Kedili Mutfaklar

Cumartesi, Aralık 31, 2005

Acısıyla tatlısıyla

Panpepato / öyküsü

Öyküsü şöyle başlar. Bir varmış, bir yokmuş... O çok eski yıllardan birinde, hani o zaman Annoya daha Annoya olmamış, sadece genç bir Oya iken... Veya Oysha, Oyushka, Oya mia, Dantela vesaire falanken... Ve de Roma’da, keyfi gıcır gıcır yaşarken... Eeee? O gün işte, ah o gün, karardı dünyası.

Yeni yıla girmeye bir gün kalmıştı. Ben yine çılgın bir alışveriş yapmıştım. Biz o zamanlar vatan topraklarında bugün gibi renkli zevkli malları bulamazdık. Yani yurtdışı bizim için alışveriş cenneti sayılırdı. İşte öylesine almış alıştırmış, çok şükür ki park ettiğim yerde de arabamı bulmuştum. O da bir şanstı, çekilmeden durması arabanın bıraktığın yerde.

Paketlerimi araba tepesine taktırdığım kayak / bagaj taşıyıcısına bıraktım. Çantamdan anahtarımı buldum. Kapıyı açıp önce paketlerim, sonra da ben yerleşmek üzereyiz ki..., anneeeee! Bu at delirmiş.

Korkarım çok deli deli bakan atlardan

Yanlış anlaşılmasın, atlara bayılırım. Çok bayılırım ama bazı atların benimle alıp veremedikleri vardır. Bir gün de Karacabey Harası’nda gezinirken bir iş geldi başıma bir deli Arap yüzünden. Geçiyordum uğradım desem inanmayacaksınız ama aynen öyle oldu, geçiyordum ve Baba Kuruş’a merhaba demek için uğradım. Siz şimdi Baba Kuruş’u da tanımazsınız. Tanıyın o zaman, Baba Kuruş, haranın kuruluş yıllarında pek çok tayın babası olan aygırın adı. Hara’nın bahçesine heykeli dikilmiş. Belki de memlekette, üzerinde mühim biri oturmayan tek at heykelidir; burada mühim olan Baba Kuruş çünkü. Bilmem, atıyorum...

İşte o gün Baba Kuruş’a üç beş kelam ettikten sonra kapalı at ahırlarına doğru yürüdüm. Maksadım orada da canlı atlarla karşılıklı konuşabilmek. Kimse uyarmadı, üstelik de teşvik etti seyisler, “Geç şöyle geç, sev onu, ver şekeri, kaşağılamak ister misin, saçını okşar mısın...” Adamlar beni kaşarlanmış at terbiyecisi sandılar zahir. Bendeki de cahil cesareti. İkisi birleştiğinde şöyle oldu. Saçlarını sevmek istediğim Arap aygır o sabah çekilmekten (çiftleştirilmekten) dönen aygırlardan biriymiş. Daha ateşi sönmemiş mi neymiş ki, sen bir şahlan, bir şahlan. Ben, tepemde arka ayakları üzerinde üç dört metre falan yükselmiş Arap’a karşı cüce gibi kal... “Allah geride kalanlara uzun ömürler versin,” falan gibi bir cümle kurmaya çalıştığım anda kendimi bir kucakta buldum. Tıfıl bir seyisti vallahi beni kucaklayan, yarı baymış durumda kaçırıp kurtaran.

Karacabey hikayesi burada bitti.

Carabiniere a cavallo

Bu dediğim de İtalyanların ünlü atlı polisleri, merasim polisi de diyorlar. Tarihi giysiler içinde falan dolaşıyorlar atların tepesinde. Her zaman gemelli / ikiz gezerler. İşte o sırada, tam da ben paketlerimi yerleştiriyorum arabaya, yanıma yaklaşan bu iki carabinieriden birinin atı sen kalk bana deli deli bakmaya başla. Yetmedi, kafayı sağa sola savurarak kişne. O da yetmedi, şahlanmaya çalış. Korktum haliyle. Can havliyle girmiş çalıştırmışım arabayı. İki manevrada sıyrıldım parktan, ben kaçıyorum carabiniere a cavallo arkamda. Benim ayağım gazda, carabiniere kardeşim mahmuzluyor. Gazlıyorum, mahmuzluyor... Acayip şehir merkezi trafiğinde bulduğum her deliğe giriyorum. Carabiniere ikiz arkadaşını falan unuttu, atını tırısa sürüyor. Durum vahim ötesi, belli ki bana bir suç atfedecek bu adam. Sabahı Questura’da sabah etmek de var yani işin sonunda. Yani Yabancılar Şubesi’nde; hep derler ki kabustur, sabaha kadar telefon hakkın bile yoktur...

