Kedili Mutfaklar

Salı, Mart 28, 2006

Dali / Deli

Salvador Dali demiş ki, "The only difference between myself and a mad man is that I am not mad." Ben bu cümleyi sevgili Salvador'un sarfettiğini bilmeden, kendimi tanıtmak için kullanırdım.

"Deliden tek farkım deli olmayışım...", gibi veciz bir tabirle hem de.

Nereden aklıma geldi durduk yerde derseniz eğer... Picasso'ya veda ettik ya. Bir tabağı kaldı yadigar, içinde kendi deseni tabii. Dün dedim ki, "Ivır kıvırımı içine koysam da yesem, öyle uğurlasam onu İstanbul'dan. Yanına da Dali votkamı açsam. Buz soğuğu shotlarımda yuvarlasam bir iki."

Başka da bir şey yapmadım dün akşam.

Deliye her gün bayram.

Posted by Picasa

Pazar, Mart 26, 2006

Portakallı pırasa pilavı


Kolay hem de çok. Fena halde de lezzetli.

Böyle güzel mi güzel yemekleri kolayca yapıp basitçe anlatırken kendimi çok seviyorum.

Çam fıstığı sızmada pembeleşiyor önce, arkasından incecikten doğranmış pırasalar da giriyor pembeleşmeye, fıstıkların yanına. Yumuşuyorlar da tabii biz elimizde tahta kaşıkla ara sıra döndürüp dolaştırırken onları tencerede. Pirinç katılıyor derken. Pirinç de kavrulur gibi yapılıyor fıstık ve pırasalarla. Şimdi de gereken suyu ilave ediyorum. Olay bu.

Artık tatlandıralım. Kimyon, dolma baharı, tarçın, azıcık şeker, incecikten rendelenmiş portakal kabuğu, tuz, karabiber. Kapatın altını, kıyılmış dereotu ilave edin ve demlendirin.

Çoook güzeeeeel.



Posted by Picasa

Cuma, Mart 24, 2006

 Posted by Picasa

 Posted by Picasa

 Posted by Picasa

Perşembe, Mart 23, 2006

"Pasta" pişmez

(Resimlerim girmiyor. Umarım genel bir sorundur! Yarın tekrar denemek üzere...) Üzgünüm bugün de yükleyemiyorum resimleri... Picasa ile de şu yukarıdakileri becerebildim ancak, teker teker, minik minik üstelik! Çalışmalı bu işi... Spaghetti'nin sosu enfes bir Bolognese... Carbonara da favori pasta lezzetlerimdendir.


İçme suyunu kaynatmalı. Kaynatmışken içine az sızma ve deniz tuzu katmalı. Pasta haşlamak kolay gibi gelir ama değildir. Kolay olan makarna pişirmektir. Yani basarsın makarnayı suya, kaynatırsın anasını. Çıkan hamuru da soğuk sudan geçirirsin. Al sana makarna turkiko, şinanaynom.

Biz spaghetti yapalım bugün, sosu falan olmasın. Aslında, sos falan da lâf-ü güzaf, maksat pasta haşlamayı öğrenelim ki, makarna yerine boş yere deve hamuru yemeyelim.

Yerliler arasında gerektiği gibi haşlanabilen makarnalar Pastavilla ve Barilla. Diğerleri benim al dente anlayışıma uymuyor. Siz de gerçek al dente haşlamak istiyorsanız, diğerleriyle boş yere uğraşmayın. Veya uğraşmadan türkiş tarzı makarna pişirmeye devam.

