Kedili Mutfaklar

Cumartesi, Temmuz 29, 2006

Pırasalı bulgurlu karışık et dolması


Yuvarlacık kabaklar, küçükçe patlıcanlar, orta boy lezzetli Çanakkale domatesleri. Pırasalarım kalem gibi, incecik. Tek tek seçtim hepsini. Bu sabah mutfağa girip bütün sebzelerimi tezgaha yaydığımda, keyfim gıcır gıcırdı.


Benim çocukların kaşığı çıktı yine ortaya. O kenarı tırtıllı Whiskas kaşığı benim ‘dolma aid’ adını verdiğim kaşıktır. Whiskas mama kutularının yanında hediye ederlerdi bir zamanlar, mamayı tırtıl kenarlı tenekeden iyice sıyırarak çıkartabilmek için. Yuvarlak oymak için birebir bu alet, domates ve bu kabaklar gibi.



Karnım aç olduğu için önce üç domates, üç top kabak ve dört patlıcandan çıkan bütün içleri biraz sızmada pişirdim. Yumuşayınca karabiber, tuz ve dereotu ilavesiyle yumurtaları kırarak kapakladım üstünü; nefis bir omlet oldu. Yerken de tobasco ve limon kullandım. Ya ben çok açtım, ya da bu omlet çok lezzetliydi. Başladım memnun memnun sırıtan ağzıma bir yandan omlet atıştırıp, bir yandan da dolma işini sıraya koymaya.


İncecik pırasalarım incecikten doğrandı. Bir fincan iri bulgur ve 300 gram kadar kıyma ile azıcık yoğurdum. Tuz ve karabiberden başka lezzet katmadım. Küçük domates parçacıkları ile kapakladığım dolmalarımı pişmeye koyarken tereyağ parçaları ilave edip dereotu dalları ile süsledim.

Dolmada soğan yerine pırasayı da rüyamda görüyorum kaç gündür galiba. Şimdi gidip bir tadına bakalım mı?

----------

Ve de geri geldiğimde, yemek programlarındaki şahsiyetlere benzettim kendimi... Her pişirdiğimi yediğimde benden çıkan sesler aynen onların çıkardıklarından. Ihmm mıııhmmm hıııımmm...


munevver ‘in 20 Temmuz'da pişirdiği patlıcanına baktınız mı? Tattınız mı? Ben görür görmez aşık oldum. İşte o da pişti bugün. Yine o dolmaya koyduğum küçükçe patlıcanların kardeşlerinden kullandım. Bir büyük domates dilimledim. Patlıcanları ayıklarken tuz ve limonla oğdum. Üç baş sarmısağın dişleri, tuz, çok az şeker, sızma ve de sadece kendi suyunda kısık ateşte pişti.

Çok iyi oldu.

Hattâ daha iyisi can sağlığı oldu.

Dolmanın peşine ekleyelim onu da, boynu bükük kalmasın, "Beraber piştik o ekranda da ben niye yokum?" demez mi sonra?

Deeer.

Naneli laymonata


Demiş miydim? Takarım. Taktığım üzerine kurarım. Uykuma sokarım. Bir nevi istiareye yatmaca, uyandığımda iş bitmiştir zaten.

Bu yılın yakın geçmiş takıntıları içinde nane birinci. Nane yeşillerine bayılıyorum. Nanenin yeşili değil, yeşilleri olduğunu da bu yılın bu takıntısı ile öğrendim. Hem de üstelik yeşiline göre değişik tat aldıklarını; arvensis, piperita, aquatica, spinata diye adlandırıldıkları.

Bizi ilgilendiren, mutfaklarımızda kullandığımız mentha piperita, ki o da kendi içinde dörde bölünüyor ve de işte beni de tam orası deli ediyor.

Yaprakları açık veya koyu, kalın – ince, tüylü – tüysüz, uzun – güdük, acı – tatlı, parlak – mat... Sallıyorum azıcık ama mutfak penceremin önünde şu anda salladığım çeşitlerden üç tanesi mevcut!

----------

Şimdi hafıza kayıtlarımı açıp içine bakıyorum da, tek değilim galiba nanenin deli ettiği; lütfen hatırlayınız, geçtiğimiz yıllarda şarkıcı seçmece programlarından birine çıkan / çıkarılan bir garip adamı. Ajdar Anık ve veciz şarkısı Nane’yi...

Nane nane nane nan na na nane, nane nane nane nan na na nane, nane şekeri, bu ne bahane, şahaneyim ben bundan sana ne...

Bravo adama dedim yani, kimi ne kadar gördümse unutmuşum gitmiş. Aklımda kalan bir tek o deli ve şarkısı Nane...

----------

Esas duruma geçeceksek eğer, benim Çarşamba günü akşam üzeri yaptığım Selimiye Pazarı ziyaretine doğru gerilememiz gerekiyor. Yeşillikçilere karşı sandalye atıp oturmadığım kaldı vallahi. Öylesine döktürüyordu kendilerini yeşillik tezgahları, bak yeşil yeşil.

Nanelerim iki demet ama demeti nah böyle kalın demet. O gece yattılar dolapta maalesef, yorgunluğuma verin ve de karnımın açlığına. Sabahına erken uyanıldı ve hemen kalkıldı tabii, akılda naneli laymonata ile birlikte.



Yıkanan ve salata kurutucusu ile kurutulan nane yapraklarımı dört tane lime / laym ile iyice bızzztladım. Laymların sadece iki burnundaki fazlalıkları aldım, kabuklu kullanılıyor yani. Bol şeker attım içine, iyice tatlı olacak gibi. Tekrar bızzzzzzt ve sonra da buzluğa doldurup dondurucuya yerleştirdim.