Dikiz aynasına gözüm son takıldığında durum şuydu... Carabiniere mahmuzlamayı bıraktı. At bir iki kişneyip durdu. Carabiniere indi. İnmesiyle de yerden bir şeyler toplamaya başladı. Kişneme sırası bana geldi. Çıldırıyorum keyiften. Nal toplatıyorum adama, kolay mı?

Eve geldim ki çantam yok. Dolayısıyla, her bir gerekli evrağını yanında taşıyan benim artık hiç bir şeyim yok. Pasaport yok, ehliyet yok, kayıtlar kuyutlar yok, yok oğlu yok.

Sabaha kadar uyku da yok.

Zil, gül / fıstıklı lokum ve Türk kahvesi

Ertesi gün oluyor. Zırrr zil. Açtım. Kapıda, bir eli beyaz güllerden mütevazi bir demet tutan bir delikanlı. Diğer eli arkasında. Konuşunuz anlamında “Dicaaa,” diyorum. Arkadaki el öne geliyor. Çantaaaaam. Henüz bitmiş görevi, ancak çıkarabilmiş o komik üniformasını. Doğru bana gelmiş.

Sarıldım tabii elin atlı polisinin boynuna. Buyur ettim içeri. Kahveler kaynadı. Fıstıklı Hacı Bekirler ortaya geldi. Olmadı rakı yanında beyaz peynir tattırıldı. Yetmedi pastırma çıkarıldı. Annemle babam THY pilotları ile anlaşmalı çalışıyorlar o zaman (!) ayda bir koca bir çanta içinde benim tiryakiliklerim geliyor Roma’ya.

Filippo bana arkadaş kaldı sonra. Sienalıydı. Zaten bu yazıyı yazma nedenim Filippo’nun Sienalı olması. Her yılbaşı, panforte mi yapsam yoksa panpepato mu, diye düşünürken; aklımın köşelerinde hep Filippo ve ailesi dolaşır. Çünkü panforte Siena doğumlu bir tatlı/ekmek. Çünkü panforte’nin kardeşi panpepato yapılışını ilk kez, Siena’ya gittiğim o yılbaşında kaldığım DeSantis ailesinin sıcacık evinde gördüm. Kuzinalı mutfaklarında, kocaman masalarının etrafında oturup yediğimiz panpepato’nun lezzetini hiç unutmadım ve hep yaşatmak istedim.

Filippo DeSantis ve ailesiyle uzun yıllar görüştük, haberleştik.

Derken kayboluştuk...

Şimdi akşam oldu. Ben kara kuru üzümleri yıkadım. İrice ama çekirdeksiz kara üzümlerimi. Tam 200 gram. Ahududu likörüne bastım. Yarın sabah erkenden kalkıp panpepato yapacağım.

Yeni yıl günü sabahında panpepato yapma adetimi hiç değiştirmedim.

Tıpkı DeSantis ailesiyle geçirdiğim o yılbaşı sabahı gibi.

Acısıyla tatlısıyla (II)

Panpepato / malzemeleri

Kalp çırpıntıları, çırpıntılı deniz gibi, ince ince heyecan... Yılın son gününe yine birlikte uyanmak, şükür Allah’ıma. Öpüşüp koklaşmak, sırnaşmak... Isırılmaklar, karşılıklı... Tırmalanmaklar, tek taraflı. “Haydi vınnnn uçuyoruz yataktan,” komut benden tabii. Hem günlerden Cumartesi, üçümüzün de saatlerce mutfakta kalabileceği gibi, hem de panpepato yapılacak, Yeni Yıl çünkü. Acısıyla tatlısıyla geçen 2005’in ardından yine acısıyla tatlısıyla, yeter ki göğüs gerebilelim, başa çıkabilelim, 2006 kapıda.


Yatmadan önce 200 gram büyük kara ve çekirdeksiz üzümü liköre yatırıp buzdolabında bırakmıştım. Bu yıl ahududu likörü kullandım. Meyveli bütün likörler yakışıyor, her yıl bir başkasını denediğime göre! Panpepato / biberli ekmek yapmak, malzemeler hazır olduktan sonra çocuk oyuncağı. Malzemelerimi de bu yıl, panpepatomuz görücüye çıkacağı için, ölçüp biçerek kullandım. Haydi bakalım. “Allah utandırmasın,” derdi kayınvalidem, Mamma Sponza, her yemeği fırına vermeden ateşe koymadan önce. Amin ve nurlarda yat.



Ceviz, çam fıstığı ve tuzsuz şam fıstık: hepsinden 150’şer gram. Ceviz ve çam fıstıklarını yıkayıp süzüyor ve kağıtla kurutuyorum.

