Kedili Mutfaklar

Pazar, Ekim 30, 2005

Benim de fantezilerim olamaz mı?

(20, Ağustos 2002 tarihli Açık Site www.acikradyo.com yazım.
Kabak mevsimi geldi. Cadılar Bayramı da. Annem Selma tarifli asmakabağı reçeline bayılacaksınız.)

Manav asmış onları. Sundurmasından sallamış, yere dayanmışlar. Hafifçe de eğrilmiş o güzelim endamları boylu boyuna yerleşebilmek için asıldıkları yere.
Nasıl da sevinçlere garkoluyor pattada pattada pat, pata patdada pat atan yüreğim. Kalakalıyorum manava karşı. Yoksa gizli fantezim miydi bu benim? Çözülüyor muyum şimdi ufak ufak, hem de psikolog falan yardımı almadan?

Ah ben bunları görür de almaz mıyım?

Telefonuma iki çıt çıt yapıyorum. “Anneeee, uzun zamandır ilk defa rastlıyorum, yapması hala aklında mı?”
“Al eve git, ara beni.” Annem müspet.

“Dikkat et kardeşim, zedelemeden indir. Şööle uzat şuraya bakiim.
Çiçeğine dikkat çiçeğine, seneye yavru da alırız kısmetse ondan.
Hor tutacaksan çekil kenara, ver şunları bana.
(Manavla kısa bir itişme sahnesi, tekrar ben konuşuyorum. Bu sahnede adamın hiç bir şey dediği yok zaten.)
Hah şöyle, yavaşça uzat.
Bütün bütün götüreceğim tabii, önce seyirlik bunlar. Sonrası kısmet. Eeee gelin bile ata binince, ‘ya kısmet’ demiş mi dememiş mi?
Peki gelin ne demişse demiş, sen kaç para diyorsun bunlara?
(Bu aşamada manav fiyat belirtiyor.)
Yok yaaa, para ile değilmiş yani! Tam Balık Pazarı kazığı bu attığın ama helal olsun….”

….diye söylene söylene iki kardeşin ikisini de bağrıma basmaz mıyım?

İstiklal boyunca, Sıraselviler’de otoparka kadar onlarla omuz omuza, kucak kucağa yürümez miyim?

Pür itina arka koltuğa verevinden yatırıp, kalan kısımlarını da ön camdan dışarı taşırmaz mıyım?

Zor olan bizim mahalleyi aşmak

Yollarda soru işareti şeklinde bakanlar, hayrola hanım ifadeli gözler falan nafile.
Taksim dönüşlerimin keyfi arabalıda da çaycıdan başka kimsenin gözüne değmiyorum.
Elimde, arabam içinde her daim bulunan bir sıkışmış trafik sendromumu aşma kitabı. Bu sefer Stefanos Yerasimos’un Sultan Sofraları. (YK Yayınları) *

İşin zor kısmı bizim mahalleyi aşmak.

Yanımdaki ahşap evin çocukları yine cam demirlerinin içinde oturuyor. Daha n’aber çocuklar dememe kalmadan, annelerini çağırıp elimdekileri gösteriyorlar. Kıkır kıkır.
“Ne var, sinema mı oynuyor?” diyemiyorum, komşudur kırılmasınlar aman.

Uzun zamandır dul olan karşı ahşap evin Kayhan hanım, o gün selamı sabahı kısa kesiyor. Bütün gün oturduğu cam kenarından çekiliveriyor acelesi varmış gibi. Kıskanç n’olucak.
Kapıcı İsmail’in gözleri yerinden oynamış vaziyette, “N’etcen onları abla?”
“Daha bilmiyorum,” diyorum. “Birazdan anneme sorar sana da söylerim!”
Daha da salak bakınca bindiriyorum. “Sana ne be adam, ben senin elinde karpuz görünce n’etcen onu diye soruyor muyum?”

Selma diyor ki…

Oh be kavuştum evime.
Yani sebze taşımak bile zorlaştı memlekette.
Millet baktı ki aklı olanlara ermiyor, erdiği kadarına kullanmaya başladı.
O da böylesi sonuçları doğuruyor haliyle.

Şimdi yaslanın şöyle arkanıza ve bu olağanüstü Selma (annem) diyor ki tarifini okuyun. Bir de çıktı alıp buzdolabınızın üzerine mıknatıslarsanız iyi olur. Biliyorum, eve vasıl olması fevkalade meşakkatli olmasına rağmen, asmakabağını arayıp bulacak ve de bu reçeli kaynatacaksınız.

"Kabakgillerden asmakabağı, olgunlaştıkça değişik biçimler alır." A. Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, YKY

Selma diyor ki: asmakabakları makul boylarda kes. Kabak oyacağı ile çekirdekli kısmını dolma kabağı gibi oy. Oyma işleminden sonra kullanacağın kabağı tart çünkü kiloya kilo şeker (ne kadar kabak o kadar şeker) kullanacaksın. Robotun dilen rendesinden (yoksa geniş dişli rendesi de olabilir) geçir.

Tencereni büyük tut. İçine bir kilo şekere üç su bardağı su koy ve ateşin üzerinde şeker eriyene kadar karıştır. Dilinmiş kabakları tencereye boşalt. Kaynama sırasında köpükleri delikli kaşıkla süzerek çıkar.
Bol keseden dolmalık fıstığı teflon tavada kavur.Her kiloya irice bir parça diye düşünerek sakızı (damla sakız) döv ve beklet. Adetindir malzemeyi bol koyarsın ama sakızın fazlası acılık verir, haberin olsun.
Kaynayan kabaklar kıvama gelince dövülmüş sakız ve fıstıkları ekle. Bir iki limonun suyunu ilave et, kestir. Kaynamanın göz göz olma noktasını bekle. O noktada reçel kaşıktan şıpır şıpır değil, pıtır pıtır düşecektir.
Sabahı dar ettim tabii. Geceyi mutfağın en mutena setinde geçiren asmakabaklar, sabah olunca kendilerini yukarıdaki tarife göre işlem görmek üzere bana teslim ettiler.

Yani annem tarif etti, ben yaptım falan diye söylüyorum zannetmeyin. Bu gerçekten olağanüstü bir lezzet. Semt pazarı memt pazarı dolaşın. Bu süre içinde sizin de bir kabak fanteziniz olsun.

Şimdi bu reçelden konu komşuya dağıtmak zorundayım. Yoksa sorarlar adama, “Elinde ikişer metreden iki kabak, eve deprem güçlendirmesi olarak kazık mı çaktın,” diye.

Cadılar Bayramı

Asmakabağını reçel edince, yine Franca geldi aklıma. Roma’da komşum olan Franca. Onunla da balkabağı fantezilerimiz olurdu.

En korkunç jack-o-lantern’ı kim oyacak? Sonra da bizi terketmiş sevgililerimizin suratlarına benzetmek üzere başlardık kabakları bıçaklamaya! (Pisi pisi kopatım, vallah yaparım şarkısı o zamanlar yoktu ne yazık. Dolayısıyla uymasa da Tom Dooley’i söylerdik!)

Malum 31 Ekim, Halloween’e hazırlanıyoruz. O gece, yıl içinde ölmüş olan bütün günahkarların ruhu dünyaya yayılacak ve bizi taciz edecek! İçine girecek yeni bedenler arıyorlar ya.
Biz de bedenimizi kolay kolay elin ruhuna teslim etmeye razı değiliz tabii. İyi kızlar olarak yapmamız gerekeni yapıyor, kocaman bal kabağının dibinden bir şapka kesip önce içini boşaltıyoruz. Sonra da oyabileceğimiz en korkunç ‘O’ yüzü oyuyoruz kabağa. İçine bir mum da yaktık mı, ruh kılığında kapıyı çalan fanilerden gayri hiç bir ruhla alışverişimiz olmuyor artık, rahatız.

Buraya kadar tamam da, kabuğun içinden yonta yonta canımızla beraber çıkardığımız o canım kabağa ne olacak peki?
Ben o haşmetli balkabaklarının içinden çıkanları kendi adetimce kabak püresi yapardım.

Oyulan kabakları tencereye doldurup üzerine şeker örterek sabaha kadar bırakıyorum. Sabah, saldığı su ile pişmeye alıyorum. Yumuşamaya yüz tutunca püre yapıp limon ve portakal kabuğu rendesi, çekebileceği kadar portakal suyu ve bir çubuk tarçın ilave ediyorum. Sulu kalmasın. Yerken fıstık ceviz filan da ister tabii. Hatta misafir yüzlü olması için üzerine krem şantiye ve bol şamfıstığı ile fevkalade olur, parmaklarınızı da yersiniz.

Franca ise etlisini yapardı. Önce yadırgadım. Tarifini veriyorum, siz ister yadırgayın ister eli kulağında olan yeni mahsul kabaklardan pişirip bir güzel mideye indirin. Tarifi domuz eti ile. Kuzu ile de neden olmasın?

Etleri kızgın zeytinyağında kavur ve tavadan çıkar. Aynı tavada iri doğranmış bol soğanı pembeleştir ve keyfe keder kadar sarmısak dişi ekle. Domates parçacıkları ve domates suyu, biraz da su kat. Etleri de içine al, pişmeye bırak.
Yumuşayan etlere, iri küp doğranmış balkabakları kat. Tuz, karabiber faslından sonra kabaklar biraz yumuşayıncaya kadar, gerektiğinde sıcak su ilave ederek ağzı sıkıca kapalı kaynasın.

