Kedili Mutfaklar

Çarşamba, Temmuz 29, 2009

Bulgurotto risotto'nun yazlık versiyonudur, adıyla sanıyla benimdir...

Tahta kaşıkla yenir. Kaşıklarken çevrede oluşan bazı başkaca durumlarla ilgilenmelidir yoksa çalakaşık denen ve de birbiri ardına hızla gelen, kaşığı tabağa daldır ağzına sok hamleleri başedilemez hale gelir. Yürürgezer kalkılır mutfağa varılır, bir tabak..., bir tabak daha...

Çok özenme hallerim bunlar. Elime mezzalunamı aldım mı, bilin ki zamana kıymışım. Sıcak meselesini mutfağın beynime beynime dönen tavan fırıldağı ile çözmeye çalışıp evin geri kalanında şok şook zamlanan elektriğe rağmen ayaz çıkarıyorum.

Mezzaluna vee bıçaklarla geliştirdiğim gelişigüzel parçalama tekniğimle, Edremit Çiğdem bahçesi menşeli, köy kokulu malzemem tavaya giriyor.

Tavada sevgili sızmalarıyla birleşen sivri, domates, patlıcan, kırmızı soğan ve sarmısak artık çok mutludurlar. HAPPY END yazacak sona doğru adım adım yaklaşmakta, buzdolabı çekmecesinde kavuşacakları günü beklemekten sabırları taşmış hallerini neredeyse unutmaktadırlar...

... ve de beeeen sizler tam da, "Şükürler olsun, kadın koliyi yedi bitirdi, sustu inşallah," dediğiniz yerden yeniden başlıyorum!
Sebzelerim dirice halloldu, bulgurunu kattım ama o da ne? Yine mi Edremit'ten? Kışın pişirip pişirip azıcık arttırdığım esmer köy bulguru mu? Hay canına...
Şarap ve tavuk suyu..., kimyon, paprika ve tarçın, deniz tuzu..., iki tırtır limon kabuğu... Kata kata karıştırıyor, karıştırırken tadına bakıyor eksiğini gediğini bizzat tesbit ediyor yor yor da yooor yooooor..., oldu oluyor derkeeen...

İlk bulgurotto yapışım 23 Temmuz 2005'miş. * Sonradan büyük gazetelerin büyük yemek yazarları da kullandılar bu güzel buluşumu, adıyla sanıyla!


Az önce yaptığım Google taramasında bulgurotto tabirimin uluslararası da kullanılmaya başlandığını gördüm.

http://www.google.com/search?q=bulgurotto&rls=com.microsoft:tr:IE-SearchBox&ie=UTF-8&oe=UTF-8&sourceid=ie7&rlz=1I7GGLL_tr

Gururluyum.

Şu yemek konusunda bak bak, görseldi yazınsaldı sayısaldı, herkes pireyi deve yapıyor maşallah.

Buyurun bu zaten deve.

Bir tabak daha?

Cuma, Temmuz 24, 2009

Papara kebabı

Tencerelerimizin dibini iyice sızmalayalım. Lezzetine önem verdiğimiz ekmek/pide gibi bayatlamış malzemeyi sızma üstü tek sıra dizelim. Dolaplarımızın yeşillikler kısmında bulunan taze soğandı, maydanozduyu filan doğrayalım. Bol da sarmısak ufalayalım, tencereye sokalım.

Sulandırılmış acı mı acı biber salçası ile ıslatalım. Tuz katalım.

Kıymayı kıyma gibi, hiç katışıksız yerleştirelim bu malzeme üzerine. Sıkmadan, sıkıştırmadan şöyle havalı havalı. Yeniden tuzlayalım ve de salçalı sudan dolaştıralım.

Madem yemek kışlık havasında, kıştan kalma son domates kurularını da değerlendirmeye alalım bakalım.

Bulursak et suyu bulmazsak su ama sıcak sıcak, kata kata kısık ateşte ve kapaklayarak pişirelim.
Papara kebabımızı afiyetle yiyelim.

Yoğurt kullanımında bir sakınca görmeyelim. Bir mahsuru yoksa sarmısaklayıp da yiyelim.

Aaaay bu ne sinir bir anlatım tarzı böyle!

Sakın bir daha bu minvalde yazı yazmayalım.



Önemli not:

Papara kebabı aslında PIRAL marka,, Made in Italy, sırlı toprak tenceremi takdimime bahanedir. Kendisinden pek memnun kalınmıştır. Fikirlerinize arzedilir. Google, marka konusunda bilgilidir, başvurulabilinir.

İşi reklam gibisinden algılayıp papara kebabımı yabana atanlar şimdiden şiddetle kınanır.