(Bu haliyle o kadar lezzetli ki, içinde kalanı karıştırıcıya kafamı sokarak yemeye çalıştım. Olmadı parmak sıyırması metodumu kullandım.)

Akşam eve döndüğümde ilk iş naneli laymonatamı hazırlamak oldu.


(Bir küp naneli laymonata buzunu bir koca bardak soğuk suya atarak çözülmesini bekleyin. Süzerek veya benim gibi içinde bir çalkalama çubuğu bırakarak karıştıra karıştıra süzmeden için.)

Bayıldım, bayılacaksınız...

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

Whatever USA wants...

Ben bir gemiye binmişim. Pek de bir minikmişim. Taa Beyrut’a gitmişim. Sevinmişim, eğlenmişim...

Bindiğim gemi Türkiye Denizcilik İşletmelerine ait İskenderun feribotu(ydu). Akdeniz ve Karadeniz’in üçüzüydü. Zamanımın en şık gemi seyahatlerine bu üçüzlerden biriyle çıkılırdı. Sonra Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na hibe edildi. Yüzer hastane olması filan gündeme gelmişti bir ara. Anlaşılan hakkında takipsizlik kararı almışım, boşvermiş arayıp sormamışım bir daha. Taa ki son üç günlük gündemlerime kendini çakana kadar.

Meselem yine anılarım sanki; akşam yemeklerini Sıtkı Kaptan’ın masasında yemek ayrıcalığı... çifte kavrulmuş lokumları zorla ağzına tıktığımız Kaptan’ın takma dişlerinin fırlayışına gülmek... Zengin görünümlü bir kadının pudrasının içine değerli taşlar saklaması ve gümrükte piyastos yakalanmak olması. Çocukça ne kadar olacaksa o kadar çok eğlenmek işte.

Derken Beyrut’un İstanbul’a görece zenginliğini keşfetmek... Chiquita muzlarla ilk karşılaşmam, tatlarına bayılmam ve İstanbul’a taşıdığım hevenk... ilk kez taş bebeğimin olması... annemin bizi yanlarından bile geçirmediği pis pis kokan sokak lahmacuncuları... çok yüksek tavanlı ama mimarisi hakkında tabii ki hiç bir fikrim olmayan şahane bir otelde konaklayışımız.


Hele hele dün akşam arayıp bulduğum şu fotoğrafı uzun süre keyifle seyrettikten sonra tarayıp buraya basmak; işte çocuk ben sağ köşede, çocuk ablam sol üst, güzelim annem Selma yanımda ve de Beyrutlu dostlarımız diyebilmek. Beyrut, Zahle'deyiz, etrafımızdan şırıl şırıl sular akmakta, enfes yemekler yenmekte...

Hemen üstte, annem Selma'dan babam Nuri'ye yazılmış fotoğrafın açıklamalı hali. Jan Kurdi de bu arada, Beyrut'ta uluslararası gazeteler bayii, babacığımın arkadaşı.

-----------

Anıları kesersek acılar başlayacak malûm. Her duyduğumda tüylerimi diken diken eden yerinden yurdundan olmak sözcükleri yine yanyana geldi. Yer ve yurt, nerede olursa olsun insanın yerleştiği, evinin barkının olduğu, ekmek yediği yer yani. O yerden zorla çıkarılmak, kovulmak, atılmak, tahliye edilmek gibi ruh sağlığını doğrudan etkileyen yaptırımlardan biriyle burun burunayız yine.

(Fotoğrafta görülen internetten aldığım, bir tahliye şeklidir.)

Kaç kişi olduğuna bir türlü karar veremedikleri ancak bin üzeri oldukları kesin olan Türk vatandaşı ellerinde birer bavul ve de bomba sesleri eşliğinde Bayrut’tan tahliye edildi. Mersin’de bando ve marşlarla neşe içinde karşılandılar. Şu anda vatan topraklarında olsalar bile eminim haymatlos* duygular içindeler, daha da nice ülkelerin kimbilir kaç vatandaşı.

Günlük gündem ortada. Resmi açıklamalara göre 14. gün, 39’u asker ve Hizbullah militanı geri kalanı sivil olmak üzere toplam 398 ölü, 1596 yaralı ve de 750 bin kişi kendini yollara vurmuş, kaçışıyor...

----------

Yatıp uyku arası CNN, kaç ölü, kaçı çocuk? Kalkıp kahrolsun Bush, Condi the karakoncolos and the Hizbullah and the Hamas. Yetti the İsrail zulmü and whatever the USA wants the USA gets.

Ayrıntılı haberler için... Radikal

* hiç hiç bir ülkenin resmi vatandaşı olmama durumu. uluslararası bir terimdir. (itu sözlük)

Bugün bugün bugün bugün bugün......

Bugün üzerinize afiyet içimde kuru kuru bir sıkılma.

Sabah sabah şu yazının resimlerini Kedili Mutfaklar’ıma girememe hali. Dolayısıyla bu yazıyı da yazmama halim.

Sabah sabah haberleeeer... Değil ateş kes, çağrısı bile yok. Dolayısıyla insani yardım da yok. İsrail sivil halkı ve halka açık yerleri vurmaya devam ediyor. Türkiye Roma Konferansı'na son anda çağırılıyor; konferansta "bir elinde cımbız bir elinde ayna, umurunda mı dünya," meseleleri görüşülüyor.

Derken işten günlük istifa, “Alo Oyasız yapın, kendisi bugün dıt dıt dıt dıt dıt...”

