Kedili Mutfaklar

Pazar, Temmuz 29, 2007

Ezine peyniri, Körfez sızması, başımın keli

(Pazar sabahından öğlene geçiş yaparken: Ezine'den peynir altına Şirince'den kekik..., üstüne Körfez'den Hemera sızma..., yine üstüne Urfa'dan biber salçası. Ekmek olarak kızarmış çavdar.)

(Herhangi bir akşam rakı yanına: Ezine peyniri ve kavun.)

Beyaz peynirle ilgili ağız tadım şaibelidir. Sert, yağsız, ekşi, tuzlu olanını pek severim. Bu tarif eşittir kötü bir peynir demek olur. Neden, nasıl alışmıştım kötü peynire hemen anlatmalıyım.

Gencim, güzelim devirlerimde bir aşk acısı çekiyorum. Bitti bitecek bitmiyor. Gitti gidecek gitmiyor. Sen çektir git diyeceksiniz, ı ıh gidemiyorum. Üç gün sütlimanda kuzu sarması, beş gün zemherir fırtınasında savaş oyunları; demek ki yaşamak gerekiyormuş, yaşıyoruz.

O vaktin zamanlarında ‘stres’ daha şimdiki hayatımızdaki manâsını kazanmış değil. Bunalımda oluyoruz yani direkman! Eh, gidersek bir psikolog bulup gidelim derken, o da ne? O, deri ve zührevi hastalıklar doktoru Tarık Ziya Kırbakan’ın muayene sonucu tabiriyle, bir lira büyüklüğünde bir kellik durumu. Günahı vebali temamiyle bir türlü ortasını bulamadığımız aşkımızın boynuna.

Kırbakan’ın reçetesi: 1)Sarmısak dişi patlatılıp kel üzre gezdirilecek. Mümkünse elde sarmısak dişiyle gezilecek. Zamanın dolusu boşu gözetilmeden kele sarmısakla masaj sürdürülecek. 2) Galatasaray Balık Pazarı’nda şimdi adını hatırlamadığım bir şarküterimsi bakkal (ki artık yok) dükkanına gidilip kireçli beyaz peynir alınacak. Almakla kalmak yok tabii, kaç vakit derseniz artık günde, yenecek.

Ne zamanlarmış ama? Kaç liralık kimyasaldır o reçetenin bedeli kimbilir bugünlerde?

Bir teklik kel yerimden çabucacık saç bitti, kafayı sarmısaklamaya paydos; baki kalan kireçli beyaz peynir. Alıştım yani, sevdim.

Ve de ben bu sevmeyi sürdürüyordum. Derken Çiğdem ve Fatih geliyor geçenlerde Edremit’den, hani benim sızmacılarımdan, Hemera’cılarım, Körfez yağcılarım.Elleri kolları dolu geliyorlar, köy sabunlarıymış, reçelleriymiş filaaan, da bir de geçerken alıverdik dedikleri Ezine peyniri. Getirdikleri insan keyfine, dost keyfine artı değerler bunlar yani.

Ben de başlıyorum işte böylece, bu saatten sonra peynirin iyisini yemeye.

Hoşaf da sevmem pek.

Aaaaaaiiiiiiiiiaah!


http://www.ezinepeyniri.biz/main/contact.asp

http://www.ezinecamlicali.com/






Cumartesi, Temmuz 28, 2007

Karayemişler olduuuu...


Komşu komşu huuuu,

yıllardır beni aldattınız. Balkoncuğuma bitişik ağacınızın karayemişlerini ne yediniz, ne yedirdiniz. Zehirliymiş dediniz. Çarşamba günü Kuzguncuk'ta pazarcı demez mi, her derde devadır, laz kirazıdır. Okumasını bilene MWÜo Lazca adıdır.

Derken bakındım tabii internet denen sağ kolumuzun sağına soluna. Ufaktan bir zehir numarası var ama nefes almak daha zehirli bence. Daha yemeyin siz e mi, bakın bakalım seyrine.


Fotoğrafta görülen şıklaştırılmış yeme de yanında yat durumu değil votka yanında ikram şeklidir.

İkrama ilaveten evsahibesi, "karayemişun dali, sevdaliyum sevdali," türküsünü terennüme yeltenmektedir.

Salı, Temmuz 24, 2007

Karpuz suyunda domates filmi


Oya, bir dizi çıkar uğruna yollara düşmeye, kiminin bağına, kiminin bahçesine musallat olmaya devam etmektedir. Bugün de Oya’nın domatesi bol bulduğu günlerden bir gündür. “Ye iç gül eğlen dostlar, ehlem ve sehlem dostlar,” diye mırıldanarak mutfağa girer. Bu girişte, sağından Kimsecik solundan ise Cancan refakat etmekte, domateslerin ne hale geleceğini en az Oya kadar onlar da merak etmektedirler.

Fakat o da ne? Kamera mutfağın sol köşesinde yatan kocaman bir karpuza pan yapmaz mı? Pan yapıldığını hisseden karpuz, arka planını flulaştırıp kendini ön planda oynatmaya başlamaz mı?
Böyle başladı işte karpuz suyunda domates pişirmenin öyküsü.
Önce domateslerimi unutup karpuzumu kesmeye daldım. Eyvah, karpuz fena halde su kaybediyor. Kendinden şekerli enfes bir su. Gel tencere gel tencere, karpuz sularını topla içine. Yetmedi dilimin dibini de kazıya kazıya aktaralım tencereye. Yaaa ne karpuz bu be, kabuğunu sıkınca da suyu çıkıyor. Velhasıl tencere, billahi sırf sizlere yaranmak için tarttım ki, darası hariç 1.250 geliyor.