Cumartesi, Temmuz 18, 2009

Edremit'ten..., bir Çiğdem & Tatar gönderisi

Geeeel gel aman gelişine kurban olduğum kolisi ;)


Vaaaay beeee... Kadir gecesi mi doğmuşum kineeeee? Uyak yapmak için gülüyorum şimdi: heeee heee hee..., ama aslında ohaaaa falan olmuşum, sesim soluğum çıkmaz olmuş, kal gelmişim...

Avuç kadar bostanlar, parmak kadar kabaklar..., domatesler sırık bebeleri, biberler sivri müsvetteleri...

Kekik diyemiyorum kekeliyorum, o kadar koku o kadar lezzet yani..., bir dal dereotu, iki maydanoz..., semizotu yabani.


(Ne yazmış Çiğdem, "Az az... Gel tadına bak biraz :) Öpücükleeer)

Börülce ayıklanmış, iç iç gönderilmiş.

Lavantam oda kokusu olarak bilahare ve ama acilen gözümün önünde bir Sicilyalı vazoya yerleşmiş. Ihlamurum içilmek, yemeklere katılmak, koklanmak için kurutulmuş.

Yeşil biber salçam bu sefer sürmelik lezzette. Kavanozun yarısı, kızartılmış zeytinli ciappata üzerinde ve parmesan rendesi eşliğinde acilen tüketilmiş.

"Köyden indim şehre" omleti

Budur...
Bir keyiftir ki, anlatmakla bitmez.

Şöyle yapılır... Hiçbir şey fazla kesilmez, doğranmaz, ezilmez... Köyden şehire koli yoluyla sadece yarım günde ulaşmanın kıvancıyla taze taze, iri iri veya bütün bütün girerler tavaya. Otlar motlar vesaire, sızması tabii ki dibinde..., deniz tuzu üstünde.

Sonrasında üç yumurta, bir iki kaşık kremayla çırpılır, bilahare bol parmesan rendelenip karıştırılır ve tavadaki herşeyin üzerine eklenir.

Bu omlet tersyüz edilmez. Yani çevrilip altlı üstlü pişirilmez. Üstü hafiften sulu/az yumuşakken ocak söner, tabağa kaydırılır. Yine parmesan rendelenir hayli/hallice, erir sıcağında omletin ve kayar artık cümleler, gözler, diller...
Oy sizin eller ne güüüseeeel eller!

Yanında yenen zeytinli ciappata, bol bulduğum parmesan rendesiyle henüz elime geçen yeşil biber salçalıdır.

Kekikli parmesanlı börülce yahnisi

Bakliyat taifesinin yahnileşmesine ve yahninin italyanize olup parmesan ve kekik kokusuyla yenmesine önayak olmuştum.* Üstelik o tadı o kadar çok sevmiş o kadar çok sevmiştim ki, adetim olmadığı veçhile tekrarlamıştım zaman zaman! Tabii benim tekrarlarım, olmuş olanın tıpkısının aynısı olacak demek olmuyor. Her an her değişiklik serbest...
Şimdi de aşağı yukarı o minvalde bir börülce tatbikatı yapılacak. Sızmada bol soğan ve sarmısak çevrilirken içine bir patates rendelenecek. Tuz eklenip karabiber çekilecek. Bu rende patatesten beklentim börülcenin patates özlü suyuna ekmek banarken, içine patates koyduğumun zor anlaşılır olması oluyor!

Börülce de eklendi, suyu da. Soğan ve patatesler pişe pişe neredeyse kayboldu, börülceler yumuşadı. Biraz pekmez damlatıldı, az limon kabuğu ve bol parmesan rendelendi, tazecik kekik yaprakları girdi içine... Azıcık daha biber çekildi, gırt gııırt gıııırrrrrt gıııırt, tamam yeter bu kadar. Yani bu kadar girdi çıktı katkısı olan bir yemekte börülcenin lezzeti aynen yerinde. Bu da bir marifet işte.

Cancan parmesan kokusuna yanaşıyor tabii ki. Ona da rendeleniyor, derhal.

Tepsisine servis ediliyor. O yiyor, ben yiyorum. Karşılıklı yalanıyoruz.
Üstüne bir bardak naneli limonlu ve bol buzlu mürver şurubu, maden suyu ile.
Hazmetmeye yarar diye!
Bu mürver şurubu bir önceki koliden çıkmıştı.
Şimdi anladınız mı?

Perşembe, Temmuz 16, 2009

Temmuz'un ilk yarısına dair

Kolaysa dilini çıkartma bakalım...


Temmuz'un ilk günlerindedir hani, her yıl kutlanır. İşte yine o geldi geçti. Kutladık haliyle. Ablam Hülya metin olmamı tavsiye edercesine sarıldı bana bir ara, pasta kesimi sırasında. Ben de, memnuniyet belirtmekle 'n'oluyoruz be nereye?' arasında dağlar kadar farklar var ooooy ooooy, diye dilimi çıkardım aile efradına. Yooo ayıp olmadı. Güldüler.