Bir avuç acı badem, bulamazsanız üzülmeyin çünkü tadına baktığım her 10 bademden bir ikisi zaten acı. Dolayısıyla, 200 gram tuzsuz, ayıklanmış yıkanıp kurulanmış badem.

Şekerlemelere gelelim şimdi. Nişantaşı Dikilitaş’ın hemen aşağısında ne pastanesiydi, işte oradan, enfes. Kiraz, incir, portakal, 400 gram... Kuru incir 12 tane, kuru kayısı 14 tane, yıkanmış ve kurulanmış. Bende Amerikan üzümü var, bir avuç kalmış. Kamkat var, likörden çıkmış. (Şimdi bu kamkat umarım hayırlara vesile olur. Neden diyeceksiniz, deyin bakalım. Şundan: sevgili kardeşim Tijen bana kızdı... Yazışmaz, konuşmaz oldu... Ben de domuzum, sabrediyorum ama bir sabret, iki sabret... Yettiiii beeeeee. Yeni Yıl panpepatoma anneciğinin liköründen çıkarıp bana getirdiğin kamkatlardan da kattım Tizooooo. Atışmak gibi olmasın ama...)

Sooonrasına gelelim. Yarım kilo bal, kestane balını tercih ediyorum. %85 oranda kakaolusunu bulamadığım için %70’lik Lindt 100 gramlık çikolata. Üç çorba kaşığı bende bulunan %100'lük kakao tozu. (Valrhona marka, Fransız malı. Meraklısına satış noktaları http://www.valrhona.com/ ‘da. Tavsiye ederim. Ayy havam batsın yani...) Yoksa normal kakao tabii. Un 100 gram kadar. Bir çorba kaşığı toz tarçın. Altı yedi adet karanfil. Muskat rende bir çay kaşığı silme.

Haydi mutfağa çocuklar. Annoya dikkatle izlenecek, her yıl olduğu gibi. Bir çıkarınız yok bu işten ama, amaaaa akşama size pirzolacıklar ızgaraaaa...)

Acısıyla tatlısıyla (III)

Panpepato / yapılışı

Benim baba çeyizinden kalmış pirinç havanımda karanfili döverek başladım işe. Ardından bir avuç badem tokmaklandı, tarçın ve kakao eklendi. Karabiberi çekerek kattım, doğrusu bol biberli yaptım. Yaptığımız şeyin adı malum biberli ekmek. Hint cevizi yani muskat bir çay kaşığı silme, incecikten rende tabii. Lindt çikolata da bıçakla kıyılırcasına ufalandı.


Şekerlemeler minik parçalara doğrandı, sizde olmayan kamkatlar da... Üzümler süzüldü. Yazık oldu içinde yattığı liköre, döküldü. Kuru incirler ve kayısılar kıyıldı.

Orta karar bir tencere, teflon, çıktı ocağa oturdu. (Halâ çelik tencere alacağım. Al, al, al, allar hanesine yazzzdımmmm.) İçine bal girdi. Başladı ısınmaya. Bal kavanozuna üçtebiri kadar su koyup çalkaladım iyice, o da hafif ateş üzerindeki tencereye. Billurlaştı bal, ocak kapatıldı. Ateş üzerinde pişme işi bu kadar.

Şimdi malzemeler, sırayla... Çikolata, balın sıcağında eritilecek. Havandaki malzeme, hani badem, kakao, biber falan... Durmadan karıştırıyoruz, elimizde kocaman bir tahta kaşık. Fıstıklar, cevizler, herşeyler kolumuza kuvvet karışıyor... Şekerlemelerimiz de... Şimdi sıra una geldi. Küçük çay süzgeci elimde, unu azar azar, yedire yedire, yaklaşık altı veya yedi silme süzgeç. Kıvam iyice koyulaşana kadar diyelim.

İşte bu. Herşey aşağı yukarı böyle cereyan ediyor. Bakmayın anlatmasının bu kadar uzun sürdüğüne. Annoya belki de ömründe ilk defa ölçülü biçili bir tarif veriyor. Hoşgörülerinize sığınarak.


Unlanmış hazır bekleyen fırın tepsisine yayıyoruz artık malzememizi. Fırın hazırda sıcak bekliyordu değil mi, 180 derecede... 30-35 dakikada bu iş de tamam. Dışarı çıkardıktan sonra hiç ellemeyin. Serin bir yerde beklesin, toplasın kendini, katılaşsın. Sonra kesin, kırın, artık siz bilirsiniz, üzerine pudra şekeri serpin, yanına iyi bir şarap açın. Veya sıkı bir kahve, şöyle kahve gibi stretto stretto...



Hayatınızda hiç bu kadar lezzetli bir ekmek yemiş miydiniz?

Yeniden ve yeniden MUTLU YILLAR herkese.

Acısıyla, tatlısıyla...