Kaynamış suya spaghetti katarken, Türk mutfağı adetidir, kıtır kıtır kırılır. Hayır kırılmaz diyenler bir yana, kıranlara bu fotoğrafı çektim. Paket muhteviyatını kaynar su dolu tencereye orta yerinden oturtuyoruz. Altlar yumuşayıp çöktükçe elimizle yuvarlak hareketlerle suyun dışında kalanları çökertiyoruz. Sonra da tahtadan bir kaşıkla veya çatal neyse, karıştırıp bırakıyoruz. Çok geçmeden bir sap spaghetti alıp ısırın. Ortasında beyazlık kalmışsa eğer az sonra bir yenisini alıp ısırın. Muhtemelen o beyazlık o kısa zamanda kaybolmuş olacaktır. Veya kaybedene kadar sap sap spaghetti ısırıyoruz demektir. Kalmadığında da al dente durumu hasıl olmuştur ve acilen ateşten alınıp süzülür.

Ben suyundan kurtulmak için süzgeç dahi kullanmam. Kapağı kenarından iki milim açık tutup üstünden bir mutfak bezini gerer, bezle birlikte kulaklarını tutarım tencerenin ve boca. Hafif sulu mu kalır? Evet, kalacak.

Hazırlanan sosun yarısını makarna tenceresine katıp birlikte iki dakika orta ateşte çevirin. Tabaklara alınınca da sosun kalanını taksim edersiniz. Üstüne parmiggiano rendeleyip koydunuzsa ne alâ. Yoksa bizim peynirlerimizin de suyu çıkmadı. Sert ve lezzeti size uyan herhangi biri de mükemmel olacaktır.

Not: Bütün makarna tiplerinde gereken sertliği bulmak ve korumak için haşlama sırasında ısırarak denemenizi tavsiye ederim.

Çarşamba, Mart 22, 2006

Beylerbeyi, İsmail, istavrit

Balıkçı İsmail'e uğramak adetim vardır. Beylerbeyi İskele Meydanı'na özel giderim. Balık ve balıkçılıkla ilgili görgü, bilgi dağarcığıma bir iki haber salar mutlaka İsmail. Haberler arası iki çay içeriz karşılıklı. O ısmarlar, ben memnun memnun ağzımı kulaklarıma vardırırım. Zaten bizim Salacak sahilinden bir, Balıkçı İsmail'den iki alıyorsam eğer, Boğaz balıkları en bayat halleriyle olsa olsa birkaç saatliktir. Gönlüm şen, içim rahat olur yani ev yolunda.

Fırında istavrit severim. Mısır unu içine baharatlarımı katarım tabii, bularım bir güzel balıklarımı. Defne yaprağı kırıklarıyla birlikte pek hoş kızarırlar fırında. Yeme de yanında yat olurlar.

Kötü tarafı kılçıklarının yenmeyişidir. Yok ille de kılçık yemem gerekiyorsa kızartmak gerek bu balıkları değil mi? Ben de kızartma işine pek sıcak mı bakmıyorum? Eh o zaman yol uzayacak biraz, doğru Suna Abla'ya gidilecek. O da Kandilli İskele Meydanı'nda malûm. Ellerimle girişip, kafa kılçık çıtırdatacağım istavritlerimi ağzımda. Yanında da mükemmel bir çoban salata, bol soğanlı.

Bizim sahil böyle, dolaşıyoruz o iskele senin bu iskele benim.

Bir de barınaklarımız var. Balıkçı barınaklarımız.

Ben onları da dolaşırım.

Çaya giderim.

Kedilerini köpeklerini sevmeye giderim.

Pazartesi, Mart 20, 2006

La Violetera


Kır çiçeği sevgisi taa minicik çocukluğuma taşınır. Yollar boyunca gözlerim çiçek arar, misafirliğe götürüldüğüm her eve elimde birkaç çiçekle giderdim. Hele anneannem Yıldız / Nonica Estreya için topladıklarım dillere destan olurdu. Renklerin uyumu, aralarına koyduğum harika ot ve yapraklar ve sonunda da kedi otuyla bağlamaz mıydım?

“İşte dünyaların en güzel buketi,” derdi anneannem Yıldız. Evin en mutena, en görünür yerine koyardı. Topladığım çiçeklerin suya koyulduğu minicik çay bardağı da benim için dünyanın en alâ vazosu gibiydi tabii.