Bu keyifli günü bana Yeğen Aycan ve Gelin Nurci hazırlamışlardı. İtalyan kokulu yemeklerden fırında naneli kılıç ve karidesli orecchini vardı ki, sindire sindire yemelik yanında şişelerle şaraplar içmelikti. Bebek Balıkçısı'nın böyle lezzetlere ulaştıran kazıklarına arada katlanmak gerek, diye düşünüyorum. (Şimdi herkes her sözünü 'diye düşünüyorum' olarak sonlandırıyor ya nedense. Vaaay be, herkes mi düşünmeye başladı ne? Bu ne ileri adımlar atmaklar böyle Türkiye?) İlaveten lakerdanızı da alıverin aynı yerden inmişken Bebek sahiline. Sekiz on ünlüye de kafa sallayıp dönersiniz artık geriye. Sallayın lütfen çünkü çoğu ünlü olduklarının farkında, herkese selam veriyorlar yürürken.



Haaa pastam, pastam yine frambuazlı Pelit. Ben ve ailem yani biz, o pastayı pek severiz.

Püüüfffff mumlar söndü.

Al sana, yaş 64.

Anılar aaaah anılar


Ben de kutladım tabii Annoya'mı. Dikildim durdum öyle karşısında. Birşeyler söylemek istermişim gibi yaptım ama haydi yine, susmak altındır... Zaten girdiği yaşı hesaplayınca bana kızdı. N'ooo yani, ne bakıyormuşum, ben de morukmuşum filan dedi. Kırmayalım yani birbirimizi böyle bir günde. Susup oturuşum işte bundan.

Annoya da derin anılara daldı o ara. Karyağdı biblosu Lago Maggiore'yi salladı durdu. Verdi karı, verdi karı... Ben hava durumumuzu bozuk görünce dikkat kesildim tabii. O da sisli buğulu düşüncelere takıldı yaz gününde. Çok oluyormuş bu, bir zamanlar canlı olanlar orada ööööle ölü ölü yatıyorlarmış. O abi de ölmüşmüş. Tabii Lago Maggiore'nin Villa Margherita'sı duruyor yerinde. Gidip kalsınmış keşke yine orada iki üç gün. Ah keşke.

Nurci ve Aycan'a, Annoya'mı bu kadar derinlere daldıran bir hediye verdikleri için ayrıca çok teşekkür ederim.

TED'de yas

İşte tam Temmuz'u ortalıyoruz derken, bu sefer Kuzen Ziya'nın oyununa geldik. Ziya Kayacan ilk Türk Ulusal Voleybol takımı oyuncularından, Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü kurucularındandı... Öldü. Kulüpte yapılan kısa anma töreninden elimde, yaslı yaslı yüzüme bakan bu gri kedicik fotoğrafı kaldı. Hayli yorgun ve yaşlıydı, kulübün emektarı olduğu her halinden belliydi.

Sen sağol güzel kedi.

Salı, Temmuz 07, 2009

Patlıcan fırına nasıl girdi, puli pennette'ye nasıl sos oldu? Azzz sooora tekmili birden aşşadaa...

"Olursa böylesi böylesi olsun" serisinden...

Mutfağa daha az giriyorum. Mevsimlerden denizlerin kıyı dibinde, koca kestanelerin önce şamdanlı sonra da dikenli gösterilerini sergilediği geniş gölgelerinde aylaklama mevsimim. Yani buna elveriyor hallerim. Yok eskisi gibi teknelerde zıplamak, surflerle uçuşmak. Böyle de olunca huysuzum biraz biraz. Huysuzluklarımla beraber toparlayıp kapı dışarı ediveriyor ev beni. Kavuşulduğunda çöpe dolanmış pamuk şeker kıvamında oluyorum.

Her yediğim özel, her içtiğim güzel. Dostlarımın, ailemin, ayağımı çekmediğim meyhanelerimin önüme koydukları her lezzet ayrı birer büyü. Esas büyücü benim ama. Bakın hele hele şu dolabın çekmesinde yatan dört patlıcanın başına gelenlere.

a) Annoya'nın "fırında limonlu, acılı yoğurt sosunda patlıcan"ını yemeyen patlıcan yedim demesin!

Yarım kase yoğurt duruyor buzdolabında, işte oracıkta. İki de yumurta, son kalanlarım.* Bu sefer Şirince'nin sızması.**


Kasedeki yoğurduma başlıyorum ilaveler yapmaya. Ne demiştik, yumurta, sızma... Derken ne diyelim, acı Urfa pulu, Edremit dağ kekiği, bir limon kabuğu rendesi ve suyu, deniz tuzu..., çekirdekleri olmayan bir jalapeno ile avuçla maydanoz, iki koca diş sarmısak da incecikten kıyılmış... Çalkala yavrum çalkala...