Kararım kesin, domateslerim karpuz suyunda marmelat olacaktır. Kabuklarda kalan kırmızılıklarla, bir kocaman dilim karpuz da domatese ilave edilecektir.

Kabuğu ve çekirdekleriyle gelişigüzel dilimlenen 1.250 domates de böylece giriyor tencereye. Bir kilo şeker, iki limon kabuğu rendesi ve suyu, karanfil taneleri ve tarçın çubuğu ile başlıyor ağır ağır kaynamaya.
İyi halli bir karışım olduğuna kalıbımı basarım. Kabarmıyor, köpüklenmiyor, başında bekletmiyor yani adamı. Unutma, git arada bir göz at, karıştır yeter.
Uzun uzun kaynatıyorum, ateşi hep düşük tutuyorum, karpuzlu domatesin kırmızısı gittikçe koyulaşıyor. Bu kaynama, domatesler yaklaşık eriyene kadar sürecek. Zaman biraz uzayacak ama siz bu arada TV seyrederek ütü yapıyor, kitap okuyup poponuzu kaşıyor, vesairesiniz.
Derken, reçel yapma adetlerine göre yarı koyulaşan tencere muhteviyatını tel süzgeçten geçirin. Elinizde büyük bir tahta kaşıkla uzun uzun eziyor, neredeyse pazulaşma gerektiren kol kuvveti ile ve de sonunda domatesin yarım avuç falan çekirdeğiyle kabuğu kalana kadar uğraşıyorsunuz.

Tekrar kaynamaya alın ağır ağır. Bu arada ben üç kesme şeker kadar lohusa şekeri kattım içine. Biraz köpüklenerek kaynadı da kaynadı, karpuzun suyu ile domatesin suyu sonunda azalmaya, kaşığın ucundan pıt pıt damlamaya başladı. Zannedersiniz ki tamam, iş bitti. Hayır bitmedi. Bir kahve fincanı grappa ile bir çay kaşığı vanilya kattım içine.
Boooom. Fokur fokur fokur. Daha daha fokur.
Fokurdarken değişen koku, değişen kokuyla beraber karamelize olma hali...
Ne bu şimdi?
Carpe diem,” der Oya. "Zaman şimdiki zamandır, şimdiki zamandan başka zaman yoktur. O şimdiki zamanda elinden geleni ardına koymayacaksın."
Kimsecik ve Cancan, "Annoya etli reçel keşfedene kadar mutfaktan çıkmayacağız," diye direnişe geçerler.
Film biter.

Cumartesi, Temmuz 21, 2007

Geçen haftanın içinden geçenler

Her yıl, enginar mevsimi sonuna doğru, benim kamyonlu enginarcıma, "En kartlarından seç bana bakalım," derim. Eve yerleşir yerleşmez mor tüylerini çıkarmaya başlarlar, sanki keyiften. Hani kedi köpek gibi, severse seni açar göbeciğini okşatır ya.

Body, Portakal ve Osi, büyükten küçüğe boy sırasında. Osi bahçenin yenisi. Bir ay isaliyle uğraşan Ceylan, şimdi de uyuzunu tedavi etmekle meşgul. Portakal'ın Osi'ye bayıldığı söylenemez ama ufaklık tıslaya fıslaya götürüyor işi. Body'ciğim çok baba, hepsine baba.

Kızlar toplantısı yapıldı bizim! Boğaz kıyısında keyifli sohbetler, gülmeler, yüzmeler, yemeler, içmeler... Bazı yıllarca karşılaşmadığın biri çıkıveriyor ortaya, küçük itişmeler, kimdi yaaa kimdi? Sonra bırakıldığı yerden başlıyor eski dostluklar. Yarım yüzyıl mı dediniz? Daha henüz dün gibi, sanki çocuk gibiyiz.

Köfte dürümün tadı güzel, sunumu çok çok güzeldi.

Derken yeni bir haftaya, güzel bir haber-karikatürle uyanıldı. E bu kadar da olsundu yani. Tebrikler Türkiye.

(Karikatür çizerinin imzası yok. Tanıyan olur da bana yazarsa sevinirim.)

Perşembe, Temmuz 19, 2007

O seçim, bu seçim




(Fazla söze ne gerek, hep verdiğim Baba Evi'ne yine vereceğim.)

Açık Radyo, http://www.acikradyo.com/ 'da bir yazımın içinden...

3 Kasım 2002, Pazar / Baba, bir hafta sonra 10 Kasım

Biz ailece yüzmeye meraklıydık. “Boy ver,” derdi babam. Çocuğum ya, ayaklarımın yere bastığı yerde yüzersem güvende olacağım sanki. Büyüdüm, “Oy ver,” dedi babam, “ayakların yere basa basa, kendine güvenerek ver oyunu.”

Pazar uyanmalarına bayılırım. Evin her köşesinde yaşanacak tembellik saatleri ayarlarım kafamda. Ev yetmezse sahilde balıkçı barınaklarında falan yayılıp, çay simit gazete fasılları yaşanır. Balık ızgara mı olsun, tava mı diye kurarım kafamda, öğlen Kanlıca yaparız ya…

Bu Pazar başka Pazar. Bu güne dönük ne bir program, ne de bir düşüncem var. Kahve kokusu da özlemiyorum, yağda yumurta da. Gayri seçelim yeter, seçelim ki seçilsinler, bitsin bu iş. İki aydır mide bulantısı, baş dönmesi, n’olacak hallerimiz muhabbetleri falan derken, külli çöküş olmasa da bunalımın eşiğine geldim.