Film seçmece, Kayıp Şehir / Lost City tabii ki; ihmâlden ikmâl durumlarındayım zaten, neredeyse kalkıyor vizyondan. Görmeyenlere lütfen görün tavsiyesi. En azından oyunculuk adına, müzik adına...

Bir de kitap alsam mı; yine mi kardeşim günün konusuna dair, eh bu kadar olur... Ülkesi Olmayan Adam / A Man without a Country. İçinde diyor ki, “Her türlü haberin sonu geldi. Gezegenimizin bağışıklık sistemi insanlardan kurtulmaya çalışıyor. O da ancak böyle yapılır.”

Bu gece biter bu kitap. Zaten yarısı boş 130 sayfa, yazarı Kurt Vonnegut, Galata Yayınları. Mütemmim malûmat (!) http://www.vonnegut.com/

Akşama doğru Selimiye Pazarı.

Size de iyi geceler.

Pazartesi, Temmuz 24, 2006

Et kokar tuz çare, tuz kokar ne çare

Pansuman / "aman doktor bir çare"

Gazete okuyorum. 77 yaşındaki kimsesiz Ali Şahin'i hastaneye kaldırmışlar, Kayseri'nin Yahyalı ilçesinde, 45 gün kadar önce. Adam yatağından kalkamayacak kadar ağır hasta, hastaneye de komşuları getirip bırakmış zaten. Yahyalı Devlet Hastane'sinde bir doktor yaşlı adamın koktuğunu tespit etmiş. Başka hastalar rahatsız olmasın diye tutmuş, pek de şuuru olmayan hastayı kan alma odasında yatırmış. Buraya kadar iyi gibi. Gibi diyorum çünkü garibimi bir temizleyip paklayıp da doğru dürüst bir odada yatırsalardı daha makbulümdü. Neyse... Derken Ali Şahin'in yattığı oda, Kızılay'ın kan alma ekibi için gerekiyor. Bu durumda Başhekim Ali Temizyürek odaya giriyor ve bakıyor ki ne görsün? Otuzaltı saat boyunca o odada unutulmuş olan Ali Şahin sizlere ömür.

Kayseri sağlık müdürü Dr. Kadir Çetinkara, hastane odasında unutularak ölen hasta ile ilgili idari soruşturma başlatmış.

Türkiye'de bu da oldu, diyor Hürriyet
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4804554.asp?m=1&gid=69&srid=3041&oid=3

Pazar, Temmuz 23, 2006

İmdat pireleniyoruz

(Normal halimde kaşınsam bile, "Hah işte pirelendin," diyor Annoya. Kaşınmadan oturmaya gayret ediyorum bu durumda.)


Nerden geliyor yahu bu iş başımıza, demeye kalmadı... Annoya anladı olan biteni.

Sokak arkadaşlarımıza yemek verdiği bahçeye kocaman bir halı çıkarmışlar. Rulo yapılmış bir halı. Kardeşlerimiz hayli sevinmişler bu duruma. Bir anne kedi de aralara bebeklerini saklamış ki, değmeyin keyfine. Annoya da adeti veçhile gidiyor tabii bahçeye, sularını değiştiriyor, mamalarını yerleştiriyor, bebelerin kaşını gözünü kontrol ediyor...

Meğer halı pirelenmiş de pirelenmiş, olmuş bir pire yatağı. Hop sıçramış pireler Annoya’nın paçalarına. Girmişler bizim eve. Dün sabah bir de baktık ki Annoya üstünü başını çıkara çıkara arkaya, balkona koşuyor. Attı herşeyi dışarı, bıraktı. Çok da komikti hali. Biz de peşinden koşuyoruz tabii, o bizi ters geri kovalıyor. "Yaklaşmayııın pire vaaar," diye bağırıyor sıçraya hoplaya. Pireyi pek anlamadık tabii ama çok eğlendik doğrusu.

Derken bu sabah oldu. Yine aynı şey. Yine yaklaşmış halıya. Çünkü minikler oradaymış da onları görmeden olmazmış.

Olan bize oldu. Azıcık eğlendik, karşılığında pireleniyoruz galiba. Bir tane ilacımız vardı. Cancan’ın ensesine damlattık bugün. Yarın da bana pire ilacı alınacak.

(Annoya balık yapıyordu, şu tabakta gördüğünüz boşluğa yerleştirmek için. Ben de rokalar taze mi değil mi diye tadıyordum ki, enseme yedim serin serin üç beş damla pire ilacını.)

Annoya beni bulup eve aldığında da pire küfesi gibiymişim. Bebek kedilerde çok tehlikeliymiş pire. Tenya kurdeleleri taşırmış mesela. Bir de o kadar çok olunca öyle bir kan emerlermiş ki, kedicik anemik olabilir veya başka hastalıklara davetiye çıkaracak kadar zayıf düşermiş.

Çok uğraştıydı pirelerimle o zaman.

O gün bugündür ilk defa başıma geliyor. Hele Cancan hiç bilmez böyle şeyleri, hanım evladıdır.

Umarım pirelenmemişizdir.

Yarın sokak kardeşlerimizin mama yeri değişecekmiş.

Pireli halıyı ve içindeki bebeleri ne yapacağımızı daha bilmiyormuşuz.

Cumartesi, Temmuz 22, 2006

Etli bamya, paparada


Bugüne pişsin diye geceden çıkarmışım dondurucudan. Hayretim yani ki ne hayret. Zaten karnım burnumda yemişim yemekleri, üstelik külüm yok dumanım var vaziyette tüterek gelmişim eve geç vakitte, yine de aklım fikrim ertesi güne pişecek yemekte...