İmza, Annoya!

Not: Çikolata, kakao ve biberi dışarıda bırakırsak Panforte / Strong Bread / Kuvvetli Ekmek olur. Çok da güzel olur.

Hava almayan kaplarda ve buzdolabında çok uzun süre dayanır.












Cuma, Aralık 30, 2005

Hepsi hepimizin olsun...

Yeni Yıl kutlamalarım dahilinde kendime aldığım hediye grubuna bu şirin kaplar da girdi. Çok severek aldım. Uğurlarına gerçek bir savaş verdim. Tupperware satıcısının ensesine bindim. Olay mahallinde satış yapmamak ilkelerini saygıyla karşılamadım. Tutturdum. Ben tuttuğumu da, tutturduğumu da koparırım. Sonunda benim oldular.

Kaplarımın içini Yeni Yıl'ıma bereket getirecek kuru yemişlerle doldurdum; Yeni Yıl'ım bu keyifli kaplarım gibi iki yüzlü olmasın, sağ gösterip sol çakmasın istedim.

Bereket + sevgi + sağlık... Hepsi benim olsun, hepsi ailemin olsun, hepsi sevdiklerimin / sizlerin olsun diye kendi dualarımı mırıldandım. Özel kedi dualarımızı da yaptık Kimsecik Cancan ve Annoya, hep bir ağızdan, mırıl da mırıl da mırıl...

Sonra şarkımızı söylemeye başladık.

Yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl, herkese kutlu olsun, Yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl sağlık ve neş'e dolsun...

Cumartesi, Aralık 24, 2005

Cumartesi mutfağım

Mısır ununu mısır ekmeği yapmak için almıştım. Un, tuz, su, yoğuracaksın ekmek olacak. Laz usulü. Aklımda ama yapamadım bir türlü. Öğleye doğru mutfağa kabak haşlamak için girdim. Yanına da küçük bir ızgara falan, aklım sıra hafif bir yemek olacak. Şimdi de ne yaptığıma bakın. Ben adam olmam.

Dört iri kabak ve iyice yıkanmış iki iri taze patates kabuklarıyla, bir de büyük soğan rendelendi. Bir kaç kereviz yaprağı, bolca dereotu ve maydanoz, iki taze sarmısak robotta kıyıldı. Rendelenmiş malzemenin saldığı su akıtılıp robottaki yeşil malzeme ile karıştırıldı. Az karabiber ve tuz, iki yumurta yarım çay bardağı sızma ve mısır unu eklendi. Benim malzemem yarım kilo unu kaldırdı. Sulu değil ama kurusıkı da olmayan bir hamur elde ettim. Yaptığım işe yoğurmak denemez, iyice karıştırdım herşeyi. Yüksek kenarlı teflon bir fırın tepsisine yayıp 180 derece fırında 60 dakika pişti, 120 derecede 15 dakika daha durdu. Ne oldu? Ben iki kocaman dilim yedim, yanında beyaz peynirle. Aklımı da yedim.

Siz ya fotoğrafta gördüğünüzle idare edin, ya da doğru mutfağa.

Marş marş...

Baklayı güzel yaparım doğrusu. Bugün de Noel süslemesi yaptım o güzelim sakız gibi baklama. Ayıklarken limonlu suda beklettim. Kocaman beyaz soğan, sızma, şeker, tuz, limon suyu az su ile kuvvetlice ateşte pişirdim. Dereotu malum, çok yakışır baklaya. Piştikten sonra üzerini süslüyorum. Hem tadsal hem de görsel lezzet.

Nasıl yenecek? Süzme yoğurt ilave edilecek tabağa alınınca.

Yanında taze sarmısaklar “Ye beni,” diyecek.

Ben yiyeceğim.

Haftalık armağanlarım

Adetimdir. Her haftanın sonuna yaklaşırken, o hafta kendime ne armağan edeceğimi düşünmeye başlarım. Bazı da gözüme rastgele çarpıp da bana, “Seni mutlu edeceğime söz veriyorum,” diyen herhangi bir şey olur bu armağan. Bu hafta, Rejans Yemekleri ve Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim de aynen öyle oldu. Düşünmeden ama sayfalarını karıştırırken, hemen kitapçıdan alıp kaçmak istediğim güzellikte iki kitap.

(Bring Me the Rhinoceros and Other Zen Koans to Bring You Joy, yeğenim Aycan'dan aldığım, okunma sırasına girmiş bir kitapçık. John Tarrant, Harmony Books. Kimseciiik bak gölge ettin yineee...)