İki aydır bana akıl bahşedebilecek çapta her insandan medet umdum…

İki aydır oylamada, boy-pos, kaş-göz ve de şirin sözü esas alacak olan halkımın içinde gezindim durdum. Dilim döndüğünce, “Hayır onlar değil,” dedim. Dilim dönmedi, “Evet işte bu,”diyemedim.

Baba bugün Pazar, saat 6:15. Ayaklarım yere basıyor ama üstlerinde yürüyen ben değilim. Kendimi güvende hissetmiyorum Baba.

Bu verilen oylarla birileri görev başına gelecek.

Görevleri, zaten doğru dürüst anlatamadıkları işleri yapamamak olacak.

Görevleri, laf boğuntusunda ettikleri palavra vaatleri yerine getirmemek olacak.

Üstelik her gün TV’de karşıma çıkıp, ‘ben sana hayran git cama tırman’ yüzsüzlüğü ve güveniyle benimle alay edecekler.

Baba bugün 3 Kasım. Susurluk’un altıncı yılı doldu. Ben saat 6:35’de sandığımın başındaydım.

Bir hafta sonra da 10 Kasım Baba. Parmağımın kara mürekkebi ve de alnımın akıyla saygı durmam gerek saat tam dokuzu beş geçe.
------------------
Üzgünüm, bu hafta Pansuman yok. Dalgacı ruhum haftaya avdet eder sanırım.

3 Kasım Pazar, 2002, saat 19:00.
----------


O seçim bu seçim, CHP.



O Pazar, bu Pazar, CHP.



Çarşamba, Temmuz 18, 2007

Gözlerimden anlıyor musun?

"İyi ettin suyu değiştirmekle Annoya. Az önce koca bir karga gelmişti, suyumuzda banyo yapıp gitti. Başka zaman olsa dalaşırdım ama bu sıcakta sesimi çıkarmam doğru olmazdı, o da hayvan n'aapsın zavallı. Yarın yine ucu kör makasını getir. Uzun uzun tüylerimin topaklandığı yerleri temizleyelim, olur mu? Sonra da bir fırça çekersin. Oooooh olurum mis," der Trafo.



Paşa, "İkinci ziyaretinde bana hediyeler getirmişsin. Geçen hafta eli boş geldin diye alınmıştım doğrusu. Bu plastik kemik deri köpek kemiklerinden daha güzel. O derilerden alma bir daha. Kokuyor mu nedir, sevmedim. Şimdi gel al bunu ağzımdan bakalım alabilirsen. Vermeeeem de vermem. Taaa ki ben getirip ayağının dibine bırakana kadar alamazsın. Haydi köpek oyunu oynayalım. Hep köpek oyunu oynayalım, tamam mı?" dedi.

"Bu Paşa da ne behavvvv... Koca bahçede o oynuyo, beni kovalıyo, ben sinip oturuyorum masanın altında. Sözde misafirliğe geldim Zekeriyaköy'e Paşa'ya, şu yaptığına bak köpeğin. Annoya aynı oyuncaklardan bana da almış. Kemikleri bir boy küçük almasına rağmen ağzıma uymadı, oynayamadım. Tanıdınız değil mi, daha önce de bu sütunlarda benden bahsedilmişti. Ben Annoya'nın kız yeğeni Aylin'in oğlu Kaan'ın Lucky'siyim. Büyüdüm maşallah ama Paşa'nın dörtte biri bile değilim," diyor Lucky.

Annoya'm yine köpek köpek kokuyor. Nurci Gelin Abla bizi de çağırdı arkadaşlarla oynamaya, Annoya götürmedi. Döndüğünde öptü beni, oynamak istedi. Ben oynamadım ama, yeni aldığı rejisör koltuğunda yatmayı tercih ettim. O koltuk hep açık durmuyor çünkü, bulduğumda yatıyorum. Bizim oturacak fazla yerimiz yok. Birileri gelince açıyoruz onları. Annoya boşluk seviyor, rahat ediyor. Biz de daha fazla oyun alanı buluyoruz bu durumda kendimize. Tırmalama ipli kulemiz paramparça oldu. Yenisini bulup alamıyormuşuz, çok kısa ve inceymiş şimdi satılanlar. Başkaaa, bişey yok, keyfim iyi," dedi Cancan

Kimsecik dedi ki, "Somurtuyorum işte, somurtacağım da... Pişirsene bir et bir balık Annoya. Yok, koymuş yine ocağa acayip sebzeler, haşlayıp limonlu limonlu yiyecekmiş. Ben de boykottayım işte, inmiyorum bu zımbırtının üzerinden, tüneyip oturuyorum. Bööööle mutfak mı olurmuş? Neyse ama söz verdi yarın akşama löp löp çipura yiyecekmişiz. Seni seviyorum Annoya. Yarın akşam seni daha çok severim inşallah."















Cumartesi, Temmuz 14, 2007

İşkembe, işkembe-i kübradan


Bu konuda tartışma kaldıramam. Yemeyen yemesin ama yiyene de laf etmesin. Ben eski işkembeci kuşağı temsilcilerindenim. Gecenin finali Apik olurdu o zaman. Pek uyuyan biri değildim. İki üç saat yattıktan sonra bir duş, vınnnn işe. Akşamın üzerini geçirince bar saati, yemek vakti meyhane, geceyi uzatmaya tıngırtısı olan yerler, daha da uzatırsak fasıl ve de bitirmek için Dolapdere Apik.