Büyücek çocukluğumun geçtiği okulumun içinde bulunduğu arazi de, baharı en güzel kucaklayan yerlerden biridir. Çayır çimenine yatıp kuzukulağı yemek, kolunu kaldırıp allı yeşilli yabani eriklerine ulaşmak, sık ağaçlı koruluklarında violetler (viola adunca) toplamak...

Evet yaa, yıllardan altmışlılara geliyoruz. O film oynuyor. Götüyorlar ablam Hülya ve beni; annem Selma ve babam Nuri. Daha da aşık oluyorum violetlere.

Artık çocuk değilim ama, ben bunları halâ yapıyorum. Kökleriyle, yavaşça söküyorum artık onları topraktan. Elimde içi topraklı bir kap oluyor, dikiyorum hemen. Ölüp terketmiyorlar beni çarçabuk vazo çiçekleri gibi, birlikte yaşamaya başlıyoruz.

Çocukken düşünemiyorsun işte.

Ha bu arada filmi gören / bilen / duyan var mı aranızda?

La Violetera’yı?

Sarita Montiel* filan...

Sizin de bu gibi sorular soracağınız zamanlar gelecek elbet!

* 1928 - 1992

Cumartesi, Mart 18, 2006

Yedibuçuğa bakla


Annoya bayılıyor Malatya Pazarlarına. İkide birde de reklam yapıyor buradan. “Annoya’cığımız bizi de ortak zannedecekler,” diyoruz, anlatamıyoruz. “Bu adamlar işlerine dört elle sarılmışlar,” diyor da başka bir şey demiyor. Dün baktık ki rakısını yine çorba bardağı gibi yapmış, hafiften aperatiften falan girişiyor. Bu çorba bardaklarında burnu rahat ediyor çok. Sokuyor içine burnunu da ağzının üstünden, kokluyor bir yandan, içiyor öbür yandan.

Malatya Pazarları meselesine gelince, dün bakla ve bezelye almış. İşte aynen bunlar. Kıtır kıtır çerez olmuş bizim bakliyat diye pişirdiğimiz şeyler. Hele de baklası pek lezzetli. “Herşey değişiyor,”diyor Annoya, “çerezin resmi bile..."


Ben bu fotoğrafta patimi sokup bir bezelye kapmışım, sonra da onu yemeye çalışıyor halimdeyim. Derken vazgeçtim ama, attım yere oynadım bir iki dakika. Kuru kuru bezelye yemeye alışmamışım ne de olsa.

Ben de patimi soktum şöööle bir, kalan tuzu yaladım, mırımmm mırrrımm, pek lezzetli.

Çok da ucuzmuş bu top oyuncağı da olan çerezler, yedibuçuk liraymış.

Biz baklayı otuzbeşe bilirdik...

Bezelyeyi bilmezdik.

Salı, Mart 14, 2006

Tahinli çıtır


Aklım hep insanların ağızlarını aramakta. Yoksa sabah sabah veya akşam akşam her neyse, yüzmeye gittiği havuzda selam verdiği her kadına ne demeye, "Nerelisin ne yer ne içersin?" diye sorar ki insan? O sabah, o hanımefendi zarifçe İstanbullu olduğunu belirttiğinde ne demeye üzülür ki? "İş çıkmaz," der bundan, "ne bilir ki benden fazla?"

“Öööle demeeee,” der sonra da kendi kendine, “sıkıştır bakalım.”

Günaydınlardan iki motif fazlasını ördüğümüz ahbaplığımızdan çıkan tarif bu işte. O da, bir İstanbullu ahbap sofrasına gitmişmiş. Davet ahçılı uşaklı bir villada imiş. Villalı hanım İstanbullu ama hizmetkârlar namütenahi her yöreden. Havuz ahbabım ne bilsin başına kara bulut gibi çökeceğimi, tatlısını yemiş yöresini sormamış tabii. Neyse ben yaparım, beraber yeriz. Bir bilen de vardır belki nerelerde yapılır bu çıtır tatlı, bize yazar öğreniriz.