Bu arada fırını iyice kızdır. Yemeği tepsiye boşaltıp krema ve taze biberiye dalları ilave et. Narlansın.
Oturup yersiniz artık herhalde.

* Allah Allah… Asmakabaklarla ben daha eve bile varmadan bir tarif de bu
kitaptan düşmez mi? Sayfa 110 ‘kabak keşkülü’ veya terkib-i kâşkül-i kabak. Tarifin sonunda acâyib ola diyor.

Altıyüz gram koyun budu kuşbaşı yağda kavrulacak. İki soğan ve bir demet maydanoz ilave edilip pişecek. Et pişince soğanlar dışarı, 500 gram soyulup dilimlenmiş asma kabak ve 400 gram haşlanıp hafif ezilmiş nohut içeri. Tuz, karabiber, zencefil ve öğütülmüş karanfil ilave ediliyor. Kabağın pişmesine yakın 50 gram cezeriye eklenip, biraz bile kaynaya, ateşten alınıyor. Sonra da dinlendirilecekmiş. Yazarı öyle diyor.


Cumartesi, Ekim 29, 2005

Çikolata hurması, kadayıf kebap

Tam da yayılmış oturuyordum. Tam da bu hafta sonunu meyvelerimle geçiririm diye kendi kendimi aldatıyordum... Eve sokmadığım meyve kalmadı Cuma akşamına kadar, incir dahil. Bunların hepsi kışlık kavun gibi dayanıklı değil ki be kızım. Çabukça yenecek ki çürük sıfatıyla çöpü boylamasınlar.

İncir dahil deyişim şu yüzden. Kuzguncuk bahçelerinde incir bitti, etraf köylere uzanıyorum artık incir peşinde. Burhaniye Mahallesi’nden Beylerbeyi’ne inen yoldaki bostancı bu mevsimde gözdem olur. Dün gittiğimde o da, “Sonunu topluyorum, iyi ki yetiştin,” dedi. Evet yaa, dün de yetiştim. Gelecek yıl da yetişirim belki. Bahçesiyle bostanıyla bir kaç yıl daha direnecektir Anadolu Boğaz sahili. Sonra yetişecek ne bostan kalacak ne de bostancı. Burhaniye yolu da dolmaya başladı zaten güvenli siteler ve modern ticarethanelerle. İtalyan pabuçları satan çift kat bir mağaza Depo, Kütahya çiniciliğinin gerçekten zarif örneklerini barındıran bir başka mağaza Anikya... http://www.anikya.com/

Hiç yememiş, hattâ duymamıştım. Çikolata hurması. Hurma mevsiminde bir gün bile hurmasız kalmayan benim, bu çikolatalısından nasıl olmuş da haberim olmamış hayret vallahi. Ve de vallahi billahi ben bu hurmanın adının bu olduğundan hiç emin değilim, bostancının yalancısıyım. Üstünde kara kara incecik çizgiler var bu hurmanın. Olgun, ballı yediğimiz Trabzonlara göre açık renkli hatta sarımsı, sert Granny Smith elmalardan daha sert. Tamam, tadı pek öyle çikolata tadı değil ama çok lezzetli. Ham, katur kütür meyve sevenlerin ağızlarına layık. (Lütfen www.yogurtland.com Fethiye'yi konuyla ilgili ziyaret ediniz.)

Sabah sabah kavak incirli, Trabzon ve çikolata ve Medine hurmalı, portakal ve greyfrut sulu kahvaltımı yaptım. Sonra öğle saatlerine yanaştı saatler. Yemek istedi içim. Hafif bir tabak olsun şöyle, diye attım kendimi mutfağa. Yine bana güven olmadı tabii, yine kandırıldım kendim tarafından. Çektim dört tane yassı kadayıfı dondurucudan. İki de, ellerime sağlık muhteşem köftelerimden. Onlar çözülürken ben gazete okudum, filim seyrettim.

Yassı kadayıfları incecikten tereyağladığım teflon tavada kızarttım. Oldukları gibi, 25 Eylül tarihli Pazarola Oya’nııım yazımın içinde geçen Yılmaz Şekerleme’den nasıl aldımsa öyle (Beşiktaş pazariçi, Mumcu Bakkal Sokak, No. 4). Köftelerimi de teflonda ızgara yaptım. Tabağımın kenarına salata yapraklarımı ve iki parça yağda domates kurumu koyup yemeğe başladım ki, oy oy oy... Bu yassıların lezzeti aynı yoğurtlu kebapların altındaki pidelerin lezzeti.

Bir sefer daha yaptım mutfağa. İki kaşık süzme yoğurt, iki de sivri biber katıldı tabağıma.
Canı kebap çekenlere duyurulur.


Şimdi de iyi bir kahve saati.

Perşembe, Ekim 27, 2005

Oya poco dettagliato


veya, biraz detaylandırılmış Oya...


Yirmi tane olacakmış... Hayatımdan olsunmuş! Rastgele detay?

Benim kadar yazdığı her satır ve/ve de satır arasında hayatından detay veren bir kadına bu yapılır mıydı? Haaa, yapılır mıydı Burcu Kuşu?

Not alırım, aklım dağınıktır güven olmaz. (Aldığım dolaplar dolusu notları atmam, hepsi bir gün kullanılır.)
Bilmediğim yolları bulamam, yön yeteneğim hiç yok.
Tartışırım, haklıysam.
Polemikçiyim, açık yakalamışsam.
Sevmeyi çok severim, sık sık aşık olurum/olurdum.
Keşke daha çok yanlış yapabilsem, hiç pişman olmadım.
Fazla konuşmam.
Plan program yapmam.
Doğru bildiklerimi değil bildiğim doğruları söylerim. (Kıvırtmam, pat diye söylerim.)
Ayıp olur ve elalem ne der kaygılarım yoktur.
Dedikodu dinlemeye bayılırım, yapmam.
Masa başında oturup oynanan oyunlardan nefret ederim.
Bir işi bitirmeden başka işe başlarım, işim hiç bitmez!
Sinemaya gündüz ve yalnız giderim, toksam kahvemle açsam popcorn paketimle.
Kaliteli meyhane muhabbetine bayılırım.
Sevmediğim insanlarla içki masasına oturmam.
Çiğ tereyağ yiyemem, kusarım.
Geçmişi severim; anı, bit pazarı, müze, yaşlı insanlar...
Deniz görmeden çok zor yaşarım.
Gülerek uyanırım.
Gerektiği zaman çok dikkatliyim, kuş uçurmam!
Kahve severim, her kahveyi...
Doğa’ya tapıyorum.
Kedimlersiz hayat nasıl olur düşünemem. (Kedilerimsiz diyerek düzeltmeyin hemen, onlar kedimler çünkü...)

Bittiiiii... Yirmiyi de geçtiiii...
(Ben kimseye davetiye çıkarmıyorum. İsteyen blogunda istediği kadar kendini detaylandırabilir.)

Pazar, Ekim 23, 2005

Martı Palas masalları

(Sanki zamanı bir kuş yazısının. Çok eski bir yazım, yine o malum adresten, www.acikradyo.com.tr )


Kapkaranlık bir sabaha uyanmışım. Güzelim Boğaz sularının rengine sis oturmuş. Uykularıma dalmadan önce bulutları, yıldızları seyretmeye doyamadığım çatı pencerem neredeyse direnemeyecek yağmurun şiddetine. Bu ortamı bulmuşken hazır, ağlamalara geçmek en tabii hakkım. Terkedilmişim üstelik bir gece önce. Yürümüş gitmiş adam. Nereyesi falan yok bunun… Ne bilirim ben nereye? Sepeti koluna herkes yoluna…Yaralıyım… Bu sabah ağır bir sabah.
Manzara sıkı ki of be, aşkım da yine muhteşem derken, durumun aşk kısmı çıkıverdi işte hayatımdan. Kaldım mı manzarayla baş başa?