Ne günlerdi aaaaaah o güüünler. Bugünü, o günleri anarak geçirdim. İşkembe bahane oldu aslında, anılar şahane.

Dolapdere Apik ve Beyoğlu Lale, en iyiler arasında yıllardır top iki.
Top ikiden kılını kıpırdatmayan iki işkembe yemeği, tabii ki çorbasıyla nohutlusu.
Çok ama çok gerilere gidip, evimizden işkembe kokusu çıkan günleri yakalamaya çalışıyorum. Ya bir ya iki..., veya sanki yok gibi.

Bir alt kata insem, Ulviye Hanım Teyze’nin kapısını çalsam mı ya?
Oooo, sarmısağı sirkesi bile katılmış çorbanın kokusu öyle buram buram burnumda ki, misss. Zaten yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi Robert Kolej’de coğrafya öğretmeni Ziya Bey Amca (Akant)* ve eşi Ulviye Hanım Teyze ile.

Annem Selma sevmezdi galiba işkembe işini. O vaktin zamanında, sakatatçıdan işkembe alıp eve gelmekle, çorbayı sofraya çıkarmak arasında iki üç gün geçerdi zaten.
İşkembe içleri iyice temizlenirdi önce, nedenini sormayın artık; sonra da içli dışlı kazınır elde ince ve sivri bir bıçakla. Yanlış hatırlamıyorum değil mi, çamaşır suyuna yatırılıp bekletilir veya çamaşır sodalı suya? Sonra gerçekten leğende çamaşır yıkayan kadınlar gibi evire yoğura çevire yıkanır. Tuzlanır, unlanır yine bekletilir. Bir daha yıkanır ve bu aşamada daha ancak haşlanma faslı için hazırlanmış olur. Pişmesi de sabah koyup ocağa ancak akşam kaldırmaca. Ölme eşeğim ölme, bekle ki çorba içilecek.
Havagazı İdaresi vardı ben çocukken ocaklara enerji veren. Havagazı İdaresini zengin ederdin yani ayda iki üç işkembe yemeği pişirecek olsan.**
İşkembe dolması var, kibbeh, Güneydoğu’nun Süryani yemeklerinden. İri işkembe parçalarının içine et bulgur pirinç soğan filan doldurup ağzını büzerek diktikleri, biraz terzilik de gerektiren bu yemek, şimdi Allah var, lezzette tavan yapar. Yemişliğim tarih oldu ama aklımdan hiç çıkmadı. Benim yaptığım zeytinyağlı işkembeli dolma. Ya olursa, ya tutarsa denemelerimden tabii, sonuç başarılı.

Bugün işkembe ile denediğim ikinci yemek, mantar, kırmızı çarliston ve domates karışımıyla harika bir meze. İki yemeğin de pişmeye başlama şartları aynı, yani:

Salam gibi silindir ambalajlı, 400 gramlık hazır işkembe çorbası.
İki kocaman soğan, 6-7 diş sarmısak.
Aklınıza gelen taze / kuru yeşillikler.
Kullandıklarım, hepsi taze olmak üzere maydanoz, tarhun, kekik, fesleğen ve biberiye.
İşkembe tuzlu oluyor, dikkat.

Soğan, sarmısak ve yeşillikler bızzzztlanarak işkembe ile birlikte orta ateşte yarı yarıya pişmiş hale getiriliyor. Yarı yarıya çünkü bu malzeme iki ayrı yemek olmak üzere ikiye bölünüp yeniden ve yeterince pişirilecektir.

İşkembeli dolma yapmaya, yarı pişirilen soğanlı işkembeye bir fincan pirinç ve iki kaşık kuş üzümü katılarak başlanacak. Suyu yeterli geliyor, sıkça çevirerek dolma içini hazırlıyoruz. Çam fıstığını teflonda rengi dönene kadar kavurarak ilave edip, taze çekilmiş karabiber ve bir tutam şekerle daha daha lezzetlendirdiğimiz iç malzemenin biraz soğumasını bekleyelim. Bu arada bir kabak, bir patlıcan, iki domates ve dört iri mantar dolmalık oyulacak.


Oyulmuş sebzeleri tencereye dizdim, içlerini doldurdum. Bir kırmızı çarlistonu gereken yerlerde kapak olarak kullandım. Aralarına yine biraz ot ve sarmısak dişleri yerleştirdim. Hepsi bu. Mantarların boyunu aşmayacak kadar su, keyfinizce sızma ve bir limon suyu ilave edin, pişsin artık.

İşkembeli mantar için işkembeli malzemenin diğer yarısına bir domates, bir kırmızı çarliston ve 6-7 adet iri mantar bızzzzztlanarak ilave ediliyor. Orta ateşte biberler yumuşayana kadar pişiriliyor. Urfa’nın acı biber salçasını da ihmal etmeden pişirdiğim bu meze, “Bu rakının yeni pezevengi galiba,” dedirtecek kadar iddialı. Jölelenmiş de, kaşığa gelişi kıvırta kıvırta, titrete titrete.

Ha bir de, nohutlu zeytinyağlı işkembe yemeğim vardı yazılmayı bekleyen. Yine aynı tip hazır işkembe çorba, bol taze soğan, maydanoz dereotu ikilisi, haşlanmış nohut, sızma, acı biber filaaaan... Pişip de ateşi söndürünce içine dövülmüş sarmısaklı sirke katın. Fiiüüüüüuyyyt fiüuyyyyy, yine bir Annoya buluşu, yine işkembe-i kübradan.