Uykumda bir fikir oluşturamamışım lakin, sabaha çözülmüş olacak olan çöp doğranmış et parçacıklarıyla ne yapacağıma dair. Öyleyse, önce ne yapacağımı bilemediğim etlere karşı genel tavrım olan, elektrikli ocağın bir derecesine oturtup unutmak yöntemimi uygulamakla işe başlayalım. Beraberinde iki baş soğanı da tabii, nasıl isterseniz öyle doğranmış.

O tencere unutulduktan sonra Cumartesi gazeteleri, gazete yavruları, reklam ekleri ve de bulmaca ilaveleri filan hatmedilip gazete mezarlığına doğru fırlatıldı. (En büyük hafta sonu keyiflerimden biri de bu işte, okuyorum gazeteleri ve de sol yanımdaki boş parsele doğru fırlatıyorum.) Bir ara tencere tıkırtıları duyup kafayı kaldırdığımda, Percussions de Shanghai topluluğunun onbir üyesinin birden toplanmış Mezzo’da tencere tava çaldıklarını görmesem, bu o tencerenin son unutuluşu olacaktı belki de.

Hani derler ki, “kaba saba köylü işte.” Ben bu kabalığa vuruldum yine bugün, pişmesi bugüne kısmet olacak olan, Şemşi’nin bana köyden getirdiği kışlık bamyalar geçince elime. Bırakın bir kenara bamyaların inci dizilir gibi özenle ipe dizilmelerini, dizildikleri ipler bamya yeşili. “Ay inanmıyorum, gözlerimi oğuşturmalıyım,” seansım uzunca sürdü bu durumda, evet evet bamya ipleri gözlerim oğuşturulduktan sonra da bamya yeşili!

Etlerime katmaya karar verdiğim bamyalarımı iplerinden tek tek sıyırıp bol bol yıkadım ve suda bıraktım. Tenceredeki etlerin içine tuz, biber çeşitleri, bir karanfil, iki diş sarmısak, taze kekik ve taze biberiye ve daha aklıma uyan ne varsa attım. Hepsinden çok az. Et herşeye eyvallah eder ama bamya aromanın fazlasını kaldırmayabilir. Soğanla birlikte iyice yumuşayan etlere sıcak su, iki kan greyfrut ve bir limon suyu ekledim. Bir kahvaltı porsiyonu da tereyağ, et çok yağsız olduğu için ve de yemekte tereyağ kokusunu zaman zaman özlediğim için.

Bırakın, pişmeye devam etsin ama artık alevli ocakta ve altını biraz daha açarak. Daha sonra da bamyaları katıyorum içine, bol suyla pişiriyoruz daha daha, bu sefer de bamyalar yenecek gibi yumuşayıncaya kadar.

Bitmedi. Herkesin keyfine göre alıp artanını dilimleyip dondurucuya attığım ekmeklerden karışık lezzetlerde dilimler çıkardım. İnce uzun şeritler halinde kesip fırın tepsimin dibine yaydım, etli bamyamı da üzerine. Yetmedi, İzmir tulumum vardı, Hayati getirmişti; çokça almış sağolsun, ondan da üstüne rende. Fırına girip toplasın bir şöyle kendini, o arada Oya sen de al telefonu eline de çağır gelsin bari sıradaki...

“Ellerine sağlık”sız tadı çıkmaz bu yemeğin.



Not: Kocaman, yuvarlak, ortası ponponlu bir ekmeğin içini çıkarıp, etli bamya ile doldurur sonra fırına verebiliriz aslında ama artık ekmekler de iyi fikir. Paparada yani. Evde olsaydı krema da kullanacaktım. Aklınızda bulunsun.

Cuma, Temmuz 21, 2006

Boş konuşmak

Pansuman / kısaca

Gazetelerin yalancısıyım ama olay aynen şöyle cereyan ediyor...

Erdoğan KKTC’den Bush’u aradı. Irak’a askeri operasyon hazırlığı içinde olduğumuzu haber verdi. “Tahammül sınırlarımız ciddi manada aşılmıştır,” dedi. “Üç günde 15 şehit,” dedi.

Gazeteciler sordu, “Irak’a sınır ötesi operasyon mu düzenleyeceksiniz? Bush’a bunu mu söylediniz?”

Erdoğan, “Konuşmanın çerçevesini size çizdim. İçeriği konuşulmadı,” yanıtını verdi.


Bir bilmecem var çocuklar: Bush ve Erdoğan sizce ne konuşmuşlardır?

Perşembe, Temmuz 20, 2006

Şaka & Kaka

Pansuman /kıssadan

Gazeteler şöyle yazıyor: Putin'e göre PKK terör örgütü değilmiş.

Oya böyle gülüyor : a) PKK Putin'e ne yaptı ki?
b) Biz de Çeçenleri çok sevmemiş miydik?

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

İğne ve çuvaldız, cızzzz

Pansuman / uzun lafın kısası

'İsrail'in kendini savunma hakkı'
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=193290
19/07/2006
Elbette var ve olmalı. Ama ülkeler kendilerini savunma haklarını kullanırken daha dikkatli ve insan haklarıyla uluslararası hukuk kurallarına daha saygılı olmalı. İsrail, Gazze'de askerini kaçıran teröristlere karşı 'sıcak takip' uyguladı. Böyle yazınca normal gibi geliyor ama bu 'sıcak takip'te ilk vurulan yer elektrik santralı ve su iletim tesisleri oldu. Gazze'de bütün halk o gün bugündür karanlıkta ve susuz. 'Sıcak takip'in ilk kurbanı siviller oldu. Hem de topluca. Yine devam edelim: 'Sıcak takip'te İsrail ordusunun hedeflerini nasıl saptadığını anlamaya imkân yok. Sivillerin yaşadığı alanlar da bombalanıyor. Sivil kayıpları olağanüstü yükselmiş durumda. (devamı için İsmet Berkan bağlantısını tıklayın lütfen)

Hayfa'da yaşayan, anneannem Estreya tarafından uzatmalı, ancak hiç tanımadığım bazı akrabalarımdan haber alınamamış. (devamı için beni tıklamayın lütfen; üzülmemin zamanı değil, üzülsem de yeri değil.)