“Acil yardım Tanrım,” diye söyleniyorum, bir yandan dumanını kokladığım filtre İrlanda kahvemin içine ilave Bailey’s Irish Cream de karıştırarak. “Hiç havası değildi terkedilmenin.”
(Az sonra) Kahveden midir nedir fena değilim hani… Yağmur da keser gibi, sis de neredeyse kalkar gibi… Az sonra ben de kalkarım, çöpçü sarısı yağmurluğumla şosonlarımı giyer yürürüm Paşalimanı - Kuzguncuk – Beylerbeyi. Balıkçı İsmail’i bulurum Beylerbeyi İskele Meydanı’nda. Balıkçı İsmail’in de kanyağından otlanırım biraz kahvemin veya çayımın içinde. Dünya varmış be… Pek de iyi oldu. Herif tek ayağı üzerinde dolaşıyordu sanki, öyle yalan dolan, gece gece ayağına dolandı işte. Sepeti koluna, herkes yoluna…Güzel bir çığlık atıyorum. Heeeeyyyyy dünya vaaaaarmıııışşşş… Gün bugün işteee, yine de heyheeeeyyyyyyyyy…

Çığlık çığlığa

Gün o günmüş ki, bir bahtı kara, kanadı kırık martı benim cama küüüt kamikaze pikesi… Şaşırıp kalmışım öylece, pencere dibindeki beton saksı üzerinde ayakta kalmaya çabalayan martıyı görünce. Sülalesi acılı çığlıklar atarak dönenirken etraf gökte, o gözlerime dikmişti gözlerini. Açılan teras kapısının gürültüsünden ürkmedi, ona uzanan avucumdan da. Bir süre tuttum elimi, avucum açık, gagasının altında. Başını yasladı. Uzandım, kucakladım. “Sakin ol,” dedim, “sakin ol, yaralısın bak.” Omuzuma yasladığı açık kanadının üzerine eğdi bembeyaz boynunu, yaralı kırığını gösterir gibi. Ne bir ses, ne bir itiraz çırpınışı, öylece durdu kucağımda. İçeri girdik. Siz martıları bilmezsiniz (ve/veya martıları bilenlerle bu duyguları paylaşmak ne kadar hoş); onların gönlüne girmek, dostluğunu kazanmak bu dünyada yapılabilecek en zor işlerdendir. Gözlere, uzanan avuçlara, sevgiyle çarpan yüreklere güvenmektir işin aslı astarı. Pek sıradan bir durum değildir yani insanların martılarının olması. Ne sevgiliye, ne evlatlara gösterilemeyen kadar büyük özveri ister.

Martılarla haşır neşirliğim ezelden değil gerçi. Doğduğum ev, kamilen enfes deniz manzarasına rağmen, martı trafiğine sadece uzaktan hakimdi. Kumrular, güvercinler ve de serçeler nasiplensinler diye terasa bıraktığımız yiyeceklere o devirde martılar gelmezdi. Onlar, balıklarını denizden çıkarıp doyururdu karınlarını. Sonra denizden değil, çöplüklerden medet umar oldular. Seyrek de olsa, ‘vapurlarla birlikte uçuşmak oyunu oynamak üzere’ denize indiklerinde, iyi insanların güverteden attıkları küçük simit parçaları girer oldu midelerine. (Tamam, burada bir de martıları doyuralım kampanyası başlatmayacağım.. Hani aklınızda olsun diyorum, bir simit de sizden olsa ne çıkar canım?)

Kukumav geldi Yaralı delirdi

Yaralının yaralı olmasındandır ki, işe önce adını Yaralı koymakla başladım. “Ben de yaralıyım ama bak kapanıyor yavaştan,” dedim, “böyledir yaralar, kaşıyıp didiklemezsen azaltırsın sızısını, ufaktan atlatmaya başlarsın sonra, sonra da geçer gider sen farkında bile olmadan.” Yüzüme baktı, bir kısa küçük ses verdi, sanki ‘evet’ anlamında, ‘evet anlaştık’ der gibi.
Derken aradım taradım, kanatlılardan sorumlu bir veteriner hekim buldum. Adam, sivrisi kütü sivrisinekten tutun da, neredeyse uçuşan teyyarelerin bile hastalıklarına çare bulacak kadar bilgili. Mesleğiyle mütenasip kukumav gibi bir de suratı var.
Benim kanadı kırık Yaralı, bu tipi görünce delirdi. Hele muayene anı gelip de, adam ağzını açarak Yaralı’ya, “Aaaaa, aç bakiim kanadını,” demedi mi? Yaralı anında adamın açık olan ağzına daldı. Boynuna kadar. Gariban adam aaaaaaaları uzata kaldı ki ben kucağımda, adamı görene kadar sakin duran yaralı martımı geri çekmeyi zor da olsa başardım.
Adamcağız tahriş olan gırtlağından umutsuzca bir şeyler söküp çıkarmaya çalışıyor, etrafa tükürüp duruyordu. Bana sanki Yaralı’yı kurtarmışım gibi geldi ama yine de adama dönüp bir kaç ‘vah vah,’ biraz da ‘hay Allah,’ demeyi ihmal etmedim.
Kanatlılardan sorumlu, geldiği gibi olmasa da, gitti. Gülerek gelmişti, kusarak gitti. Giderken hırıltılar halinde, “Kanadını zorlamasın, sonra kötü olur,” dedi. Yaralı bu lafın üzerine kırık kanadını da kullanarak Kukumav’a hücum etmeye çabaladı. Kukumav korku içinde ve bana selametler dileyerek merdivenlere dar attı kendini. Neyse ki, son sözleri, dehamın ampülünü yaktı. Yarayı oksijenli su ile güzel güzel temizledim. Bir çarşafı da yırtıp bandaj hazırlayarak, boynu ve ayakları dışarıda olmak üzere sanki mumyalanmış bir martı yarattım; saldım evin içine.
İlk gün evde mevcut tüm ton balığı kutularını açıp ekmekle harmanladım. Bayıldı. Önümüzdeki günlerde ona ve ailesine sevdikleri balıkları alacağıma da söz verdim. Belki de buraya kadar az iş yaptım gibi duruyor ama kanape üzerinde, üstelik Yaralı koluma yaslanmış, yorgunluktan bitap öyle bir uyumuşuz ki. Terastan martı haykırışları sanki ninnimiz.

Martı Palas

Martı Palas’ın açılışı böylece yapılmış oldu. Yaralı evin içine yerleşirken, sülalesi de dışarıda saf tutmaya başladı. Onu inerse, dokuzu kalkıyor, havradan beteriz. Binbir Martı Masalları’ydı artık yaşadıklarımız. Yaralı’m iyileşip, uçuş brövesini yeniden başarıyla hak ederek ailesine karışana kadar da sürdü.

Derken, sanırım Martı Palas’ın namı ve şanı martılar arasında aldı yürüdü. Öyle olmuş olmalı, ki yine günlerden bir gün, yine yağmur fırtına bindirmiş tepemize (ama yine terkedilmiş falan değilim), sahilden yüz küsur basamak çıkarak evimin kapısına varmışım. Daha da beş kat tırmanılıp çatı katıma varmak nasip olacak inşallah, aman Allahım o da ne? Benim kapı kedileri almışlar bir topun etrafını, bir heves pata pata oynuyorlar. “N’oluyo m’oluyo,” derken baktım ki top canlı. Bir mini velet, kuş cinsindendir tamam, buraya kadar anlaşıldı ama ne ola? “Gel bakalım yukarı, burada sana rahat vermezler…”
Yerleşim bu kutu içine bol gazete kağıdı ile, şimdilik. Yemek? Sen kimsin, nesin, ne yer ne içersin? Dur bakalım, buluruz çarelerini, hele biraz ekmek ıslatalım önce. Ayol çok şekersin sen, puan puan tüycüklerin, kurudukça çıkıyor meydana puanları. Adın Benli olsun mu senin bebek? Sığırcık mısın yoksa? Yoo, sığırcığın büyümüş hali senden küçük, halbuki sen çok bebeciksin daha. Kapı tıklıyor, dur bakalım…
“Oya’nım, Oyaaa’nımmm.” “Geldim geldim Suat’anım…” (Kafa sesim, “Hah bir sen eksiktin…")“Kapıda şunu buldum da Oya’nım. Kediler oynuyordu. Martı yavrusu bu, damdan mı düştü ne, fırtınadandır… Oya’nım bakar dedik. Yaralı da damda mı yaşıyor ne. Belki de onundur dedik…”
Hoşgeldin canııımmm, senin adın da Senli olsun… Bu kadar senli benli olundu madem artık…
Onlar, mutlaka bunların arasında. Bu çığlıklar, kahkahalar hiç yabancı değil bana. “Aneeeeee, aneeee,” çığlıklarını unutamam ki onların. İşte oradalar, işteee, işteeeee, Yaralı orada işte, işte Senli, işte Benli… Sizleri çok seviyorum çocuklar. Çooook..

Saltanat kayığı

Şık bir isim takmak istedim patlıcanlarıma. Yaptığım hoşlarına gitti gibime geldi. Sanki aldılar içlerine bir nebze keyif, “Çek küreği güzelim uzanalım Göksu’ya” terennümlerine kaptırdılar kendilerini. Az sonra midelerimize inecek olan onlar değilmiş gibi sürüyorlar keyfini patlıcan kabuğundan kayıklarının.

Adam başına iki kemer patlıcan ve bir büyük patates yeter. Yıkanıp kurulanacaklar iyice, patateslerimiz de kabuklarıyla, patlıcanlar da... Sapının dibinden burnunun ucuna kadar yarılacak patlıcanlar. Koyun yere, nasıl düz durabiliyorlarsa dursunlar, sonra o duruşa gören ortayı bulup yarın orta yerlerinden. Derken fırına girecekler hep birlikte. Patates yumuşayıncaya kadar kalacaklar fırında.


Çıkışlarında, patlıcanların içini kaşıkla iyice kazıyarak bir kaba alın. Patatesleri de kabuklarından ayıklayarak aynı kaba koyacağız. İçine hoşunuza giden bir peyniri rendeleyin bol miktarda. Tuzunu ve biberini peynirin tuz miktarına göre ayarlayın. Biraz biberiye veya yoksa kekik koyun. Şimdi doldurun patlıcanların içine bu karışımı. Üzerlerine biraz daha peynir, kırmızı biber, bir kaç damla sızma ve de üstü kızarana kadar tekrar fırına.