Bir yufka deniyor ama kimbilir elde açılmış ne biçim bir yufkadır o? Bana göre hazır bir yufka demek oluyor sadece. Bizim mahallenin yufkacısı zaten bildiğim en iyi yufkacıdır. Tazeciktir yufkaları ki sanki ipek, inceciktir ki sanki şeffaf. Ondan alınır. İkiye katlanır ve yarım yuvarlak olur. “Tahin pek pek bol sürülür üzerine,” demişti hanımefendi. Ben 300 gramlık Koska kavanozunu iki yufkaya paylaştırdım. Birer bardak iri kıyılmış ceviz ve tozşeker, biraz da tarçın serpilirmiş. Ölçmedim. Ceviz ve fındığı birlikte kıydım, bolca koydum işte. Şekeri de öyle göz kararı serpiştirerek ayarladım. Tarçın da, az.


Yuvarlak uç düz uca doğru katlandı. İki kenar ortada bitiştirildi. Sonra da boyuna ikiye katladım. Yağlanmış tepsiye yerleştirdim. Üzerine yumurta sarısı sürülüyor ve de yarım muskalar halinde kesiliyor sonra. Siz isterseniz tam muska yapın, fazla büyük olmasınlar dedim ben. İlle de 160 derece olan fırında, kıtır da çıtır olana kadar bırakıyoruz sonra.

Ben üstüne susam boca ettim. Bol bol. Kızarmış susama bayılırım. Hem de ikilemiş olduk susam lezzetlerini aynı tatlının içinde.
Hani baklavaya falan para vereceğinize.

Pazar, Mart 12, 2006

Mısır turşuya kaçtı


Açtım içinde kuru mısır taneleri olan kavanozun kapağını, pencereyi de açtım, üçüncü harekette kuşlara vereceğim içindeki mısırları. Bir yılı aştı duruyor bunlar. Beyaz mısır diye saklıyorum ama ne işe yarayacaklarını kestiremiyorum. Evde patlatmam da hiç, sinemada yerim ya ben patlamış mısırı... Neyse işte tam o anda içimden gelen bir ses durdurdu beni. “Patlasınlar.” Ben de, “Peki,” dedim.

Teflon tavada azıcık sızma kızdırıp attım mısırları içine. Tuz ve kırmızı biber kattım, tepesine de telden yağ sıçratmayıcımı kapattım. Bekliyorum. Bekliyorum. Ses seda yok. Patlasalar ya. Bekliyorum. “Patlayın haydi, patlasanıza yahu.” Yok, kızarmaya geçtiler. Ortalık duman. Sırada sinirlenme şeklim var. “Hay patlamayın siz inşallah patlamayasıcalar...”

Bunlar patlamayasıcalar anlaşıldı. O zaman haşlanasıca mısır hallerini deneyelim bakalım ne oluyor?

Bastım kaynar suyu, çekti... Yeniden su, yeniden çekti. Sonunda, ama uzunca bir süre sonunda yumuşadılar. Neyse, bundan da umudum yoktu yani ya. O arada ben maydanoz ve dereotu ayıklamakla meşgûlüm. Elimde haliyle bir sürü sap var. Bu sapları, eğer yıkama anında aklıma yatan bir yer varsa hemen kullanırım. Yoksa saklamam pek, çöpe gider maalesef. Bu durumda ocakta kaynayan mısırlar var ya, bundan alâsı olamaz yani. Doğradım içine hemen. Onlar da piştiler bir süre mısırlarla.

Eeeee? Lezzet bunun neresinde? Sarmısak dişlerinde, elma sirkesinde ve doğranmış kereviz yapraklarında...

Şimdi turşulaşma haline geçti mısırlar buzdolabında. Yanlarına kattığım tatları emmeye başladı ve ben son tattığımda on üzerinden sekiz halindeydiler. Bir iki gün içinde lezzeti gözünden vuracaklar belli ki.

