorlar işte, alıp tutuyorlar korkmadan, uzattığımız yardım ellerini.
Bizler maalesef azalıyoruz, çok azalıyoruz. Daha dün yan taraf komşum bahçesinde baktığı kedilerinin komşularca belediyeye şikayet edildiğini söyledi. Bu komşular kimler biliyor musun? Manzaralı yerlere bol para dökmüş, bu güzelim Salacak mahallesini mahalle olmaktan çıkarmaya çalışan, kapıda cipleri korumaları, şöförleri olan sonradan görme, kaçakçı, kara paracı vesaireler... Kapılarını çalıp, "Haydi sizler plazalara, oralarda hem korumasız yaşarsınız hem de kedisiz köpeksiz!" demek istedim. Yeri gelecek, söylenecek bunlar ve daha da ağırları. Bu mahallenin hiç kimseye zarar vermeyen alkolikleri ve hayvancıkları söz konusu olduğunda beni kimse tutamaz.
Sağol Çiğdem, dertlerimi deştiğin için.
By Oya Kayacan, at 27 Ekim 2005 10:30
"Kutup Macerası" adlı filmi izledin mi? Televizyonda oynamadı sanırım; zaten benim televizyonla pek aram yoktur ya, eğer cdsini bulursan al ve izle, buna değer. Keşke yakın olsaydın, o zaman hemen bendekinden sana bir kopya yapar getiriverirdim.
By Birsen Şahin, at 11 Kasım 2006 06:41
Yorum Gönder
<< Home