Soooracığıma, gelişigüzel kabukları sıyrılmış patlıcanları dilimliyorum. Pijamalılardan sıkıldım diyelim, o yüzden. Dilimleri yoğurtlu karışımıma batıra çıkara fırın kağıdı ile kapladığım tepsiye yerleştiriyorum. Bu da 'fazla bulaşık çıkmasın hallerim' yüzünden.

Yoğurdun yarısı dilimlere bulandı, yarısı kaldı. Sert bir manevrayla dönüp yine buz dolabında duran galeta unumu çıkardım. Dışarıda acır bu malzeme, yağlıdır ya; soğukta durması ehvendir, bu da bu yüzden.

Galeta unundan altı yedi kaşık kadarı yoğurtlu karışıma girdi, yeniden çırpıldı ve patlıcan dilimlerinin üzerine döküldü. Derken biraz da üstünün üstüne galeta unu serpildi ve hafiften sızmalandı.

Sıcak fırına girsin, bırakın kızarsın, pişsin.

Olmaz be yaw, fazla kaçmış lezzeti. Tepsinin sol ucu anında uçtu.

Tadından yenmiyor ki!


b) Puli yiyoruz, naneli ve daha bisürübişili... Ar damağımız çatladı mı ne?



Mutfak penceresi önündeki edible*** otlarımın aralarına filizlenmiş sarmısak dişleri sokuşturduğumda bana müthiş bir güzellik yapıyorlar. Yok böyle bir tat; minicik, dipdiri ve henüz dişe durmamış küçük sarmısakçıklarda olan gibi...

Şimdi puli pişecek. Nane limonlu puli olacak kemiksiz puli parçalarımdan. Bol kırmızı soğanla birlikte, hava girmeyecek gibi sıkı kapalı bir tencerede, elektrikli gözün 1'inde pişmeye başlayacak.

Sizlere yeni yeni aksettirmeye başladığım azar azar tatlandırma huylarım burada da devreye girsin hemen. Arada pencere önünden iki üç taptaze defne yaprağı, bol kekik, bolca da biberiye toplansın. İster kıyılsın da atılsın tencereye, yok bu kadar lezzete gelemem denirse de eğer, salınsın olduğu gibi. Deniz tuzu azardan başlayarak katılsın, azıcık da biber çekilsin. Su durumu kontrol edilsin, çektikçe eklensin. Kettle kenarımızda hep kaynarmış gibi, homur homur dursun. Kapaklayıp sıkıca, bırakalım yine kendi haline, pişsin de pişsin.

Bir sonraki etapta sapı yumuşak, daha nazlı olan bitkileri ilave ederiz, olur mu? Önce koyduklarımız odunsu sapları olup da pişmeye daha çok hakkı olanlardı dikkat ettiyseniz; etmiş miydiniz bakiiiim, hııı?

Ben bu durumda sadece kendi nanelerimi yaprak yaprak, sarmısaklarımı incecikten doğranmış ve azıcık kıyılmış yabani semizotu dallarımı kullanıyorum. Deniz tuzu ve iki harekette çekilmiş biber ilavesi yapıyorum. Gereken kadar su, yine kapatın tencereyi sıkıca, pişmeye devam.

Bu son fasıl, rendelenmiş bir limon kabuğu**** ve suyu, bol paprika, tuz (işte o dediğimden*****)... Karıştırıp bırakın iki taşım daha fıkfıklasın. Dağıldığı kadar dağılmıştır etler, biraz da biz dağıtalım. Niyet makarnaya sos olsun, yanına da patlıcandan alınsın.

Şimdi bir al dente makarnaya kaldı iş. Pennette rigate/Barilla, makarnam/pasta'm budur. İtalya'da yaşarken de Barilla'yı seçmiştim onca makarna arasından, o gün bugündür...


Evde kalınca da başıma bunlar geliyor işte.

Mutfağa girdiğimde hiç aklımda olmayan, limonlu mimonlu enfes lezzetlerim artık bana bir çatal mesafede.

Puli makarna üstünde, patlıcan da kenarında. Kocaman tabaklarda, üçü birarada...

Bu da evde kalmış Annoya'nın pamuk şekeri kıvamı.

Desenize, "Yallah sokağa!"





* dolap inlemeye başlamadan alışverişe git Annoya...

** bir Şirince'den Candan, bir Edremit'ten Çiğdem sızması, gözüm başkalarını görmez zaten ;)

*** yenilebilir...

**** limon kabuğuna fena sarıyorum!

***** Tariş'in deniz tuzu demiş miydim?