Bu da jölelenir soğuyunca, bu da titretir.

İki kadeh buzzz rakı, birkaç dost kelamına kalır iş.

Belki ben de titretirim.

* Lisede Coğrafya öğretmenimiz Ziya Akant’tı. Baba Ziya hiçbirimizi bütünlemeye bile bırakmazdı. Yufka yürekliliğinden değil. Coğrafyayı sular seller gibi bilirdik çünkü. Ders de çalışmazdık. Yıllarca Coğrafya kitabının kapağını bile açmadım. Sınıf arkadaşlarım gibi. Baba Ziya öyle bir anlatırdı ki, kolaysa unut. Coğrafyayı insanın bir parçası kıldırmayı başarmıştı. Öğrendiklerim bugün bile aklımda.
Ama Tarih dersi... Hiçbirimiz ısınamadık. Boyuna ezberlerdik. Savaşların tarihleri, antlaşmaların maddeleri... Hepsi uçup gitmiş...
"Tarihçimiz Baba Ziya olsaydı keşke" derdik. Coğrafyayı bile öykülerle anlatan bir öğretmen, tarih dersini ne büyük keyfe, ne renkli bir serüvene dönüştürürdü kimbilir.

Ülkü Tamer, 30 Mayıs 2001, Milliyet

Allah gani gani rahmet eylesin, Baba Ziya (Ziya Akant) adında bir coğrafya hocamız vardı. Şahane bir insandı. Tam bir İstanbul Efendisi, mükemmel bir hoca ve her zaman pırıl pırıl giyinen, yeleğine köstekli saati takılı olan, kara kaşlı, yakışıklı bir beyefendi.Baba Ziya'nın kendine mahsus bir ders anlatış tarzı da vardı. Bizler, coğrafyayı hep hikayeler dinleyerek öğrendik ve bir daha da hiç unutmadık. Mesela bir bölgede arpa mı yetişir, derse kalkan talebeye bunu hatırlatmak için Baba Ziya kaşlarını çatarak 'Yahu, senin en çok sevdiğin yiyecek ne idi?' diye sorar ve çocuk da hemen 'Arpa' derdi.Merzifon'un eşeği bahis mevzu olduğunda da 'Yahu senin en yakın arkadaşların nereden geldi?' diye hatırlatır ve anında 'Eşek hocam, Merzifon'da bulunur' cevabını alırdı.Yahut, Zonguldak, Karadeniz Bölgesi veya kömür madenlerine yakın bir bahise gelindiği zaman, Baba Ziya'dan şunları dinlerdik;'Ortalıkta bir sis, bir duman. Göz gözü görmüyor! 'Ne o? Deniz mi yanıyor?' diye sorarsınız. Cevap verirler 'Hayır efendim, ne münasebet yangın filan yok! YAVUZ manevraya çıktı da..' İşte bu YAVUZ zırhlımız, müthiş miktarda kömür yakar ve şahane duman çıkartırdı. Zonguldak havzasının kömürünün baş müşterisi YAVUZ'du.'

Ahmet Çavuşoğlu, 16 Haziran 2006, http://www.gunes.com/


Türk öğretmenler arasında ise Baba Ziya'nın üstüne yoktu. Coğrafyacı Ziya Akant'ın, dört yıl öğrencisi oldum. O dört yıl içinde bir tek kere bile ders kitabının kapağını açmadım. Arkadaşların çoğu gibi. Gerek duymazdık buna. Baba Ziya her şeyi pırıl pırıl öğretirdi. Öğrettiği de akıldan çıkmazdı.Görünüşte aksi mi aksiydi. Simsiyah kaşları her zaman çatıktı. Gürledi mi tam gürlerdi. "Eşekler!" diye bağırırdı en çok.Odası müze gibiydi. Yurdun çeşitli yerlerinden elişleri, taşlar, bitkiler...Bir keresinde sınıfa girdiğimizde barut fıçısı gibiydi. "Eşekler! Keçiboynuzlarımı çalmışlar!" diye bağırıyordu. Keyfi bir hafta yerine gelmedi. Her ders başında yoklama yapardı. Ön sırada oturan arkadaşlardan birinin önüne bir kağıt fırlatır, gelmeyenin adını yazdırırdı. Günün birinde, yoklamada Gündüz'ün (Kösemen) olmadığını gördü. "Yaz!" dedi arkadaşa. "Hocam," dedik, "Şimdi gelecek." "Peki," dedi Baba Ziya. Ders anlatmaya koyuldu. Gündüz'ü de unuttu.Ama dersin bitmesine beş dakika kala kapı açıldı, Gündüz girdi içeri.Baba Ziya, "Neredesin?" diye bağırdı. Ön sıradaki arkadaşa döndü: "Yaz!" "Hocam, önemli bir telefon görüşmem vardı, kusura bakmayın," dedi Gündüz. Baba Ziya onu dinlemiyordu bile. Bağırıyordu: "Yaz!" "Hocam, adımı yazdırırsanız başım derde girecek..." "Yaz!" "Zaten ihtar aldım. Bir hafta okuldan uzaklaştıracaklar..." "Yaz!" Gündüz dayanamadı: "Eee be! Yazdırırsan yazdır! Baba Ziya dedik, gelmedik işte!" Baba Ziya, bir an bile duraksamadan kükredi: "Sil!!!"