Ne yazık ki, iki patlıcandan bir tanesinin kabuğu ziyan oldu bile. İki patlıcan içi ile bir iri patates karışımı, bir saltanat kayığının içine tam geliyor çünkü. Diğer kabuk da yemek yendikten sonra atılacak. Eh ne yapalım? Yalnız siz siz olun, patatesleri ayıklarken o muhteşem lezzetteki kabuklarını sakın atmayın.

Ben oracıkta, soyarken yedim tabii...

Cumartesi, Ekim 22, 2005

Bugün bizde bayram

Sanki yerlerinizden fırlayıp koşacakmışsınız gibi buraya. "Heeey Annoya Annoya, neler oluyor burada? Bu nasıl kokudur böyle? Neler yaptın sen yine?"

"Bizim oğlanın aklı işte," diye başlayabilirim anlatmaya.


Bizim oğlan dediğim koca adam, yeğenim Aycan. Yemeyi içmeyi bilenlerden, çok iyi becerenlerden. Lezzetli evlerin içine doğdu. Annem Selma/anneannesi geleneksel lezzetler ustası, annesi/ablam Hülya sentez lezzet küpü, evlerinin içinde 40 yıldır dolaşan Firdevs "the Fifi" de ballı bir ahçı olunca... Üstelik Aycan'da teyzenin yarısına çekmişlik yani arayış hakim. Diğer yarısı keşifler oluyor ancak bizim çocuk mutfakta, espresso yapmanın ve özel soğutucusundan şarap çıkarmanın dışında pek bir işe yaramıyor.

Gelelim "Bu ev ne kokar böyle mis gibi?" sorunuza ve de yanıtlayalım efendim. Unutmadınız tabii narların ve ayvaların yanında yatan yemyeşil mandalinaları. Hani, "Bahçemizindir," demiştik ve de öylece bırakmıştık onları orada, nar suyuna ayva kaynattığımız yazının içinde.


Dün akşam Aycan'ın, "Oya, sen lezzetli çaylar da üretirsin istersen," şeklindeki öneri artı talebi geldi aklıma. Dedim ki mandalinalarım çaya karışsa sanki, veya bir yola çıksak bakalım akılda var bir, çay... Akılda olmayan ikiii, bu oluşacak lezzet başka nerelere girebilir ki?

Çok kısık bir fırın, 120 derece diyelim... İçinde bir tepsiye dizilmiş mandalina dilimleri, onlar da 4 taneydiler... Kuruyana kadar, yanmadan, galiba iki saate yakın... Bu iş dün geceden yapıldı. Sabah olunca kendilerini, 10 kadar karanfil tanesiyle birlikte, blenderin kuvvetli dişlerine teslim ettim. Bir toprak kap içinde yeniden fırına soktum, kısa bir süre için, içindeki nemi atsın diye. Zaten fırının kapağını açınca o nemin buharlaştığını ve bittiğini gördüm.

İşte taa oralara kadar gelen, ağzınızdan girip burnunuzdan çıkan o koku bu kokudur. Demledik çayımızı az önce, dayanamayıp öyle saat beşlere meşlere kadar. Çook iyi çooook. Daha da iyi olacak. Ne zaman? Çayla harmanlanıp birbirlerinin kokularını özümsedikleri zaman.

Haa, akılda olmayan neydi peki? Karnıbahar ve brokoliyi birlikte haşlamıştım. Suyu atılmadı. Nuar haşlanmıştı, onun suyu da bunun suyuna eklendi. Şehriye çorbası yapıldı. İçine bir tutam bu yepyeni keşfim olan baharattan atıldı. İçerken içine maydanoz kıyıldı. Limon sıkıldı.

Bir küçük kavanozda saklanıp etlerde, balıklarda, soslarda falan kullanılacaktır; akılda olmayan iki üç dört beş.....

Keyifli lezzetler bunlar.

Bugün bayram. Bizim evde.

Cuma, Ekim 21, 2005

Van'da akşam yemeği

(Kimsecik de bu yazıya katkıda bulunmak istedi. Yediği iki minik bonfile parçasının keyfiyle hor hor uykuya dalarak.)

Bilenler söyler yazar ki, Van’a sadece otlu peynir tatmaya gitsek yeriymiş. Gitmesek de getirseler? Hah, o da olur. Bana oldu mesela. Yolu Van’dan geçen bir tanış, meraklı bu kadın dedi, getirdi. İçindeki otları dillendirmeye kalktı, aklım almadı. Benim aklım ne ki zaten, bir araya doksan çeşit mi ne ot adı sığdıracak? Not tutup yazsa mıydım sanki? Yok canıııım, herkes işine baksın. Ben yemeye bakarım!

Van yemeklerini de ben ne bileyim? Ama üç beş gündür fena halde, hayli daha fazladır da kısmen, aklım Van’da ya. Bizim dost Van kedisi Birbuçuk Canısı gözümde tüter oldu. Van Gölü canavarıyla tanışmaya can atar oldum. Yüzüncü Yıl Van Üniversitesi’nde mevcut olup da kararan delilleri merak eder oldum. Aynı Üniversite’deki çıkar amaçlı suç örgütüne dahil olup, yemek keşif ve icatları hallerimle Van’a katkılara ben de alet olmak ister oldum.

Bonfile artıklarını buldum önce dondurucuda. Hani bütün bonfile alınır, aradan rozbif yapılacak parça çıkarılır. Geri kalan etlerden kuşbaşı veya çöp yaptırırım ben. İşte 'artık' dediğim o çöpler. Çözüldüler ve attım tavaya, kendi yağlarında kavrulmaya. İki koca avuç ıspanak doğradım, etler piştiğinde ilave etmek için. Birlikte de kavruldular bir süre azıcık tuz ve taze çekilen karabiberle. Ispanaklar yeşil rengini kaybetmeden kapattım ateşi. Noodle haşladım. Tuzsuz aman, otlu peynir kullanacağız az sonra ki, şap yesek ancak bu kadar olurdu.

Sonra çöp bonfileli ıspanak yatak yapıldı tabağa. Üzerine sıcak noodle alındı ve ortası havuz yapıldı. Havuza bolca otlu Van ufaladım ve sıcak noodle, otlu Van’ı örter gibi ortaya doğru çekildi.

Bu akşam eve girdiğimde, “Oh ne güzel evimdeyim,” dedim. Yemeğimi Oya usulü Van yaptım. Yedim. Van Üniversitesi rektörü Yücel Aşkın CMK 100. maddesi gereği diyemedi, yapamadı, yiyemedi.

Perşembe, Ekim 20, 2005

Hop hop, tıkır tıkır

(Bu yazı aslında 1 Ekim'de huzurlarınızda ekran alan (sahne almak gibi hani) Artist miymişim? yazımın başı olmalıydı. Atlamışım konuyu, Artist miymişim?'i girmişim o gün öylece.

Şimdi ekran alacak bu yazının içeriğinde olanlardan, işte o zamanlar yeni taşınan üst kat komşularım, şimdi de buradan taşınıyorlar. Allah sizi inandırsın, onlar da bir güzel çocuk doğurdular, ayaklandırdılar, üstüne üstlük onlar da kendilerine güzel bahçeli bir ev aldılar. Bu üç etti. Üç çift, masum masum evlenip taşındılar buraya. Sooonra, yaptılar çocuklarını, aldılar evlerini, elvedaaaaa.... Var mı aranızda çocuk versin, ev versin falan gibi evliya nimetlerinden faydalanmak isteyenler? Evimiz dubleks efendim. Manzarası pek bir hoş. Komşuları deseniz balından yenmiyor.

Yazımız malum, bir zamanlar Açık Site, artık www.acikradyo.com 'da gözler önüne serilmiş idi.)


Yazmalı ki ne yazmalı? Hava açık, gün güzel diye girmeli, bahara güvenip hop hop eden yüreklere hayırlı işler dilemeli, sonra da topu gezdirip ortalamalı yazıyı. Gerisi tıkır tıkır gelir zaten, kolay.
Top Mustafa'da, Mustafa ortaladı, uzun bir pas, Güven. Güven kaleye doğru ilerliyor, şuuuut, kaleci yerde ve gooool. Beşiktaş üç, Fenerbahçe bir sevgili dinleyiciler.
Kulaklar radyoda. Benim gözağrısı Güven, Semra'nın gözağrısı Mustafa. Neydi o günler? Konuştuğumuz çocuklar milleti hop hop hoplatıyordu.
Akşamına da geliyorlar bizim Vişnezade Parkı'na, kulübün karşısına, buluşup konuşuyoruz işte. Yüreklerimiz hep hop hop. Mahalleli gördü mü? Babam eve geldi mi? Gidip Şark Kahvesi'nde otursak kulüpten ceza yerler mi?