Hepimizin deneme, keşif, anı yemekleri birbirimize maloldu. Gün geçmedi ki, bir kaç blog komşumuza keyifle bir ellerin dert görmesin mesajı atmayalım... Benim eski yazar çizer oynar takımı ile oturup kalkıp, “haydi birbirimizi methedelim,” dolduruşu kıvamında da değil üstelik gidip gelen bu notlarımız. Gerçek methiyeler. Birinin aklına gelmeyen, diğerinin beceremediği, öbürünün denemeye korktuğu yüzlerce reçete yayıldı mutfaklarımıza. Ne mutlu bize.

Rejans mutfağı derseniz, benim için bambaşka bir mutfak dünyasının adı. Ailece, sevgililerle, arkadaşlarla her zaman gidilen, gidilmesi özlenen bir yer. Rejans Yemekleri, Rejans Restoran’da tam 70 yıldır yapılagelen ordövr, yemek ve tatlılardan, yani tarihi ve tutarlı tariflerden oluşan bir kitap. Rejans işletmeci ortaklarından Erdal Sezener yazmış, yayınevi yok.

İkinci armağanım Hasan Cemal’in Doğan Kitap’tan çıkan kitabı, Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim. Ya ben? Kırk yıla yakın zamanını Cumhuriyet’e adamış bir babanın kızı olarak, ben az mı sevdim yani Cumhuriyet’i? Matbaa mürekkebi kokusu orada işlemedi mi ciğerime? Nadi ailesi, en küçüğünde en büyüğüne dopdolu anılar bırakmadı mi yüreğimde?

Ah bu kitaplar, inanıyorum ki beni öldürecek.

Küstük...

Bizim canımız birbirimizle kavga etmek istedi. Annoya duruma müdahale etti. Onun da ne yaptığı belli değil. Bazen müsaade ediyor kavga etmemize bazı da kızıyor.

Küstük. Hem birbirimize, hem de Annoya'ya. İki dakika sonra gelip ikimizi de öper. Barışırız.



Buluşma


Çok eğleniyoruz. Her toplantımızda yeni katılımlar oluyor. Yılların ardından, bıraktığımız yerden başlıyoruz. Sanki dünkü çocuklarız. ACG '65 güzel sınıftı. Sihirli Annem Nevra Serezli, Türkçe öğretmenimiz Selma Sedet'in kızı Azra, rallici Sipahi ailesinin güzeli Ayşecan tam karşımda oturuyorlardı o gün Cezayir'de.

Cezayir, 'eh işte' diyeceğim bir restoran. Bina hoş, dekor güzel... Yemek şöyle böyle.

Bizler harikulade.

Cuma, Aralık 23, 2005

Rüşvet

Kapıkule'de rüşvet iddiasına 44 tutuklama

EDİRNE (A.A)Kapıkule'de rüşvet iddiasıyla gözaltına alınan toplam 78 kişiden tutuklananların sayısı 44'e yükseldi.
Cumhuriyet Savcıları tarafından ifadeleri alınan gümrük ve gümrük muhafaza memurlarından 30'u daha tutuklanmaları istemiyle sevk edildikleri Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesi'nce tutuklanarak Edirne Kapalı Cezaevi'ne konuldu. Daha önce tutuklanan 14 kişiyle birlikte tutuklananların sayısı 44'e çıktı.


Anadolu Ajansı'nın kısacık bir son dakika haberidir. Atlamayın hemen 'oh olmuş', diyerek; 'işte kökten temizlik,' diye sevinç nidaları çıkararak.

Önce düşünelim, kaç paradır gümrük memurunun geçimine devletin katkısı? Sonra yine düşünelim, balık kuyruktan mı kokuyordu ki?

Düşünmeye devam... ANKA sunar... İşçiye zam var ya...

Kesintilerin ardından net asgari ücret 367.66 YTL olacak.... Devlet asgari ücret üzerinden halen toplam 243.62 YTL vergi ve sigorta primi alıyor. Yapılacak yüzde 5’lik zamdan sonra bu tutar 255.80 YTL’ye yükselecek.

Çalışıp terleyene ayda 367 küsur New Turkish Lira, kenardan gözleyene 255 küsur NTL... Bu da güzel değil mi?

Ancak konumuz rüşvet. İşçiye kim rüşvet yedirecek? Yok, onlar rüşvet yeme mertebesinde değiller. Aç duruyor onlar bir kenarda, öylece aç aç durup bakınıyorlar ne yiyeceğiz diye...

Kabak 2.5 NTL...

Yersen.

Çarşamba, Aralık 21, 2005

Her halimle bir hoşum

(10/09/2002 tarihli Açık Radyo yazım. Hediye alıp verme mevsimi olduğundan mıdır, erkek güzeli Deprem Dede'nin yine kendini ortalara atıp felaket tellallığı yapmaya başlamasından mıdır bilmem, uydu dedim bu yazı, haydi girelim buraya da okunsun.)