9 Nisan, 2007 Ülkü Tamer, Sabah

** http://www.istanbulgazmuzesi.org/dolmabahcegazhanesi.html


Cuma, Temmuz 13, 2007

Çekirdek ağaçları

Bu bizim kayısı ağacımız. Çekirdekten yetişmedir. Dallarını bir bastırır, mahalle doyar kayısıya.

TEMA çekirdek peşinde. Ben aklım erdi ermedi zamanlarımdan beri, severek yediğim her meyvenin çekirdeklerden, toprağa mutlaka sokuşturmuşumdur üç beş tane. Bir yanda limon ağaçlaşır diktiğim çürük limondan, bir yandan ormana döner Salacak'ta arka bahçemiz. Ulus'ta Yahudi Mezarlığı dış duvarına mevsiminde budanan ağaçlardan dallar sokarım, orası da ağaçlık oldu pek güzel, biraz Oya çokça belediye işbirliği ile. Belediye de diker birşeyler ve de sular sağolsun, akıllarına estikçe.
Dün toplanmış bir tabak bizim kayısılardan. Aman aman bu ne tat. İlaçsız, gübresiz yetişiyor işte gözlerimin önünde, hani 'bana göre organik' tanımlamama tam tamına uygun. Büro ailemizce hem yedik yalana yalana, bir yandan da ben durmadan söyleniyorum.
Çekirdekler saklanacak, uygun yerler buldukça toprakla buluşturulacak. Üç yıl beş yıl çabuk geçiyor, boyunuza geliverecekler... Onlar sizin ağaçlarınız olacak cak cak caaaaak.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından, diye ille de zeytinin üstüne bassa da Nazım, ağaç yapalım biz o sözcüğü.

Haydi koşun, hepimizi ağaç dikmeye çağırıyorlar...


manisadost dedi ki...
Değerli doğa dostları MADOST adına verdiğimiz telefon nosunda bir yanlışlık sonucu sondaki olması gereken çift no 69 olarak çıkmıştır numarayı düzeltmemize rağmen ulaşamadığımız pekçok doğa sever olduğunu gördük doğru numara 0 555 539 23 66 dır lütfen doğru numarayı kullanalım.Doğa severlerin böylesi ilgisi biz proje içerisinde yer alanları fazlasıyle mutlu ediyor çünki sadece bu güzel aktiviteden haberdar etmek için atdığım bu mailin bu kadar yayılıp vucüt bulacağını hiç düşünmemiştim,Sadece MANİSA ve çevresinde yapacağımız bu aktivite Manisa için geçerli idi öyle ilgi gördü ki ben kendi adıma şaşırdım.yinede teşekkürler duyarlı insanlar.MADOSTManisa Doğa Sporları Topluluğu adınaAli Haydar ÖZLÜ

Bizler size teşekkür borçluyuz sevgili Ali Haydar Bey. Şaşırmanıza gerek yok, güzel girişimler her zaman hedefini buluyor. Dilerim çekirdek ağaçlarınızı kucakladığınızı da görürüz. Oya

Çarşamba, Temmuz 11, 2007

HAYTAP VE AHMET'İMİZ



"Güç birliği" platformu için örnek afiş çalışmalarımız.

Dileyenler için kendi derneklerinin isimleri ve adresleri geçecek şekilde düzenleyip yollayabiliriz. Kendi bölgenizdeki etkinliklerde , çalışmalarda , toplantılarda kullanmanız açısından büyük önem taşıyor bu afişler.


Yakında bunları web sitemizde de paylaşacağız.

Aslında neyin hakkını savunduğumuz , ne için mücadele ettiğimiz daha iyi anlaşılıyor :)))

Ahmet Kemal Şenpolat
asenpolat@gmail.com

(Canımız, canlarımızın avukatı Ahmet'imiz...)



FAZLA SÖZE GEREK YOK. BASIN, YAYIN, DUYURUN, ANLATIN, SÖYLEYİN, PAYLAŞIN...

Pazar, Temmuz 08, 2007

Organik midir nedir?



Pembesi var, kırmızısı var, çekirdeklisi çekirdeksizi var... En önemlisi tadı var, kokusu var. Şeker gibi. Domateslerime övgü bunlar.

Hıyarım boylu boslu, kıtır kıtır, dikenleri üstünde, tadını tarife uygun sözcüklerim yok.

Dolmalık biberlerim, uzun yıllardır sevmediğim dolmalık biber tadını bana unutturup, hayatımda yeni bir dolmalık biber safhası açacak kadar çıtır ve lezzetli.

Kabaklarım, dolmalık biberlerle pişip enfes bir zeytinyağlı olduklarında, parmaklarımı yememek ne mümkündü aman.

Kocaman bir piyaz doğranmış beyaz soğan, bir baş taze sarmısak, bir arnavut kırmızı, içine balkonumda yetişen maydanozlarımı soktuğum bir Ceylan domatesi, sızması ve deniz tuzu. Böyle pişti o güzelim kabaklarla dolmalık biberler.

Salata da ne salata ama. Bülbül gibi anlatabilirim size, içine kattıklarımın nereden geldiklerini. Ceylan bahçesinden domates ve hıyar, Şirince dağlarından kuru kekik, özel yetiştirdiğim oregano*, Minesi'nin fesleğeninden taze yapraklar, Edremit'ten Çiğdem'in üç beş şişe doldurabildiği en özel sızması... Nereye gittikleri zaten malûmunuz!