Her bacaklarımızı uzatıp da oturduğumuzda, Semra ve ben birbirimizin yüzünde bu anıları seyrederiz işte. “Kötü bir haberim var sana,” deyince de Semra, ben tam susamlı kandil simitimi yeşil çayımın ılığında dilime yaymış, lezzetinin en kıvamına getirmiş vaziyetteyken… “Eyvahlar…”
Eyvahlar çünkü Semra'yı yedi yaşımdan beri tanıyorum. Mahallelim, yaşıtım, ilkokullum, sırdaşım. Hiç kopmadı da bağlar, girse de araya onun Houston'u, benim oraları buraları… Aşklar, işler, kavgalar, boşanmalar bize vız; “n'aber” demeye hep ama hep bilinen adres ve telefon numaralarındayız.
Şimdi Semra, yani bu benim Semra Erkanlı'm, hayli uzun yıllar Texas'ın Houston'unda Methodist Hospital'da çalıştığından, bir duruma kötü diyorsa kötüdür.
“Biliyor musun Güven öldü?”
Evden annemin onyedi pont pabuçlarını giyip kaçışlarım, Güven'in kolunda tıkır tıkır yürüyüşlerim geldi aklıma. Yaşım onaltı, onyedi.
Hop hop hopladı yüreğim.

Mümkün mü unutmak güzelim

“Turgut Baba, eski günlerini anlat bana,” derdim hep. Bilirdim hop hop hoplardı yüreği. Biriktirdiği anılarından birini, yumuşak sesiyle örselemeden açar, döküverirdi önüme.
Beyoğlu Özcan Meyhanesi'nde bir 29'luk rakının mezesiyle elli kuruş ettiğini… Meşhur avukat Sadi Bey'in kızları Rezzan'la Suzan'ın, çok efendi bir adam olan Haluk ile Efendi diye bir bar açtıklarını… Tokatlıyan Oteli'nin barına mutlaka üç isimli adamların gittiğini… Yahya Kemal'in yemek yerken, allah muhafaza, her tarafıyla ve şehvetle yediğini…
Kulis'in Kulis olmadan Buket Pastanesi olup, Jorj'un da Buket'te komilik yaptığını… Kulis'i rahmetli Jorj'dan önce Mösyö Grişa diye bir Beyaz Rus'un işlettiğini… İşte o Kulis'te, Jean Cocteau'dan tutun da, Ekrem Reşit Rey'e, Feridun Fazıl Tülbentçi'ye herkeslerin olduğunu falan duymuşluğum hep Turgut Boralı'dandır.
Önemli davetlere yanında beni taşır, kavalyem olduğu gecelerde pek keyifli olur, hele yüksek topuklar üzerinde tıkırdamam çok hoşuna giderdi Turgut Baba'nın. Onbeşler, onyediler filan giyer girerdim koluna, tıkır tıkır…
Aşklarını sorardım bazı, ki işte asıl orada olurdu olanlar, onun o hop hop hoplamaları filan bana da geçerdi. Sanki yanık bir terennümle, o akşamların halvetine racon kestiği sesinde duygulanırdı Baba, “Neeeydi oooo akşaaaaaaam, neeydi oo aaaaaakşaam?”

Tünel'de şnitzelci Fischer'in, sol yanağı benli kızı olurdu bazı anıların içinde. Ses Tiyatrosu'nun meşhur Muzaffer Hepgüler'i ile Asmalımescit'te pansiyoncu Madame Feni'nin evinde yıllarca oturduklarında olanları anlatırdı. Ya da,“Ah o Maksim Bar'ın hep ecnebi konsomatrisleri, Macar şantözleri falan…” deyip iç geçirmeler.

Bu haftanın içinde Nisan ayının ondokuzu da var. Bu Nisan ondokuzlardan 1994 olanı, Turgut Baba'yı alıp götürmüştü. Hep birkaç satır yazmak isteyip, o çok sevilenlerin arkasından hop hop kabaran yüreğime yenildim.
Bu yıl ıskalamadım işte.

İmparator bazaları

En son yukardakiler geldi. Bu evde taşınıp durma faaliyetleri sürekli ve bereketli olan iki daire var, yanım ve üstüm. Gelen geliyor, geldiği gibi de püüüffff diye yok oluyor.
Ben sanki burada gözcüyüm. Geçen trenleri ağırlayıp uğurluyorum sanki. İstasyon şefi. Peron sözcüsü. Yatak keşifcisi. Terlik bilirkişicisi. Kahretsin ne anasının nesi işse işte öyle bir işim var gibiyim.
Geliyorlar, giremiyorlar. Girmek kolay değil. İmparator bize uymaz çünkü. Bazadan söz ediyorum. Bu merdivenin bu büklüm yerinden bu imparator bazalar sığmaz kardeşim. Bazası geçmez ama yatağı eğer büker geçirirler bir çeşit. Çok yatak gördü bu ev. Üstü geçip de altı kalan.
Adamlar işinin eri meri farketmiyor. Hangi evden eve nakledici becerecekse bu işi, gelsin şapkasını koysun önüne, biz de adamı itibarlı müessesemiz belirleyip artık bütün taşınmalarımıza vekil tayin edelim. Zira bize gelenler evden eve yapamıyor bir türlü. Evden sokağa kısmında kalakalıyor, eve varış kurdelesini göğüsleyemiyorlar.
Yani bu yeni evliler de pek meraklı imparator boyut baza kullanmaya. Önce bana danışsalar ya, söylemez miyim kral alın, kraliçe alın veya üstü imparator altı iki prenses, neden olmasın?
Derken, soktuktu sokamadıktı işler büyüyor. Merdiven engeline takılan bazaların sorumluluğu sanki bana ait. “Oya'nım balkonunuzdan çekelim!" "Oya'cım şurandan girelim!" "Hanııım hanım aha bööle sohsak?”
Son iki ahvalde evde bulunmamaya dikkat ettim. Artık onların yatakları nasıl bazalı bilemiyorum. Bir şekilde sokmuşlar ya, keyifli uykular. Muhtemelen gerisin geri taşındıklarında da evde olmam. Böylece yatak muhabbetini sizinle ilk ve son kez yapmış olurum.

Ponponu tüyden topuklu terlikler

Haydi yatak muhabbeti böyle kolay kapatılıyor, bir kereye mahsus olup bitiyor mübarek. Bir de hiç bitmeyen terlik muhabbeti var benim buranın.
Bu hiç bitmeyen muhabbet benim takınaklı bir terlik duyarlısı olmamdan kaynaklanıyor. Terliğine göre muamele yapıyorum insanlara. Bir keresinde yanıma taşınan birilerinin terlikleri beni perişan etmişti. Hamal tokyoları sanki. En ufak bir evcil görüntüleri yok. Bakıştığımız her açıdan sanki mantara gel mantara gibi durumlar arzediyorlar. Veya bu delilik bende var. Kıymetli ayaklarımı öyle plastik mlastik şeylere emanet edemem ben. Onlar üretir müretir çünkü mikropları. Ben öyle o havuz senin bu hamam benim falan da dolaşamam ya. Neyse.
Şey oluyor; bu imparator baza seçenler genellikle yeni evli oluyorlar. Ve de haliyle, kız tarafı çeyiz malzemesine bir çift de onbir pont ponponlu terlik koymuş oluyor. Kafamda pembe veya kırmızı oluyor bu terlikler ve de yeni gelinler başlıyor gecenin belli belirsiz saatlerinde, ayak topuklarına tam oturmamış pembe pembe ponponlu terliklerinin üzerinde tıkır tıkır tıkırdamaya. Tıkırdamasalar bile bekliyor insan canım, ha şimdi tıkırdadı, ha şimdi tıkırdayacak. Yani uyku muyku hakgetire oluyorum. Hop hop ediyor yüreğim.

Bu ayaklar üstüne durum ve görüşlerimi anlatmaya çabalamam neden midir? Ayaklarımı çok sevmemin etkisi var, peki başka, başka başka… Mesela ben hiç ponponlu terlik giymedim. Evden kaçarak gittiğim için çeyizim de arkadan gelmişti. O telaşta unutuldu herhalde.
Şimdiden sonra giysem yakışık alır mı? Üstelik birlikte şişmanladığımız ayacıklarımda nasıl durur, yakışır mı?
Ben tıkır tıkır ettikçe alt katta oturan kızın fikrine uygunsuz vaziyetler düşmez mi?
Başkaaaa? Ne başkası yaaa, uyuyamıyorum işte, hepsi bu.
Hava açık, gün güzel. Bahara güvenip hop hop eden yüreklere hayırlı işler.

Pazartesi, Ekim 17, 2005

Başka türlü


Bin türlü şey geçiyor aklımdan. Bir türlüde karar kılıyorum. Uzuncadır sıcak bir tencere yemeği çekiyormuş meğer içim. Bol kepçe.

Malzemeler diyelim önce, sonra bakalım nerede ne var...