Aşık olmayı pek severim. Hemen her şeye uçsuz bucaksız aşık olma yeteneğim var. Bu da bir aşk hikayesi. Gönül benim değil mi, ota da kondururum, boka da…

Eş dost gelecekti, iki lokma yemek yenecek haliyle, iki kadeh de içilecek. Aralarında tanışık geçmişimiz pek kısa olan biri de var. Bu mahalleye geldiğimden beri selamlaşıp kısa kısa konuşuyoruz da, lakin git gelimiz hiç olmamış.

O gece deprem gecesiydi, mahalle halkı tam mevcuduyla sokağa fırlamış. Fırsat bu fırsat, ben de yanaklarıma şöyle incecikten birer fırça allık, gözlerimin de rastığını çekip toplantı meydanına doğru salındım. Maksadım topluluktaki dişime dokunur insanların tespiti.

Nasıl sallandığını ben gidene kadar herkes anlatmıştı galiba. Benim de nasıl sallandığım anında müthiş bir merak konusu oldu. “Anlat Oya Hanım, duvarların gittiğini ve geldiğini gördün mü? Yataktan fırlayınca ayakların üstünde durmanla tepetaklak olman arasında kaç saniye geçti?” İşte bu gibi soruları bir süre yanıtlı veya yanıtsız bıraktıktan sonra baktım o adam bana doğru yönleniyor. Kurtarılıyorum yani tastava soru cevap oyunundan.

Sohbeti çabuk başlattık. Hemen İstanbul’un altı üstüne getirildi, eski defterler karıştırıldı. Her karışıklıktan çıkması muhtemel sonuç tabii ki buradan da çıktı. Ohooo, o onun bunun da arkadaşı da, onun arkadaşları benim de dostlarım da… Ben onun bilmem kaç yıl önce reji asistanlığı yaptığı zamanlarda setlerde kaç kere karşılaşmışız da. Neyse buraları uzatmayı başka yazılara bırakalım…

Herkese değil, anlayana nane

İşte böylece o eş dostun geleceği akşam, onun mevcudiyetinin de gelecek olanlarla yakışık alacağını düşündüm. Çağırdım geldi. Elinde bir demet nane.

Çok mutlu olduğumu ifade etmeyi her zaman beceren yüzüm repliğini alamamış oyuncu gibi dondu. “Kendim yetiştiriyorum da,” dedi adam, “herkese götürmem, anlayanlara sadece…”
Aman efendim, bayılırım. Nanenin her bir şeyine taparım. Sabahları hafiften nanemolla kalkıldığında hele, nane limon içmenin keyfi de pek başkadır canım. Evimden nanenin yaşı ve kurusu, aroması, likörü, ruhu, şekeri, jikleti ve de özellikle After Eight hiç eksik olmaz. Ruh dedim de, ruhu şad olsun babam da pek severdi naneyi. Aynen böyle bahşettiğiniz gibi elinde nane demetiyle gelirdi de, annem sevincinden nerelere uçacağını şaşırırdı.

Böylesi durumlarda, şu yukarıda olduğu gibi davranış bozuklukları göstermek benim yetişme tarzımdan kaynaklanıyor. Bana öğretilenler aynen şöyle: Misafir, diyelim ki elinde bir demet çiçekle geldi. Aman efendim, bu çiçekler zaten o çiçekler değil midir ki, annem taaa doğduğum günden beri her gördüğümde gülücükler yapıp kahkahalar attığımı söyler! Bu çiçeklerin kokusu var ya, bu çiçeklerin kokusunu duymak için Mars’a giderim, Mars’a… Derhal en uygun vazo bulunur. Yerleşimi fevkalade usulüyle gerçekleştirilip, getirenin oturduğu yere göre konumlandırılır.

Ya da diyelim çikolata şekerleme kutusu filan getirildi. Gözler anavatanı Çin misali kısılacak, dudaklar öne doğru silikonlanarak derhal kutuyu açma operasyonu düzenlenecek. Önce bir adet ağıza atılır benim bildiğim. Iııııhhh mıhmıh nidalarıyla ağızda yuvarlanan şeyden, ikinci aşamada da misafirlere tutulur.

Bir de çiçek ve çikolata eşek yükü para tutuyor, yerine kalıcı bir şeyler götürelim diyenler var, ki bu kategori beni en aciz bırakan, oyun gücümü ve belagatimi pespaye eden kategori oluyor. Şimdi alacaksın eline o içinde her ne varsa olan paketi, sanki merakından çatlıyormuş gibi yapa yapa mümkünse ambalajı da pek zedelemeden açacaksın. “Aaaaah,” diye pesten bir çığlık ve yeniden bir, “aaaaah, yani şekerim kaç zamandır ister dururum da bir türlü elim varmadıydı almaya. E vallahi bu kadar olur yani, çoook teşekkür ederim."