Meyhane işi oldu tam. Üç beş rakı misafiri savar, tadımlık yiyerek yetinirlerse eğer.

Cuma, Mart 10, 2006

Kişnişli sarhoş kurusu


Ablam Hülya, yeğenim Aycan, emlakçı Turan Bey ve ben ev geziyoruz. Ev fena değil, mutfağı güzel ama. Herşeyi var içinde. Beyaz eşyası ankastre! Modası bu çünkü. Her mutfak dolabını açıp kapatıyorum. Henüz taşınılmış bu evin içinden sanki. Reçeller bırakmışlar, minik tabaklarında kahvaltı sofrasına çıkmayı bekler gibiler öylece. Makarna paketi yarım kullanılmış, diğer yarısı dağılmış dolap içinde. Bu evin hanımı kaçmış, beyi de apar topar evi mi boşaltmış ne! Dedikodu demeyelim tabii, faraziye, varsayım yani. Hay ağzımdan yel alsın. Emlakçıya sorarsan çift mutlu mu mutlu imiş.

Evin oğlu anlaşılan son dakikaya kadar binmiş o bisiklete, dört teker. Şimdi büyümüş mü ki, kalakalmış bisiklet son durakta, mutfakta. Bir dolabın kapağında orta boy post-it, posted haliyle duruyor; ...du, ben çekip çıkarana, çantama atana kadar.

Suçlu suçlu ve en son ben çıkıyorum mutfaktan. Çalıntı bir tarifim var çantada keklik, kişnişli kurabiye. Ama ne oldu? Tarifi evire çevire kuru kurabiyeler elde ettiğim gibi, bana yakışan adını da koydum tabii başlığa, Kişnişli Sarhoş Kurusu. Kuruttum da çünkü güzelce. Takılmıştı kafam bir süredir Beypazarı kurusu gibi bir olay çıkarmaya!

Çaldım çırptım, böyle yaptım

Post-it de yazılı olanlar şöyle, benden uygulaması da böyle diye anlatayım size şimdi.

Oda sıcaklığında bir paket (250 gram) margarin yazıyor... Margarin kullanan yok burada, aloooo ne margarini yahu? Benden yarım paketten de az yani 100 gram kadar tuzsuz Elle&Vire* tereyağ ve birbuçuk minik kutu Sek krema.

Altı veya sekiz yemek kaşığı toz şeker diyor, benden yedi, ortalamayı aldım yani... Yemek kaşıklarım büyük ama. İki yemek kaşığı votka da oldu üç kaşık. İki avuç kişniş meselesine de karışmadım desem yalan olacak. Avuç nasıl bir ölçek ki, dolu mu, açık mı, sıkı sıkı mı? Gelin siz kişnişi de benim gibi üç silme çorba kaşığı yapın. Kaşıklanacaklar bu kadar.

Aldığı kadar veya 400 gram civarı un diyor post-it. Paketi yanınızda bulundurun, yumuşakça bir hamur veya bildiğimiz kulak memesi dokunuşunda olana kadar, beyaz unu eleyerek katın hamurunuza. Azıcık Doygun un da kattım ben, neden bilmem.

Tereyağ, krema, şeker, votka ve unu yoğuruyoruz, zaten öyle diyor post-it! Hamur kendine gelince de kişnişi katıyoruz. Tekrar yoğurduk, daha doğrusu yoğurarak bileğimin tersiyle itiyorum hamuru. İyi oluyor.

Sonraaaa, küçük yuvarlaklar halinde yağlanmış tepsiye dizilir, 160 derece fırında hafif pembeleşinceye kadar pişirilirmiş.