Buzdolabı sebze gözünde:
bir boynu bükük havuç, neden kaldım burada tek başıma diye hayıflanan
iki kemer patlıcan, Yeşil domatese Güven pilakisi yemeğinden artan
iki kocaman sert domates, keza aynı yemek için tedarik edilmiş
Buzdolabı, diğer sebze gözünde:
muhteşem görünen iki büyük taze patates
bembeyaz soğanlar, hani adı inci olanlar
Duvarda asılı:
benim sarmısak demetim
Derin dondurucuda:
yedi kalem pirzola
iki büyük dilim antrikot
kereviz sapları
defne yaprakları
bir büyükçe torba haşlanmış nohut
Tuzlukta:
tuz
Karabiberlikte:
tabii ki taze çekilecek karabiber
İsmail Efendi hemen gitsin alsınlar:
bir demet maydanoz

Üç soğanı irice piyazlayıp, beş diş sarmısağı da koca bıçakla patlatıp etlerle birlikte bırakalım ocağın üzerinde. Benim usul elektrik ocağının birinci derecesinde. Suyunu salsın, pişsin, suyunu çeksin, ne hali varsa görsün. Patlıcanlara pijamalarını giydirelim, kalınca dilimleyelim ve de sirkeli tuzlu suya bırakalım. Et pişene kadar onlar da yüzecek orada. Etin pişmesi demek, pirzola kalemlerinin etlerinden ayrılmaya yüz tutması demek. Gerisini de siz halledin, ayırıverin gitsin. Tencerede etler kalsın.

Şimdi yine har har olmayan bir ateş üzerine oturtalım tenceremizi. Patatesleri ayıklayıp dizelim iri iri içine. Dilimlediğimiz havuç ve sudan sıkarak çıkardığımız patlıcan dilimlerini de dizelim. Nohutlar dolsun artık boşluklara. Domatesleri tabii iri dilimler halinde, bu sefer kabuklarını soyarak nedense... İki kocaman defne yaprağı ile iki uzun sap kerevizi koyalım aralarına. Az tuzlayıp az karabiberleyelim. Bu azardan yaptığımız tuzlayıp biberleme işini, yemeğin pişme sürecinde yine azardan olmak üzere iki kere daha tekrar edelim. Yarım demet maydanoz pişme sırasında, diğer yarısı da altı kapatılınca serpilecek türlüye. Suyunu da unutmayalım tabii. Yağ yok. Bu yemeğe etin yağı yeter de artar.

Türlü de başka türlü oldu yani.

İsmail Efendi akşama alsınlar:
sadece sıcak pide

Fotoğraftaki tabağın tarihçesi: Yıl 1970, yer Roma Via XX Settembre, Cim. Cim'in yerinde uzun yıllardır yeller esiyor. Tabaklarım halâ ve çok sevilerek benimle yaşıyor. Aynı yıllarda İtalya'da yaşayan rahmetli Kerim Bekdik'im ve de Ömer Karacalar'ım da, uzun süreler içinde kocaman sarı papatyaları olan aynı tabaklardan kullanıyorlar. İnsanlar boş yere dost olup, böyle uzun uzun yıllar da boş yere dost kalmazlar. Tabak çanaktan tutun bir sürü ortak paydaları, paylaşımları olmalı.

Pazar, Ekim 16, 2005

Böylesi yakışırdı benim narlarıma

İçim temiz içim. Narları aldım karşıma koydum ya, seyrine bakılıyor hani iki haftadır. O rugan kabukları okşanıyor, taçlanmış minik popolarına yaklaştırıyorum burnumu her gözüme değdiklerinde, koklaşıyoruz. Mercan Dede’nin Nar albümüne dayıyoruz kulaklarımızı da; darbukalar, kanunlar, neyler meyler ve de yaylanıyorlar yaylılar... Ortam hazırlıyoruz kendimize. (Narlarım, ayvalarımla. Aynı karede kendilerine bizim bahçeden dün kopardığım ham mandalinalar eşlik ediyor.)

Penceremin önünde büyümekle büyümemek arası senelerdir karar veremeyen ama her sene de bana kıyamayıp dolu dolu süs narı doğuran ağaççığımızı da katıyoruz şenliğe. İçeri geliyor ara sıra, iri yakışıklı narlara yakın durup eğliyor gönlünü. O kocaman kocaman narlarla top oyunları oynayamayan Kimsecik ve Cancan için de düşürüyor yere bir minnacık narcık, deliriyor benimkiler tabii. Az top vardı sanki evde. Ama her yeni katılan, en gözde oyuncak onlara.

Böyle böyle bizim evde neredeyse narları narsistleme eylemi başladı başlayacak. Yok bu böyle olmayacak. Zaten ruganımsıları matlaşacak az daha... Haydi haydi haydi Annoya iş başına... Git manavdan ayva beğen. Gel geri, şu çok sevdiğin ayva nar reçelini kaynatıver. İşte bu noktada, bu düşünce silsilemin neticesinde bir anda, içimin temizliği kapının zilinde çalıyor. Komşum Huriye’nin bahçesinde ayvalar toplanmış, komşulara dağıtılıyor. Payımda tam dokuz tane var. Tabii aklıma düşmüş o iri yarı ekmek ayvalarından değiller, yavrucaklar hayli zedeli, şekilsiz ama artık benim ayvalarım onlar. Onlar da koklandılar, sevildiler. Eh madem artık ayvalar da geldiler...

Narlarımı sıktım, dört nar, resimlerini gördünüz hani Hayati Kaptan mutfakta yazımın içinde ve de yukarıda; işte onlar, neredeyse bir litre su çıkardılar. Elektrikli narenciye sıkacağı ile, tepesine tertemiz şeffaf bir mutfak poşeti geçirip, etrafı allamadan becerdim bu işi. Posayı tel süzgeçe aldım, tahta kaşığın tersiyle daha daha damlattım suyunu reçel tenceremin içine. Ayvalarımı yıkadım, koçanları kesildi çıktı tabii. Yine kabuklu kabuklu, hani elmalarım gibi ama bu sefer robotumun dilimleme aygıtı ile incecikten dilimlendiler. Nar suyuna katıldılar, bir kilo şeker döküldü tepelerine, iki koca parça da lohusa şekeri katıldı içine. Kapağını kapatıp bıraktım öylece gece boyunca.

Ne çok suyu vardı sabah kalktığımda. Tarçın çubuğu ve karanfil tanecikleri eklendi tabii yine, ateşe oturdu, köpükleri alına alına kaynatıldı. Su ilavesi azardan, gerektiği kadar yapıldı. Ayva çok güzel jölelenen bir meyva olduğu için, hayli sulu ancak göz göz haline geldiğinde limonla kestirip, bir kaç taşım daha kaynatıp kapattım.

İrili ufaklı dört kavanoz nar suyuna ayva reçelim oldu. Ailemizin reçelcisi anneciğimin yanında tabii ki halâ boynuz gibi durmaya devam ediyorum. Kulağı hiç bir zaman geçemem. Ama çabalıyorum işte. Bir kavanoz da ona gidecek, bakalım ne diyecek?

Çarşamba, Ekim 12, 2005

Hicran*


İşte uyanmışsın sabah sabah, oturacaksın yatağının kenarına hayata hazırlık olsun diye, muhtemelen keyifli bir güne razısın yine... İki ayağın da yere değmeye razı, hatta basıp fırlamaya menzile; ammannola, o da ne?

O, dediğin bir telefon çalgısı, dirilililommdiri dirilililommdi.

“Buyrun benim. Haa evet soğukluk almış artı fazlasıyla sabah olduğundandır... Daha kedi kediye, aile içi bile pek konuşmadığımızdandır bu sesim. Öh öh, açıldı mı sizce? Kafa sesimi ise hiç sormasanız, o daha beter. N’olur önce kahvemi içseydim de, siz sooora şeyttirseydiniz beni, diye geçiyor. Ancak siz lütfen aldırmayın, buyurun... Buyurun tabii, de kim diyeyim kendime?"

“Biri işte,” mi? “Arayan mutlaka biridir, yoksa kim olacak yani? Eeee, peki ?”
Biri işte diyor ki, “O vardı ya hani, hani o vardı?”

“Vardı da o, maziydi...”
“İşte o mazi vardı ya hani?”

Şimdi o yatağın kenarından sarkıttığın iki bacağının ucundaki ayaklarını bastır sıkı sıkı yere. Haydi bakalım, güçlüsün sen, bastır haa bastır ayaklarının çiftini de sıkı sıkıya yere. Kebapçı masasında gibi uyanmışsın da, başucu temsili garsona ısmarlama durumundasın o günü sanki, “Birbuçuk acılı olsun, bir kesmez.”

Dertliyim, ruhuma hicranını sardın da yine...

* ayrılık

Pazar, Ekim 09, 2005

Foto haber

Mahalle kedilerini doyurmaya çıktım tabii sabah sabah, ilk iş. Bu komik kara yavru beni izbe bir çatının üzerinde bekler. Adı Fal. Kardeşi var, sapsarı. Aynı kareye girmediler bir türlü. O'nun adı Bal. Mamalarını veriyorum, yemiyorlar önce. Paçalarıma tırmanıyorlar, hatta çıplak bacağıma. Canımı yakıyorlar ama sevgi güzel şey; alıyorlar, veriyorum, veriyorlar.

Bakkal Ahmet'le sohbete gidiyordum, Pazar kaynatmasına. Kapısında Şeker'e rastladım. Ah bu Şeker yok mu? İlle o taşıyacak gazeteleri eve kadar, yerlerde sürükleye sürükleye. Beni her gördüğünde de selam çakmayı unutmaz. Veevvhh ehfff eff ef. Ben de seni Şeker eff efff ehhhff...