Bu adam bunlardan değil. Bu adam sürpriz. Naneli adam.

Otla kurtardım neyse

Nane getiren adam girdi oturdu. Ben elimde nane ortada kalakaldım. Demeti sıkıca göğsüme basıyorum, olmuyor. Adam olmadık mana çıkarıp işkillenebilir. Elimi ileri doğru uzatıp tutuyorum. İade edecek gibi duruyorum sanki, tatsız. Zırt pırt mutfağa girip çıkıyorum. Çıldırmak işten değil. İçine nane girecek bir yemek yok. Buzdolabına atsam ayıptır. Adam özene bezene yetiştirdiği çiçek gibi naneleri getirsin, ben kalkıp o naneleri manav nanesi muamelesine tabi tutayım.

Neyse, kıydım çıkarttım kimsenin elleyemeyeceği yerde duran nine yadigarı porselen takımın çaydanlığını. Çaydanlık toz pembe, üstelik az önce birisi mini minnoş ve de kokulu pembe karanfillerden getirmiş. Oturttum nane demetimi çaydanlığa, iki de pembe karanfil yanına, getirip bıraktım sofranın üstüne. Amanın aman, kokusu bir yana, o iki pembe karanfille bir görüntü ki, olmaz böyle şey.

Gece bitti, günler geçti, karanfiller soldu. Naneler terütaze, serpilip gelişiyor üstelik. Mini beyaz toptoplar var hani, cipsofilya, yakışır diye onlardan aldım koydum nanelerimin yanına. Onlar da geçti, naneler papatyalarla yarenliğe başladı. Ve de durmaksızın kök salıp boy attı, her yanından geçişimde koklamadan edemez oldum.

Bu nane hikayesi, benim gönlümün düştüğü bir otlu serüvenin başlangıcı. Hani gönül bu ya, her yere konar ya… Derler ya, “ota da boka da,” diye. Bu sefer neyse ki ot faslıyla kurtardım. Verilmiş sadakam varmış yani ucuz atlattım, ucuz.

O naneler şimdi mutfak penceremin önünde, nane bahçesi oldu. Ama tohumundan ama
kökünden, baharlarda toprağınla da oynayıp biraz gübre filan ilave edince, her yıl kendini yenileyip yetişiyor.

Ben böyle şeyler olunca kendime daha daha bayılıyorum. Bu hallerimi pek hoş buluyorum.

İşte böyle yani…

Pazar, Aralık 18, 2005

Galeri Apel

"ahcamşap"-"woodglass"



y ü c e l k a l e

8 aralik 2005 - 7 ocak 2006


Boşlukta bekleyen heykeller mümkün koordinatlarıyla dans ederler. Ağaç gibi canlı duygular saydam gözlerin, gölgesindeki yanılsamanın içine gizlenmislerdir.
Zamanın esiri aklımız takılır zamanın aynasına, ayna kendine bakar ve yapar kendini kopyasından ve sergi oluşur çatısından...

yücel kale, 2005

(Yücel'den bir de ahşap heykel. Konu mankeni sınıf arkadaşım Sırma Ersanlı.)

Gördüğüm en güzel cam yontular... Muhteşem ahşaplar... Ahşap ve deri karışımları... Yücel Kale'yi tanımak/tanışmak beni çok mutlu etti. Teşekkürler Yücel, hayatıma renk kattın.

Beyoğlu'na çıkmalı ve mutlaka gezilmeli derim. Yeri Galatasaray Lisesi'nin hemen arkası... Galeri sahibi sevgili sınıf arkadaşım Nuran Terzioğlu'na bize izlettiği keyifler için ayrıca teşekkürler.

www.galleryapel.com

Cuma, Aralık 16, 2005

Olan Mehmetlerime oldu...

Mehmetçik ‘Küçük Muhammed’ demek...

Başbakan Tayyip Erdoğan, Başbakanlık Merkez Bina Toplantı Salonu’nda, çeşitli illerden gelen şehit yakınları temsilcilerini kabul etti ve bir konuşma yaptı. Erdoğan konuşmasında, ‘Dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir milletinde şahadet bizdeki kadar ulvi bir mahiyet kazanmamıştır. Hatta, bizde ‘Mehmetçik’ kavramının bile farklı bir özelliği vardır. Askerine Mehmetçik adını veren bir başka ülke, bir başka devlet, bir başka ordu da yoktur. Bu ‘Küçük Muhammed’ anlamına verilmiştir. Oradan gelen bir zenginliği vardır ki şahadetle bu bütünleşsin, şahadetle birlikte de ‘Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber, sana ağuşunu açmış duruyor peygamber’ ifadesiyle bütünleşsin’ dedi.