Salı, Temmuz 18, 2006

Vatan evladıydı

Pansuman / Kısa

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın son olarak 13 evladımızın terör örgütü PKK tarafından şehit edilmesi üzerine, "Madem ki demokrasiyle çözemiyoruz, o zaman siz görürsünüz" anlamında bir tehdit savurarak Ankara’da toplantılar düzenlemesini siz ne kadar ciddiye aldınız, bilemiyoruz.
Oktay Ekşi, 18 Temmuz 2006, Hürriyet

Ben efendim, derhal aldım ciddiye. "Çok şeye gebeyiz," deyince hele hele, ellerimi bağladım karın nahiyemin hayli altına, başlamak için düşenleri saymaya. Bir vatan evladı, üç vatan evladı, beş vatan evladı, dokuz vatan evladı, dı, dı, dıydı...

Caz + Ada


Kabataş’tan kalkar Barış Manço. İçinden içinden kızgındır belli. Adı bir yandan kirli çamaşır gibi çiğnenir ayak altında, Sibel ve Sulhi ve Lale üçlüsünce... Bir yandan da birileri, “Keyfi yerindedir, müsaittir, caz yapın adamın içinde,” der. Barış mırın kırın ederse eder, biz, “Yapalım bakalım,” diye açılırız züttürü düttürü Adalar’a birlikte.

Vapurun içi dışı birdir, herkes her yerdedir ve lakin ve sadece cazcılar aramakla zor bulunur.



Ben bir ara Kolektif’i araklarım bir güvertede, tamamiyle tesadüf. Neden? Çünkü hoparlörleri Barış’ın öylesine avaz-ı billâhtır ki, bilinemez bir türlü hangi tarafa yönlenilsin de bulunsun şu cazcılar. Organizasyonun aklına göre Barış’ta, her yerde caz var!

Uzunca ararsın ve de, oh haaa, insan üstü insan duvarı arasında cazcılar var gibi. Bir de ön saflarda sırtlarında üç kişilik yer bağlayan kameralarıyla televizyoncular. Ulan be yahu çocuklar onlar paparazzi kameraları. Gören de zannedecek ki çekim Kabataş’tan yapım Büyükada, zoombada zooom zooombada çalışacaklar. Yok mu şöyle mütevazi aletler, kalabalık mekanlara getirebileceğiniz, yakın çekimler yapabileceğiniz? Beş saatlik çekiminizin sonucu beş saniye girecek zaten hepi topu. Şu benim elimdeki Canon’un film çek komutuyla bile becerirsiniz siz bu işi, deeer mişim...


Neyse sıkışıp aralara bir kaç fotoğraf çektim. Fotoğraflarımı pek beğendim. Sanat eserleri mi yaratıyorum nedir?


Bunlar Balkan ve Türk ezgilerini aşşadan aşşadan kıvırttırtarak icra eden Kolektif; pek de komiktiler, grup başkanı Richard Laniepse Fransız, davulcu Roman. Bir nevi saz mı caz mı performansı, neden olmasın?


Brassed Off ile kavuşamadım şöyle göze göz. Hoparlörden cızırttırmasına maruz kaldım sadece.

Gerisi pek güzeldi. Caz vapuruna sevdiklerimle binmek çok iyiydi. Adanın felaket sıcağına ve kalabalığına inat, iskele üstü Turing Cafe’de püfür püfür oturup buz gibi biraları yuvarlamak fevkaladeydi.


Bir iki de Ada fotoğrafı.



Gözümüz hoş, gönlümüz hoş, günümüz hoş.

Barıııış hoşça kal, sıkma içini.

Perşembe, Temmuz 13, 2006

Nereye Kimsecik, öyle habersiz...

(Annem Kimsecik'in atladığı bahçemiz burası. Bu da benim anneciğimi ararmış gibi temsili bakışım.)

Başımıza gelenleri hiç sormuyorsunuz. Zaten ben de anlatmak istemedim. Annoya’mın kalbi azıcık soğusun istedim. Delirdi kadın. Uçturdu resmen kafayı mafayı.

Gece gece üçümüz yatmış uyuyoruz. Annem Kimsecik bir ara uyandı. Küçük kapalı balkona çıktı. Kapalı balkonda sadece bir parmak eninde açık bırakılmış sürgü pencereye patisini geçirip kanırtmaya çalışıyor. Ben, “Annem annem yapma annem,” diye yırtınıyorum. Annoya derseniz, “Çocuklaaaar susun artık, yarın iş var güç var, etrafta konu komşu var,” diye homurdanıp uyumaya çalışıyor. Annem Kimsecik patisiyle bir parmak aralığı iki üç parmak yapmayı başardı. Derken baktım kafayı takıyor araya. Valla ben bu kocaman cüssemle yapamam onun yaptığını, araladı pencereyi resmen. Yine Annoya’ya koştum. Yüzünü gözünü öpüyorum, pati patiliyorum. Yok kalkmıyor kadın. “Gitti gidiyor Annoya’m diyorum, kızın Kimsecik, anacığım canım Kimsecik gidiyor.”