Bu ağaca bizim mahalleli hurma diyor. Her sene şu hallerine kadar izleyebiliyorum. Mini mini bir şey, dört çekirdekli. Derken oluyor mu ne, bir tane bile bırakmıyor mahalle çocukları ağaçta. Ben de böyleyken yiyorum. Ham ve buruk. Severim ham ve buruk olanı. Meyvaysa. Olmamış insan çekilmiyor.

Hava güzeldi, sahil güzeldi. Teknelere kediler serilmiş uyuyordu. Demek ki karınları toktu. 'S' harfi tersten Satılık tekneyi, üstelik bir de martı bekliyordu. Denize denize bakmak gerekiyordu hep, kara savaş alanı gibiydi, şantiyeydi... Uzuncadır durum zaten böyleydi, daha da üç yıl böyle olacakmış. Maaarmaaaraay.

Kuzguncuk yolu hayli zorlu, Üsküdar şantiyesi aşılmalı önce ama gitsem, gitsem bir halep ekmeği alsam fırından sabah sıcağıyla. Bir de fidanlığa girip şu evleri gözlesem. Bu evler dantel dantel, Ak-dere Fidanlığından başka hiç bir yerden gözlenemiyor.

Geçtiğimiz hafta her kitapçıya girdim, yoluma çıkana da girdim, çıkmayana da özel gittim. Bu kitap yok yok yok. Her kitapçıya, "İstiyorum, getirin," dedim. Sonunda birinden aldım. Bugün okumaya başladım. Keyif içindeyim. (Kitap Yayınları, 35 YTL, Internet / kitabevi savaşlarını internet kazanacak diye korkuyorum. Onun için kitapçılardan alıyorum hala kitaplarımı. Koklamadan, okşamadan olmaz.) Yanına Mikonos'tan gelen kalamata kutusunu çok yakıştırdım. Siz de okursanız, siz de yakıştıracaksınız. Kimsecik zaten her yere yakışır. Hele bir de kutuyu açsaydım da tadına baksaydı. Çok zeytinimiz var, ondan açmadı Annoya, önce onları bitirelim, e mi güzel kızım, e mi Kimsecik?

Akşam Yakup'a gitmeliyim. Toplanıyorlar / toplanıyoruz, ölmüş olan arkadaşımız Kerim'in doğum gününü kutlayacaklar / kutlayacakmışız. Kaçacak delik arıyorum. Ve de kaaaçtııım. Kalbimi kontrol edemiyorum. Ayaklarımın gitmek istemediği yerlere kalbim de gitmek istemiyor. Kalpsiz ayak olmuyor falan feşmekan.

(Kerim Bekdik solda, öldü. Akın Kuruner ve Ömer Karacalar arkadaşlarım iyi ki varlar.)

Cumartesi, Ekim 08, 2005

Elma reçelim kıtır



Yine bizim elmalar bunlar tabii. “Aportman görevlisi” İsmail toplayıp dağıttı bu sefer hepimize. Artık azaldı ağaç üzerinde kalanlar ama yine aklıma elmalı bir iş düşecek olursa, ohoooo, bol bol yeter de artar. İrili ufaklı onbeş elmaydılar. Uzunca seyredildiler, kıyamama hallerimi yaşattılar bana. Sonra kabuklu halleriyle dörde kesilip koçanları alındı. Her dörtte bir dilim incecikten 15-20 dilime bölündü. Şekere bastım bıraktım birkaç saat. Ne çok su koyverdi. Demek artık elmayı da reçel marmelat falan yaparken önce suyunu koyverttirip sonra pişireceğim. Sonra da elektrikli ocağın birinci kademesinde bıraktım bir süre, daha daha sulandı. Karanfillerini, tarçın çubuklarını ilave ederek kaynattım. Göz göz halleri başlayınca limon suyu ve de iki üç tane dövülmüş sakız içine. Azıcık ağdalı, kıtır kıtır, güzel mi güzel. Huriye komşumun revani getirdiği tabağı da doldurdum hemen. Elma ağacımızı o da görüyor evinden. Göz hakkı.

Yeşil domatese Güven pilakisi


Çok renkli, çok lezzetli...

Öyle bir yeşil domates furyası yaşandı ki geçtiğimiz hafta. Sağolsun bizim Kaybolan Tatlar grubu, yeşil domates pilakisi üzerine herkes bildiğini yazdı. Meğer memleketin neredeyse dört bir yanında, hemen hemen de aynı usullerde yapılırmış bu yemek. Benim bildiğim sevgili İzmirli Levanten kayınvalidemin yaptığı idi. Pişirilmesinde pek özellik yoktu ama çok lezzetli olurdu. Derken Güven’in, gruba değil de bana yönlendirdiği tarif karşıma çıkınca, el mahkum Cuma günü malzeme tedariki yapıldı. Bu sabah da pişti. Mutfağı basan kokuyu duymak bile çok lezzetliydi. Ortaya çıkan yemek derseniz fevkalade.

Oyacığım, benim usul yeşil domates pilakisi tarifi aşağıda...

Tencerenin en altına kalın dilimlenmiş sert kırmızı domates dizilecek. Üzerine zeytin yağında öldürülmüş piyaz soğan ve ikiye bölünmüş sarmısak döşenecek. Üzerine kalın dilimlenmiş yeşil domatesler dizilecek. Üzerine zeytinyağında çevrilmiş dilimlenmiş bostan patlıcanı koyulacak (patlıcanların tüm kabukları soyulmuş ve önceden tuzlu suda acısı alınmış olacak). Üzerine bir kat daha soğan sarmısak karışımı konacak. Yarım demet maydonoz serpilecek. Ortadan ikiye bölünmüş sivri biber (acıca) ve çarliston koyulacak. Son kat yine yeşil domates olacak. Normal zeytinyağlılara koyulandan fazla şeker, bir buçuk kaşık sirke, tuz, yarım kahve fincanı su eklenerek, az zeytinyağı gezdirilip çok kısık ocağa koyulup pişirilecek ( ocağın kahve gözünde). Yemek suyunu salınca önceden ıslatılmış bir kahve fincanı pirinç eklenecek. Pirinçler pişince yemek de pişmiştir. Üzerine istenildiği kadar çiğ sızma konup bir karıştırılıp tencerede soğutulacak. Tabağa alındığında üzerine ince kıyım yarım demet daha maydonoz serpilecek. Afiyet olsun!

Benim harfiyen yemek uygulayamamam malum! Çarlistonlar unutuldu. Patlıcanlarım bostan değil kemerdi ve de yağda döndürülmediler. Suyunu daha da az koymalıydım, belki de hiç konmasa olurdu. Gerisi tamam. Renk renk bir yemek, misafire falan da yüz ağartır yani. Güven sağolsun. Allah herkese onun gibi bir lezzet ustası dost nasip etsin.

Benim de ellerime sağlık.

Pazar, Ekim 02, 2005

Hayati Kaptan mutfakta

Benim dostlar başına dediğim bu işte... Hatta münasip bir şekilde düşmanıma da nasip edersen makbulümdür allahım. Böyle dostları yani... Böyle de kocayı şeytan kulağına kurşun koca arayanlara, böyle bir karıyı her erkeğe... Hayati, Arzu’yu sabahtan gönderiyor evden, “Sen git bienal dolaş, ben çocuğa bakarım,” diyerekten. Derken çocuğa da bakıyor, yemekleri de yapıyor, her işi tamam ediyor, akşama da beni misafir ediyorlar karı koca. Balık sofrasına.

Hamsileri askeri nizam dizmiş tepsiye, azıcık kendi zeytin ağaçlarının sızmasına ve mısır ununa bulayaraktan. Tuzunu biberini de ayar etmiş. Bir tepsi de palamut, denizci usulü tabii. Adam boşuna kaptan değil yani. Bir kirmizi bir beyaz soğan yuvarlak dilimli, patatesler de incecikten yuvarlak dilimli ve de aynen domatesler limonlar da yuvarlak... Sivri biber, karabiber, tuz, belli belirsiz koku salacak kadar zencefil tazesinden, bir fincan kadar su. Al sen tepesine de bir avuç pirinci at bu olanın bitenin. Pişsin onlar da al dente buharında balıkların. Çıkarmaya yakın maydanozları ser üzerine, yeşil görsel eksiğimiz olmasın amman.

Ah o koca çukurda elmalı kıvırcık salata, domatesi, soğanı, hıyarı tazecikten. Şarabımız beyaz... Nasıl yedim içtim bir bilseniz, löp lop lüp lup.

Derken şu oldu; Hayati geçen hafta iş için İtalya dolaşıp gelmişti. Biscotti alle mandorle / bademli bisküviler (bizim selaniklere benzer), Serelle / Vin Santo del Chianti’ye batıra çıkara yendi, işte bu seyahat yüzünden.

Böyle güzel olsun dostluklar olacaksa, neden derseniz... Bana Calabria’dan gelen arkadaşlarım getirmişti de günün birinde, oturmuş birlikte yemiştik bu bisküvileri bandıra bandır şaraba, Hayati, Arzu ve ben. O da taşımış getirmiş işte yanında, araya sora bulup, “Gecenin sürprizi var Oya sana,” diye diye inletti beni yemek boyunca.

Ve de çarpıldım tabii. Bayıldım, bittim.