Dizme durumunu ben de aynen öyle yaptım. Hattâ hamur tepsiye fazla geldiğinden, bitişik nizam dizdim kurabiyeleri. Hiç yapışmadılar birbirlerine. Aferin onlara. Ancak, pembeleşinceye kadar değil iyice kızarıncaya kadar tuttum 160 derece fırında. Kıtır kıtır ve çok lezzetli oldular. Buydu aklımdaki Beypazarı kurusu gibi kuru bir kurabiye yaratmak.

İşte bu. Tarifini çaldım, kendime göre çırptım ama değdi.

Hep yapmalı, heeep.

Güzeeeel de ne bu kalori, neeeee?

Beypazarı kurusu yapmayı da öğrendim gerçi. Artık bir münasip vakitte onu da hallederim kendime göre!


*Elle&Vire paketleri 200 gramlık

Perşembe, Mart 09, 2006

Kalplerimiz bir oldu...


Şirince’den Candan geldi, bizde bir bayram havası...

Yakup’taydık. Minesi, yani Mine Özgür kocası Doğu’yla geldi, umumi arzu üzerine. Şirinceli kızımız Candan, kardeşi Ceylan’la birlikteydi. (...ki sırf ben daha güzel çıkmışım diye beş kişilik bir fotoğraf yerine, dört ve iki kişilik iki fotoğraf basıyorum işte!!! Candan, ben, Mine ve Doğu ve de Ceylan ve ben olmak üzere.)

Mine kimdi, http://www.mineflora.com , hani bahçe, çiçek falan deyince ilk aklımıza gelen Mine. Hani sabun kursları açan, güzelim sabunlar yapıp banyolarımızın keyfini yerine getiren Mine.

Yedik içtik, güldük. Yemeklerimiz bitince aklımıza geceyi ölümsüz kılmak geldi.


İşte böyleydik. Kalplerimiz birdi

Forza'nın mutlu sonu

Cumartesi günü gelen veteriner arkadaşım Forza’nın ancak bir yaşında, safkan Alman kurdu ve de süper sağlıklı olduğunu söylemişti. Çok rahatlamıştım tabii.

Forza’nın kötü kaderi Pazar sabahı erken saatlerde değişti. Üç gün içinde bana çok alışmış. Yemeğinden bir kocaman lokma alıp, dönüp benle delice oyunlar oynayarak başladı Pazar gününe. Tüyleri kabardı, parladı, koştu, coştu... Bütün kedilerimi sindirdi bahçenin içine. Aslında sadece oynamak istiyor ama kedilerim bu işe pek anlam veremiyorlar, kaçıp saklanmayı tercih ediyorlardı.

Anlatılamaz bir güzellik. Nerde o korkudan kıvrılıp sümsük sümsük yattığı halleri. Önce ben de dahil herkesi şüphe içinde süzüp, sanki, “Ben yokum aslında burada, n’olur bana kötülük yapmayın. Ben çok cici bir köpeğim, hepinizi seviyorum, siz de beni sevin,” bakışları. Güveni geldi kendine, film gibi karelerdi.

...ve ben sevinç içinde hüngür hüngür ağlıyordum, sarılıp sarılıp Forza’ya, “Neler olacak bize Forza kızım,” diye diye.

İşte tam o sırada, önce bir husky belirdi gözümün önünde. Güzel, keyifli bir husky, adı Tarçınmış. Yanında annesi ve babası. Bizim çocuklar başladılar oynamaya. Görmelere değer bir keyif benimkinde. Biz de ebeveyn olarak çocuklarımızdan konuşuyoruz tabii. Sonra... Tarçın’ın evine gittik hep beraber. Forza her adımda arkasına dönüp ben de geliyor muyum diye bakıyor. Durursam oturuyor yolun ortasına. Bak seeen...

Forza, iki gece Tarçın’ın yanında kaldı sonuçta. Şimdi ise Moda’da bir eczacının sevgili dost köpeği olarak yaşamına devam ediyor.