Sonra gidip yattım Annoya’ma sarılıp. Annem artık yoktu.

Bütün gece acayip uluma miyavları geldi bahçeden. Annoya hep uyanıktı. “Ah,” diyordu, “aaah Safiye yine zorlanıyor yavrularını korumak için ama çıkamayız ki yan bahçenin üç metre duvarının üzerindeki bilmediğimiz korunağa bu ağrılı kıçımızla. Hem sonra güçlüdür Safiye. Her yıl cansiperane koruduğu üç dört yavrusunu takıp peşine bizim bahçeye gelmez mi sonunda, bizim nefis mamalara?"

Safiye değildi ki bağıran, annem Kimsecik’ti, bizi çağırıyordu.

----------

Sabahın kaçıysa o oldu işte, ezan başladı. Ezan saatinde annem Kimsecik müvezzin sesinden korkup Annoya’mıza sarılır her sabah. Bu sabah yok tabii.

Annoya fırladı yataktan, bağırıyor, “Kızımmmmm, Kimsecikkk, Kimseciiiik...”

Hemen balkondaki intihar mahalline koştum. Pencerenin durumunu gösterdim. Anladı salak kadın.

Kafayı gözü yara yara bahçeye indi.

Canım annem Kimsecik bodrum katındaki demirli camın içine sığınmış, onu almamızı bekliyormuş.

Annoya’nın kucağında öpüle koklana ısırıla geldi yukarı. Sağ ve salim.* & *

Annem Kimsecik’e n’oluyor kuzum? Orası, o kapalı balkonun sürgülü penceresi hep bir parmak aralık durdu, ben bildim bileli.

İyi ki köprü bize yakın değil.


(Akşam olunca rakısını koydu Annoya, boş şişeyi de yanıma bıraktı. "Efelen bakalım ufaklık," dedi. Ne de olsa gece herşeyin farkında olan, annemin yardımına koşmaya çalışan bendim.)


* Bizi Allah korudu.
* Annem Kimsecik’in uzun ve acıklı bir atlama öyküsü daha varmış. Neler çekmişler neler Annoya ve anneciğim. Ben o zamanlar hayatta değilmişim daha. Ben de bir kere yazlık misafirlikte olduğumuz bir evin birinci katından atlamışım. Bir şeycikler olmamışım şükürler olsun.

(Ben de süklüm püklüm oturuyorum işte şimdilik. Bu evin her tarafı kilitli, kapalı, telli; kaçacak bir delik daha ne zaman bulacağım bakalım?)

Çarşamba, Temmuz 12, 2006

Yürü ya korsan

Pansuman / Kısa

İl Denetim Kurulu / Komisyonu’nun korsan CD ve DVD depoları dolmuş taşmış.
Dolayısıyla korsan CD ve DVD toplamayı bırakmışlar.
Mahkemelerimizden depolardaki korsan ürünlere imha kararı çıkana kadar korsanlar serbest bırakılmış.

Yürü ya korsan.

Kaynak Show Haber 19:45, 12 Temmuz, 2006

Pazar, Temmuz 09, 2006

Naneli süt reçeli / çevirmesi


Süt reçeli benim keşfim değil elbette. İlk yediğim Fransız arkadaşım Josette’in elindendi. Sonra silmişim kafamdan. Yıllar sonra Güven Osma’nın kızı Aslı’cığım yaptı, yedik. Sütten veya sütlü reçel, ailemce nakşedilen reçel ve marmelat belleğimde olan hiç bir kavrama uymadığı için yine sildim...

Derken bende yaklaşık bir yıllık geçmişi olan nane reçeli uydurmak hallerim başladı. Nane limon reçeli yapmıştım belki hatırlarsınız. Pek de memnun değildim sanki sonuçtan. Nane kararıyor ne etsem, delirtiyor. Görseli kötüyse tadı iyi olsa n’olacak yani? Yemek önce gözlerce yenir. Derken dudaklardan geriye düşen ve henüz damağa varmamış dil dokunuşlarıyla. Mideye inene kadar alacağımız kaçlarca zevk/lezzet/keyif/tat var, offf aman sayamıyorum.

Neyse ki elimizin altı internet. Yazarsın confiture de lait, bakarsın ne diyor. Ben en kolayına takıldım tabii.
http://www.theworldwidegourmet.com/sweets/pudding/milk-jam.htm

Dünya gezgini (globe-trotter) Jasline, Buenos Aires’deki bir Patagonya lokantasından almış tarifi. 2 litre süt, 2 kilo şeker ve lezzet vericiler kullanmış; vanilya kahve veya likörler gibi. Körün istediği bir göz, Allah’ın verdiği iki; evreka ki bu kadar olur!

Jasline’den süt reçelinin tercüme-i hali şöyle:

Reçelin pişeceği tencereyi soğuk su ile çalkalayın; kurulamayın.
Başka bir tencerede sütü ısıtın; nazikçe / gently, diyor Jasline.
Reçel tencerenize tüm malzemeleri koyun ve çok kısık ateşte, tahta kaşıkla sürekli çevirin, ki üstü kaymak tutmasın.
Karışım yaklaşık 40 – 50 dakika sonra koyulaşıp somon rengi alacaktır, şimdi yoğunluğunu test etmek gerekiyor; süt kaşığın arkasında donacak ve soğuk bir yerle temas ettiğinde katılaşacaktır.
Kavanozlara koyun ve buzdolabında saklayın.