Çok çok domateslerimi salatadan başka ne yapsam? Domates kokusu alamayacağım kötü günler için saklasam mı? Bızzzzt, biraz fesleğen ve tuzla... Kavanozlara birer arnavut, kimine biberiye, kimine defne yaprağı; bunlar da taptaze dalından, hemen mutfak penceremin önünden. Azıcık Hemera, Körfez, Edremit sızması, üst kapatmaya.

Derin dondurucuya atıverdim, dursun beklesinler orada. İki parmak aşağıda kalsın dondurucuda bekleyecek kavanozlarınızın içine koyduklarınız, genleşince patlatmasınlar kavanozları diye.

Ne güzelmiş değil mi bildik şeyler yemek. Yediklerimizin hiç değilse bilinçli olarak ilaçlanmadığının farkında olmak.

Hep isterim ki sebzeler ve meyveler satışa sunulurken bir nevi nüfus kağıdı taşısınlar. Nerede üretilmiş, yetişmesinde hangi ilaçlama usulleri kullanılmış, hasat zamanı neymiş; hatta daha da ileri gidip sorumlu ziraat mühendisinin adını bile bilmek ister canım.

Mümkün mü?

Hallerden pazarlara ve manavlara inen mallar üreticilerden toptancılar vasıtasıyla geldiğine göre, evet. Zincir marketlerin mevsim sözleşmeleri ile bahçe/tarla/hasat satınaldıklarını düşünürsek yine evet. Kabzımallık denen mesleğin, adamın adını vergi rekortmenleri ** arasına sokacak kadar getirisi olduğunu düşünürsek bir evet daha.

O getirinin soldan çok uzak sıfırlarda kalacak kadar götürüsü ile organize edilebilecek bir iş bu bahsettiğim.

Bir de ne idüğü belirsizliklerden oluşan organik fırtınası. Kim dikmiş, kim toplamış, nerden gelmiş belirsiz yığınlar, organik etiket kazığıyla satışta. Boş toprak bulan yetiştirdiği her ürüne organik diyor. Tabaklanıp streçlenmiş mallarda derseniz kazık üçe beşe katlanıyor, satılanlar böylece daha da organikleşiyor sanki.
http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/1423.html Oysa uzun uzun bir kanunu var bu işin, 2004 yılından bu yana geçerli olması gereken.

Organik dendiğinde, bence biraz alay konusu olduğunu anladınız. Öyle ya bilmeyince... Yazmıyorlar ki nereden ve nasıl bileceğim?

Hal böyleyken, kendimce makul ölçüde organiklerlerden müthiş keyif aldığımı inkar edemem doğrusu. Eş dostun bahçesinde yetişmiş, ilaçlanmadığı aşikar her meyve ve sebzeyi kendimce organik kabulleniyorum. Aynı ölçüyü Cumartesi Feriköy, küçük organikçiler pazarımız için de saklı tutuyorum. Kuzguncuk'ta bahçesinden incirini toplayıp getiren adam için de. Olduğu kadarıyla, emeğe ve iyi niyete saygı göstermek gerekiyor. Tohumunu, toprağını, suyunu filan sormuyorum artık.

Bunlar dışında satınaldıklarım derseniz, üzerinde "hormonsuz" ve "organik" yazmayanlar!

* İri yapraklı çalı gibi bir dağ kekiği cinsi
** Kim olduğunu anlamadıysanız, hem anlayın hem de eğlenin








































Cuma, Temmuz 06, 2007

İnek, köpek, yemek, çiçek, iyi ki doğdum...

Memnun olan ben gibiler vardır tabii. "Ahhh canıııım, ortalık inek dolu, o bahçe senin bu sokak benim dolaşıyorlar ne güzeeeel," diyen canseverler. Üstelik Zekeriyaköy'ün gerçekten köy özellikleri taşıdığı zamanlar, bu inekçikler zaten buraların esas sahipleriydi. Sonra olanlar oldu, köy esasından çıkan köy villa esasına geçti. O zamanlarda sadece köyün otuna bokuna çalısına talim eden inekler şimdilerde zengin bahçelerdeki milyarlık ağaçların tadını almış, memnun mesut yaşıyorlar.


Villalı köyün yerleşikleri komik inek enstantaneleri anlatıyor. Hani büyükbaş hayvan kovmak için kolları kaldırabildiğince havaya kaldırıp iki yana sallaya sallaya "HOOOOOO HOOOOO," diye büyük büyük harflerle bağırılır ya... Şimdi sabah akşam şöyle şöyle manzaralar oluyormuş mesela. Adam giyinmiş kuşanmış pırıl pırıl kolalı ütülü, kravat bağlanmış, saçlar uygun taranmış, çıkacak ki tam kapıdan bahçesi inek kuşatmasında. Haydi kollar havaya, "HOOOOOO," başlıyor inekleri kovalamaya.

Anlatması bile komik yani. İneklerin bu hallere aldırdığını zannediyorsanız da yanılıyorsunuz bence. Görmüşlüğüm çok köylük yerlerde bu manzaraları. İnekler için için gülüyor sanki.

Paşa bir süreliğine üvey anne ve baba elinde ancak kendi evinde bakılıyor. Açmalıyım bu konuyu. Yeğenlerim, erkek yeğen Aycan ve gelin Nurci, evlerinde değişiklikler yapacaklar. Bu arada Zekeriyaköy'deki evin kiracısı, ki onlar Paşa'nın öz anne babası, çıkıyor. Bir başka Zekeriyaköy evine taşınıyor ve fakat üç aylığına da seyahate gidiyor. Yeğenler üç ay geçirmek ve tamirat işlerini evlerinin dışından denetlemek üzere Zekeriyaköy'e konuşlanıyor. Paşa, yeni evde bahçıvan denetiminde kalacağına, eski evde benim yeğenlerin sevgisiyle yaşamayı seçiyor. Tabii üç ay için.