Beklediğim mucize bu değildi. Değildi de, bu daha da iyisi. İlkinde Koç Holding’de korumaların köpeği olacaktı. Sevmediğim faşist tavırlar öğretilecekti ona. Ancak razıydım, sokaklarda kalmasın, yeri yurdu olsun diyerek. Şimdiyse mutlu bir aile köpeği oldu.

Sesli, yazılı, dolaylı, imalı, fiilen ve bilfiil ilgilenen herkese sevgilerimizi gönderiyoruz.

Forza ve Annoya

Cumartesi, Mart 04, 2006

Forza kızım

Beni gördüğü zaman seviniyor, oynuyoruz biraz, birkaç dost ses veriyor bana.


Ben evime girince büzülüp yatıyor arkadaki köşede. Belli ki çok korkuyor sokaklarda yalnız kalmaktan.


İyi haber beklediğim insanlardan çıkmıyor o iyi haber. Bugün sarıldım Forza kızın boynuna, dedim ki, "Mucizeler oluyor ama bize değil..."

Yine de, durun bakalım şimdi ne olacak?

Cuma, Mart 03, 2006

Forza


Akşamı zor ettim. Oradaydı yine.

Ben ne istiyordum? Çekip gitmiş olmasını mı?

O zaman ben ne bilirim, gitti işte havalarımı takınıp rahat mı ederdim? Yoksa koşa koşa dönüp, orada işte çok şükür, diyen kadın mı benim?

Sonuçta adı Forza. Güç demek, kuvvet demek İtalyancada. Forza uydu ağzıma o anda. O da baktı Forza deyince. Z'yi okurken tS yapın yalnız, t’si az S’si fazla... Öylesi makbuldür İtalyan dilinde!

----------

Sabah önce arka bahçe kedilerimle yaptık içtimamızı. Saydım, tamamdan fazlası da vardı. Annelerinin peşinden bahçe duvarından atlamayı henüz becerebilen iki yeni velet.

Geçtik sokak tarafına. Karşımızda boş duran elâlemin evinin bahçesini şimdilik mesken tuttuk ya. Tam bahçe kapısını aralıyorum, bir kolumda ille de her sabah kucağıma zıplayan Zifir, diğerinde mamalar; baktım ‘O’ yattığı yerden bana bakıyor. Mahçup, mahzun, halsiz, yorgun, sevecen, kahırlı, muhtaç; velhasıl öyle çok ifadeli ki o gözler.

Hâl hatırları kısa kestim bahçedekilerle, eve koştum.

----------

Mevcutta kedi mamaları var. Makarna çabuk haşlanır da çabuk soğumaz. Ama olsun, o bekleyecek biliyorum. Neyse, yedirdim yemeğini, suyunu içirdim. Sevdim okşadım, sevdim, sevdim ve işime gücüme gittim.

Sekiz saat sonra döndüğümde yine oradaydı. Kusmuştu biraz uzağa, kalkıp çiş yaptı beni görünce yine biraz uzağa... Bir başka biraz uzakta da kakası vardı, biraz ishal. Tertemiz yaptım oraları hemen. Ona aldığım bir kutu köpek mamasını koydum bu sefer önüne. Daha az istekliydi bu sefer, azıcık yedi.

Bu hikayenin iki sonu olabilir. Birincisi mutlu olacak olan son. O hâl olursa eğer, size anlatacak bir mucize zincirim olacak, devam mahiyetinde.

O zaman ben de mucizeperest olacağım hem de, sıkça olmasa da bekler olacağım böyle güzel sonları.

Yok eğer mutsuzsa son, hikayem zaten burada bitti.

Çarşamba, Mart 01, 2006

Yalayın ey ahali...

Pansuman / kısa kısa

1 Mart 2006
Bekir Coşkun
Hürriyet'ten

DİNCİ kardeşimiz Unakıtan’ın piyasaya sürdüğü yeni ürününe bakın:

"Lick Krem Şanti..."

(.......)


Oya'dan

Onlar aile boyu yerken vatandaşa da yalamak düşüyor.


Lick / yalamak