Bir gurme ürün satıcısı da şöyle tarif etmiş süt reçelini; karamel kokusu elde edene kadar yavaşça karıştırılarak pişirilen tam yağlı süt ve şeker.
http://www.cuisine-french.com/cgi/mdc/l/en/boutique/produits/dok-confit_lait.html

Dulce the leche Arjantin mutfağındaki adıymış. Ben confiture de lait diye aradım, ilk tadımım Josette’in elinden olduğu için galiba. Veya da milk jam... Sağolasın internet.

Şimdi giriliyor mutfağa, içimde kahrolası bir şüphe! Diyor ya, koyulaşınca somon rengi alacaktır diye. Yine bozacak mı renklerini benim o zümrüt yeşili nane yapraklarımın ve sirop de menthe’imin?
Sirop de menthe, buzdolabı bekçiliğimi yapan bir kutu nane şurubu. Bu günlerde sıkça gündemime girmeye, kendini kullandırmaya çalışıyor. Geçen Pazar günü, 2 Temmuz olan doğum günümün ‘kutlu doğum haftasına’ başlarken yaptığım aile yemeğinde de kullandım mesela. Nefis bir meyve salatası ile servis edilmek üzere nane şuruplu ve taze nane yapraklı krem şantiye. Offf ki ne of olmuştu. Artan pastama bir mum dikip sizler için fotoğrafladım ya hani, yanında görülen yeşillik tepe de odur işte. Çikolata ve bal bademli pastaya naneli şantiye tadı, aman aman pek de yaraştı.

Neyse sonunda kendimi mutfakta buldum. Deneme mahiyetinde sütü 750 ml, şekeri 700 gr, nane şurubunu da 120 ml kullandım. Saksıda yetişen nanelerimden ve annem Selma’nın yeni kuruttuğu nanelerden de attım içine. Bu naneli sütü uzunca bir süre karıştırdıktan sonra tel süzgeçten süzdüm. Tabii yine ıslatıp kurulamadığım bir tencereye aldım ve çevirmeye devam ettim.
Niye böyle yaptım diyeceksiniz değil mi? Çünkü nane kokusunu yeterince aldığına kanaat getirdim ve reçelimin acılaşmasından korktum. Bir daha yaparsam tülbent içinde atarım nanelerimi ve zamanı gelince çıkarır alırım. Türkün aklı sonradan gelirmiş, işte ispatı! Artık herkes çok mu akıllı nedir, uzunca zamandır duymuyordum ve de bu güzelim ata sözümüzün böylece hakkını vermiş oldum.

O sırada Josette’i aradım, Grenoble’u.

“Ma vattene Oya, tu es drôle, a mourir de rire...”, falan dedi her zaman konuştuğumuz gibi yarı İtalyan yarı Fransızca. Kalk sen kadına, otuzbeş kadar yıl sonra, Roma’da yaptığı fındıklı çikolatalı süt reçelini hatırlat. Reçeli üstüne sürüp yediğimiz biscottileri filan tarif et. Bir senedir yapmayı düşündüğün naneli reçelin sırasının bugün geldiğini anlat...

Bir yandan da sütü çeviriyorum, çeviriyorum, çeviriyorum..., ve de evet buldum, bu sütlü mamûl kıvama geldiğinde çevirme gibi oldu. Naneli süt çevirmesi. Ama lastik gibi çevirmelerden değil, ağızda eriyip bitenlerden. Kıvamı deyince, hani sakız reçeli kıvamında sanki. Akışkan hiç değil. Tadı, çok tatlı ama muhteşem. Yine öyle bisküvi veya kek arasında falan yemek için ideal mesela. Sanki frosting gibi de aynı zamanda.
Mutfakta, ayakta, durmadan tencere karıştırarak geçirdiğim bir küsur saate değdi.

Zaten yarım saatini Josette’le geçirdim.
Noel’den beri konuşmamıştık.

Cuma, Temmuz 07, 2006

Metrosefal

(12/01/2004, tarihli www.acikradyo.com.tr 'de ekranlanmış yazımdır. Son günlerde yeni yeni seksüeller oluşmaya başladı ya, eh bari okunsun arada...)



Estetik duyarlılıkları pek bir gelişmiş erkeklerin dış görünümlerini kadınlaştırma kavramına, ki buna metroseksüelleşme diyorlar, sonunda vatan millet olarak biz de kavuştuk neyse. Neyse diyorum, çünkü nerelerde kaldı, neden gelmiyor, ay aman eli kulağındadır inşallah türevlerinde yüreğim ağzımda bekleyişlerim bitti nihayet. Yerini, ayıptır söylemesi ama, tuhaf fanteziler almaya başladı.

Bu tuhaf dediğim fanteziler de öyle zart diye ansızın girmiş değildir içime, romantik ruhumu zedelemeye. Kökü taaa yılların öncesinde Londra’ya takılır ki, vallahi o devrin dahi yırtmışlarından saysam da kendimi, ellerinde kırbaçları ile köle arıyorum diye ortalıkta gezen nesekesüel olduğunu bilemediğim yaratıklar beni hayli korkutmuştur.

Öyle ki, tam keyfe binaen yerleştirirsiniz bedeninizi bir pubın boş duran köşesine, günümüzdeki ‘Beckham görüntüsü’ yansımasında bir adam gözünüze gözünüze çarpar kendini. Bu yerleştirdiğiniz bedenin kadın veya erkek bedeni olması, yani seksüel kimliğiniz, Beckham yansımasının hiç de umurunda değildir üstelik. Yeşil saten veya kırmızı kadife pantalonunun kesimi önemli boyutta bir organ taşıdığını barizleştirir. Arto mu desem kuşum Aydın mı misali alınmış kaşları gözleriyle birlikte kalemlenmiştir. Baktırır kendine, beğendirmeye çalışır.