(Narlarım çok güzel. Haftaya kadar seyrine bakmak istiyorum. Sonra galiba ayvaya elmaya falan karışıp marmelat olacaklar.)

Serelle, şişesinde yarım kalan haliyle koltuğumun altına verildi. Neymiş, ben meraklısıymışım. Bir kavanoz erikli kızılcık marmelatı, Tijen İnaltong tarifiymiş ve de Arzu imalatı, bugün tadına bakıldı, nefis ki of yani.

Sevdilerimizi mutlu edecek hallerimizi yeniden gözden geçirsek hepimiz, dedim içimden. Kalbim çarptı, ağrıdı sanki, onlara söylemedim.

Düşünülmüş olmaktan bu kadar, mutluluktan.

Cumartesi, Ekim 01, 2005

Artist miymişim?

(Eski bir yazı yine, yine www.acikradyo.com 'dan)


Sordular madem, anlatmayan n'olsun? Zaten ben kralın soytarısı… Ciddi ciddi yazmalarıma kimsenin tahammülü yok. Kanayan yaralara bastığım parmaklarımı gören yok. Fingirdeme bültenlerime karşı ise, mümtaz okurlarım başlıyor beni tuşlamaya. Turgut Baba'mla tıkırdadığım geçen hafta yazımdan sonra sorulan sorular benim artistliğim üzerine yoğunlaşıyordu. Acaba artist miymişim de, gözlerden mi kaçmış mışım?

“Evet artistim. Var mı? Adım jeneriklerden de geçti, sahnelerde de dolaştım… Vah vah size ki beni gözden kaçırmışsınız,” mı diyeyim yoksa, yoksaaaa, “amma da yaptınız ha, ben artist olsaydım gözden kaçacak kadın mıydım?” diye hayıflanayım artık bilemedim.

Aslında artistliğe her genç kız gibi okul yıllarımda başlamak istiyordum. Ama okullu zamanlarımda artistlik yapmak arzularım ortalama engeline takılıp kalıyordu. Yani yetenekli olmak yetmiyor, seksen ve üzeri ortalama ile 'honour' öğrenci olman gerekiyor ki, ohoooo, o öğrenci nerde ben nerede?

Onlardan tanıdığınız biri mesela Nevra Şırvan (Serezli). Nevra, hem dersini biliyordu, hem de kadrolu okul artistliği yapıyordu! Üstelik ben de her gün dersimi ondan öğrenirdim. Akşamları bir, “Aloooo, Nevra bitanem, ne dedi bugün bizim bilmemne hocası?”

Sahnede bulunmak…

Durum böyle olunca, madem ki ben artist olamıyorum, kendime derhal artist bir sevgili ediniyorum. Alın işte resmini de basıyorum. Hem artist, hem de ilk kocam olur bu adam, adı Atilla Sarar. O zamanlar mesela Karaoğlan filmlerinde oynuyor, Orhan Günşiray'lı ve Yılmaz Güney'li filmlerin çoğunda var.

(Atilla Sarar, işte kaçtığım kocam.)

Neyse ne, ben de bu pek yakışıklıya pek bir bayılıyorum ve de işte uğruna evden kaçtığım adam budur. (Dahası var bu kaçışların ki, sonradan uğruna Türkiye'den kaçtığım adam da budur! Derken, o da benim bu kaçışlarıma dayanamamış, Türkiye'yi terkedip Amerika kıtasına yerleşmiş, bir daha da geri dönmemiştir.)

Velhasıl, başlıyor hayatım film setlerinde, tiyatro kulislerinde geçmeye. Atilla o aralarda rahmetli Ulvi Uraz'ın tiyatrosunda. Ali falan (Yalaz, ki o da rahmetli), Kırmızı Fenerler'i oynuyorlar. Ulvi Bey de bakıyor, ben de her gece oradayım, oyunun müşteri bekleyen sokak kadınları sahnesinde, sahnede en görünmeyen bir yere beni de oturtuyor. Böylece çıktım mı sahneye, çıktım işte.

Ertesi sezon Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu'nda Zilli Zarife'de oynayan kocam ve tabii yine her gece her gece yanında ben, çünkü aşkımız büyük… Duyduğuma göre Engin diyor ki, “Oya da sahnenin üzerine çıkmaya hevesli, eh çıksın bari, boş durmasın.” Aynı gün aynen kovuluyoruz tiyatrodan ve de kulağımıza, “Gülriz Hanım Oya'yı kıskandı,” diyorlar. Galiba onun da öyle bir huyu varmış, Engin'i kıskanmak gibi. Şimdi, o son çıkan kitabını okumalı da, kıskançlık üzerine ahkam kesen dillerini yemeli…

Uzun lafın kısası, o ara işsiz kaldıydı kocam, biz de aç sefil. Ben çalışıyorum ama aldığım para ne Valdeçeşmesi - Tünel arasında yürüyerek gidip geldiğim yollarda eskiyen pabuç parasına yetiyor ne de ev kirası, elektrik su derken cebimizde kalan yol parasına. Kurucu kadrosunda çalıştığım Setur da pek para vermiyor. Daha doğrusu Vehbi Bey o ara sık sık yanıma oturup soruyor, “Oya gızım ne durumdasın?” diyor da, ben yüzümü kızdırıp açız diyemiyorum.
Ben de, uzun yıllar sonra, felekle çember münasebetimi geliştirip, tiyatro kulislerinde sürünen o masum Oya'lıktan kurtulduğumda Gülriz Hanım'dan acı bir intikam almıştım. Konusu bende saklı!

Yılmaz “yürüüüü” deyince…

Yılmaz Güney birinci Levent'te oturuyor o zamanlar, Orhan Abi de (Günşiray) dördüncü. Bizde de para pul kıt olduğundan, eh bizi seven bu ikisine de ortalama oturuyor olduğumuzdan, akşamlardı, hafta sonlarıydı hep onlarla geçiyor. Haliyle, çalışmadığım zamanlarımda yine film setlerindeyim.

Neyse gelelim benim artistliğime; artistlikse işte bu da artistlik. Tarabya'da, meydana hemen yakın bir köşk var (hani geceleri kulüp oluyor da, genellikle de Tanju Okan şarkı söylüyor, Villa Zarif mi ne...), işte orada film çekiliyor. Yılmaz bir yandan yazıyor, bir yandan da oynayıp çekiyor. Ben de ayak altında dolaşıyorum. O gün de sağolsun (!) biraz sinirli miydi ne, sağa sola sıkıp duruyor. Cam çerçeve şangır şungur indirdi aşağı, ki ben ayak altından kaçacak delik bulmaya çalıştığım sırada bağırmaya başlamaz mı, “Oyaaa nerdeeee, Oyaaaaaaa?”
Eyvah geçti içimden, bana kızdı galiba, sıkar mı şimdi bir tane de ayağıma?

“Yürüüü,” dedi, “geç şu kapının önünden…” Ben de ürke korka, yine de olabildiğince artist davranarak yürüdüm tabii. Aynı gün, birkaç kere daha da yürüttü. Sonra heyecanlı bir vaziyette filmi seyretmeye gittiğimizde ne göreyim? Ben buzlu camın arkasından gölge olarak geçiyorum.
Artist miyim artistim işte, hâlâ inanmadınız mı? O zaman, elde var üüüçç.

(Koca kadın olduğumda aldığım teklife çok sevinmiştim.)

Fikret Hakan'la Nejla Nazır Yangın filmini çekiyor. İngiltere'den bir madde getirmişler, Kuruçeşme kömür deposunda duran bir gemide yangın çıkarıyorlar ama alevler sahte; içinden geçiyorsun yanıp yakılmadan. Ben yine sahnedeyim. Ne yaptığımsa hiç belli değil.
Zaten ben de o filmde çok aramama rağmen kendimi seçememiştim.

İlk ciddi rolüm

Artık o günler çok geride kalmış, kocaman kadın olmuşum, bu sefer ciddi bir teklif geldi. Yönetmen arkadaşım Aydın Bağardı tam bana göre bir rol bulmuş, Ölürayak'ın setine davet ediyor telefonla.

Koşa koşa gittim tabii, Bağdat Caddesi üzerinde bir kafeterya'ya. Şekerim Yüksel Gözen (rahmetli Yuki) ve beni kameranın en iyi alacağı şekilde barda oturttular. Biraz heyecandan, biraz da bar adabına uygun bir kaç kadeh de attım ben orada. Derken işte kalktım, Haluk Bilginer ve Meral Oğuz'un oturduğu masaya doğru ilerledim. Olabildiğince doğal olamayarak başladım bu ikiliyle konuşmaya. Sözde eski dostlarıymışım da, pek özlemişmişim de…
Aaaa, Yuki'ye bu kadar bile rol yok. Yuki fena bozulmuştu. Ben pek oralı olmadım tabii, tam bana göre olan rol bu kadar oluyormuş herhalde deyip büktüm boynumu. Sonradan galaya da gittim de vallahi kendimi pek bir takdir ederek bir daha da görmeye karar verdimdi Ölürayak'ı.

Breh breh, oynamışım ki ne… Hele jenerikte, misafir oyuncu diye pabuç kadar adımı görünce…

Bugünlük bu kadar artistlik size yeter mi?