Geçici öksüz Paşa çok memnun, paşa paşa yaşayıp gidiyor. Oyuncaklarını gömüp her gün yeni oyuncak aldırtıyor kendine. Topu ve halkasıysa hep ortalıkta. Onlarsız olamıyor. Fırlat, havada kapsın, yaşasın yaşasın işte eğlenen köpek bu.

İşte sonunda Aycan mangala kibriti çakıyor. Şimdinin kömürleri de tuhaf, paketiyle tutuşturuyor ve bir kenara çekilip bekliyorsun. Salla yelpaze yelle, nefes nefese üfle püfle, boru tak tüttür, gaz dök harlasın, çıra sok parlasın... Ne günlerdi, ne de keyifli aslında. Mangal yaktığını anlardı insan a canım. Artık sıcağı hariç var mı yok mu belli etmiyor kendini mangallar. Ha bir de ateşin tadı tabii. Var mı bayılmayan?

Kanserojen mi? Do re miiiii? Fa sol la siiiiiii...*

Önce mısırlar çıkıyor ateş üstüne. Eniştem İnal açlığa hiç tahammüllü değildir, mangala müdahale eden el dolayısıyla olayı çabuklaştırmak amacıyla ona ait. Bir iki ısırık mısırdan sonra yerinden kalkacağını zannederseniz yanılırsınız. Gelsin servis gitsin servis, kurulup oturacak birazdan.

Tabağımın ilk hali. Sonrasını fotoğraflamadım. "Boşal da semerini ye," filan gibi tabirleri bile uygun görebilirler bazıları insana. Ayıp ayıp.

En sonunda kutladık işte. Işıklar söndü bir ara. Aaaaa, bir de baktım ki Nurci mumları yakmış, "Happy birthday to Oya," diye de nağmeler duyuyorum. İçimden, "Mustafa Mıstık arabaya kıstık, bir mum yaktı derdine baktı," tekerlemesini söylüyorum usul usul. Neden söylerdik biz bu tekerleme şarkıyı eskiden hiç hatırlamıyorum. Oooof çok mu yaşlandım, bunadım mı acaba? Oram buram da ağrıyor zaten. Neyse bir yıl süreyle üzülecek bir mevzu kalmadı. Bastık yaşa bitirdik işi.

"HOOOOOOOO," diyen de yok. Seneye yeniden bakarız duruma.

Zekeriyaköy anısı lavanta ve ortanca demetim karşımda duruyor. Nasıl da bu mevsim gibi, nasıl da, "İyi ki doğmuşum," gibi kokuyorlar bilemezsiniz.

Memnunum yani.



* si, siiiii sizce de evet anlamı mı taşıyor? Okuyunuz...

http://www.forumex.net/saglik/2599-mangal-keyfi-kanser-yapiyor.html

Pazar, Temmuz 01, 2007

İndim havuz başına

(Kuvakvakvak, kuvakvakvak kuyruğum mu nerede? Kuyruğum olmaz, kuyruksuzum, yüzerim Mine'de.)

Bu tekerleme şarkısı çok kötü. Kurbağaların kuyruğu olmaaaaaz.

Suda yüzer, karada gezer, ağaca bile çıkarımmmm. Çook güzel zıp zıp zıplarım. On, yirmi, otuz hatta kırk yıl bile yaşarım. Saymışlar da ikibin çeşidimizi bulmuşlar. Su, kara, göl, ağaç, petekli, hele bir de Amerikan Öküzü türümüz var ki çok meşhur. Sadece Avustralya'da yaşamıyoruz. Neden acaba, bilmiyoruz.

Öpmeyiiin beni, öpmeyinn beeeee. Prens mrens olmak istemiyoruuum. İnsan olmak istemiyorum. Önce kendiniz adam olun, sonra bizimle uğraşın, tamam mı? Ben yaşadığım havuzda nilüferlerimle filan mutluyum. Başka kapıya.

(Kar beyaz çeşidiyle tanırsınız çoğunuz, onlar güzeller güzeli nilüferler.)

Güneşe ait yedi rengin yedisinden de, hem de açıklı koyulu bulabilirsiniz nilüferleri. Tartışılmaz bir doğa harikasıdır nilüfer. Çamurda yetişir. Köklerinden yapraklarına, çiçeklerine kadar kendini temizleme ve arıtma sistemi vardır.

(Hep tekrarladığım bir İtalyan atasözü beni hayat yolumda hiç yanıltmamıştır. Dal letame nascono i fiori... Gübreden çiçekler doğar...)


Gördüğüm her nilüfer havuzu beni Giverny'deki Claude Monet evine götürür. O deli olduğum Nilüfer havuzlarını boyadığı eve. Üstte Mine'nin pembeleri, altta Monet'nin...

Mine'nin sarısı...

... ve Monet'nin sarıları.


Siz bilmiyorsunuzdur ama, meraklısına bu nilüferlerden gönderiliyor. Kavanozlara koyuluyor, su içinde geliyor kapınıza. İki nilüfer alana bir kurbağa hediye ediliyor.

http://www.mineflora.com/ reklamları şimdilik bitiyor.


Mine'nin kedisi Kınalı, "Madem bu havuzda bir nevi arıtma sistemi çalışıyor, lıkır lıkır içerim," diyor.