Önemli olan ille beğenilmek olunca Beckham gay dergilere poz veriyor ve de aynen şöyle diyormuş ya, “Beni beğensinler istiyorum, kim beğenmiş önemli değil.”

Ooh-la-la

Yeni yetişen bu tarzı analar doğurmuyor. Kendi kendilerine şekilleniyorlar.
E-postama gelen Ooh-la-la başlıklı mektup metroseksüel erkeklere Ferragamo kravat ve İsviçre’nin ünlü red cross çakılarını tavsiye etmekle başlayıp, işi yanında kaydırıcısıyla prostat ve penis stimülatörü satmaya vardırıyor.

İşte burada duralım. Tam hayalimdeki erkek diye uzaktan takılıyorsun, önce metro saçları sonra Ferragamo boyunbağına kapılıp. Yanına vardın ki, o her tarafa erkek sinyalleri çakan çakısının maalesef törpü aygıtıyla, mesela diyelim hafifçe pürüzlenmiş tırnağını törpüledi. Tam o sırada gözlerin manikürlü tırnaklarına da takıldı. “Vaay be acaba mı?” oldun ama Ferragamo kravat artı Swiss army knife eksi törpü aygıtı ve manikürlü eller ve metro saçlar iyice kafanızı karıştırmadı mı?

Eh deneyelim barisine çıkıldı, ne de olsa moda... Ve de soyundu metroseksten arkadaşınız girildi yatağa diyelim. “Kıyamam ayol kıyamam ben ona. Saçları henüz kuaförden çıkmış, iki hareket çeksen terleyip yapışacak kafatasına,” gibisinden ince ince düşüncelere dalmışken siz, metro çekmiyor mu yastığının altından prostat stimülatörünü?

Ya inciler dizdiyse

Metroculuk oyunu ya çevremdeki erkeklerin sefallerine, dolayısıyla da iç giyimlerine ve ruhlarına da yansıyorsa diye düşününce işte bu durumlardan dolayı biraz tuhaflaşıyorum doğrusu.
G-string de giymiş midir acaba?
Bacakları sinekkaydı mıdır yoksa kirli traş mı?
Kirli traşlıysa eğer, penisik (pübik karşıtı oluyor) kıllarını nasıl şekillendirmiştir?
Yoksa şekillendirmeyip inciler dizerek mi değerlendirmiştir?
Ya da ağdalanıyorsa ya?
Pürüzsüz, şeffaf, bal dök yalaysa ya hem edepli ve hem de edepsiz bölgeleri?

Peki, ruhları nasıl okşanıyordur ki bu metrosefallerin?
Çiçekler serpiştirip geçtikleri yollara, seriliyorlar mıdır bazıları ayakları altına? Sonra mum ışıklı bir yemeğin akabinde, ceplerinden özenle çıkardıkları küçücük kutuları açıp, “Çok daha iyilerine layıksın,...” diye kıratı yüksek yüzükleri parmaklarına geçirince... Kız gibi allanıyor pullanıyor mudur metrosefallerin de yanakları? Gümüş gondol içi madlenle gidilip annelerinden babalarından isteniyorlar mıdır?

Kapsama alanım yetmiyor

Bir de pomoseksüeller var. Kıymık payı farkla metrocuların yanında yer alıyorlar. Pomo postmodern sözcüğünden kısaltılmış. Metrolar pomolaştığında seks de kategorize edilmekten kurtuluyormuş.

Zaten en doğrusu buydu. Yani bu olacaktır demek istiyorum çünkü gittikçe yorucu olmaya başlıyan kim neyi nasıl ve kimle yapsın konusu böylece kapanmış oluyor. Gay, lezbiyen, transseksüel, biseksüel vs. uzayıp giden kimin eli kimin cebinde deyimi mutlak anlamını nihayet kazanıyor.
İşte burada da üçüncü gardrop denen tür gündeme oturuyor ki, bu işler inanın ordan oraya, şurdan buraya derken sürekli karışıyor. Kapsama alanım dışına çıkıveriyor.

Tek bakış yeterdi eskiden, kim düz kim toparlak anlardık.

Doğduğuma bin memnun...


Davul zurna çalmadım. Alâ-i valâ ile ilan etmedim. Zaten palas pandıras sokuyorlar; “Durdurun duraklatın,” diyemeden, “hooop nereye?” diye soramadan gireceksin.

Babacığım Nuri, “Tevellüt 1321*,” derdi. Bundan dokuz yıl önce bize veda edip gitmeseydi eğer, eli kulağındaydı dalyasının.

Annem Selma’dan yana da gülüyor şansımız.

Demek istiyorum ki, uzuncadır ömrümüz.

Başınıza kaldım...

*1321 Rumi / 1907 Miladi



Salı, Temmuz 04, 2006

Kediler, ahhh anne kediler


Masanın bir o yanı, bir bu...

Zannedersiniz aç, değil mi? Değil.

O gün yetişkin bahçe kedilerini on küsur saydık.
Bazıları uzağa attıklarımızın peşinden gitti yay gibi.
Kibar olanlar vardı, önlerine koydukça yediler.
Gurur yapanların arkalarından koşturduk yemediler.
Kavgacısı meydan okudu diğerlerine.
Hariçten gelenlere posta koyuldu.
Kenara çekilip dostuna ikram edenler de oldu.
Hırsız yoktu.

Masa kenarında bekleyen anne kediler, ağız dolusu ganimetleri bebelerine koşturdular.

Mine ve Candan çalıştı, Oya ve kedileri doyurdular.

Mangal yaparsanız eğer... Kediler ahh kediler... Oyaaaa....