Yukarıdaki yazı günün tarihiini taşıyan Hürriyet Gazetesi'nden alıntıdır. Bu durumda bana bütün Mehmetlerimden özür dilemek düşüyor.

Sevgili Mehmetlerim, elimde olmayan nedenlerden dolayı hepinizin adını Muhammed olarak değiştirmiş bulunmaktayım. Bundan böyle şehit düşme yaşında olanlarınıza Küçük Muhammed, zamanında şehit düşememiş olup da artık şehit düşme ihtimali azalanlara da Büyük Muhammed diyeceğimi bilesiniz haaa. Pardon yani!

Perşembe, Aralık 15, 2005

Trafo

Adım Trafo. Annoya taktı. İkinci Ulus'ta, beni çok seven Annoya'nın bürosunun önündeki bahçe duvarında yaşıyorum. O da, maalesef belirsiz saatlerde gelip gider. Ben hep orada bekler dururum. Her geldiğinde mamamı verir ama. Çok gecikirse eğer, camdan sürekli beni kollayan büro müdürü Metin Abi de getirir bana cici cici mamalar.

Annoya gerçek bir Maine Coone olduğumu iddia ediyor. O kadar güzelim ki, gören çarpılıyor, maşallah diyor. Adımdan da belli değil mi, Trafo? Altı aylık oldum. Uysal, cana yakın ve akıllıyım. Karnım tok sırtım pek, amaaaa... Bir evim olsun istiyorum. En çok sevgi verene hemen teslim olurum.

Pazar, Aralık 11, 2005

Kedice Pazarlıklar


Benimkilere aldığım farecikler şahane. Kıyamet kopuyor evde, kıyamet. Deli divane oynuyorlar iki gündür, iki kedimler üç fareyle. Ağızlarda dolaştırılıyor, dolaştırılırken tiz perdeden düetler yapılıyor. Kafayı aynı fareye takıp kavga çıkarılıyor. Sonuç, çok eğleniyorlar. Tüylü olan fareleri Kimsecik çok sever, keyifle oynardı. Cancan doğup, büyüyünce ilk fare felaketimizi yaşadık. O kocaman tüylü fareyi, çok şükür ki plastik kısmından ayırmayı becererek yuttu. Gözümün önünde. Hiç bir şey yapamadım. İlhan Abi’ye gidildiydi hemen tabii, Animalia’ya. Kakasıyla çıkacağını öğrendik. Üç gün bekledik, çıktı! O gün bugündür eve fare alınmıyordu. Taa ki bu tüysüz, renkli ve şirin şeyleri bulana kadar. Şimdi çok mutlular. Yaşasın kedi fare oyunları.


Kedimlerin Pazar keyfini masaüstü hazırladım. Su, mama ve otları bir arada. Kediler yemeklerini değişik yerlerde yemekten çok hoşlanıyor. Hattâ saklanan mamayı arayıp bulma becerileri onları çok keyiflendiriyor. Kimsecik, gizliyi keşfettiğinde avazı çıktığı kadar miyavlayıp haber verir mesela. Cancan da yemeye başlamadan önce deli gibi koşturup dikkat çeker. Yeşillikleri Vilmorin kedi otu. Hipermarketlerde çiçek tohum ve soğanları satılan reyonlarda bulunuyor. Aslında hiç de gerek yok, bir avuç işlenmemiş buğday da dikseniz aynı hesap çünkü. Porselen tabakları Miami’den hediye geldi. Bir de fareli su kabımız var ki, kedimler onu sadece Mickey Mouse olarak tanıyor, fare olduğunu bilmiyorlar gibime geliyor!



Yıkıma hazırlanan, şimdilik boş komşu evin bahçesi burası, hafiften çiseleyen bir yağmurla soğuk ve hüzünlü. Sabahın erkenlerinde, akşamların geçinde yolumu gözleyen ön kapı kedilerim bekler burada. Açılan her sokak kapısı tıkırtısına kulak diker, bensem koşar ayaklarıma karışırlar anında. Bir tuhaftır onlarla yürüme şeklim. Bacak arasında Zifir ve Kostak, bacak açığından ama uygun adım geri kalanlar. Demirbaş toplam ondurlar. Çoğalınca sevinir, azalınca çok üzülürüm. Arka kapı, yani bahçe kedilerimin lüksü daha fazladır. Geniş bir trafiksiz alan, ağaçlar, otlar, sığınacak ve korunacak bakımlı delikler!


Bu Pazarlık bu kadar.

Cumartesi, Aralık 10, 2005

Gezinti


Perşembe günü Artİstanbul gezildi. Ünlü ünlü ressamlarla yan yana gelindi. Tanıdıklarla el sıkışıldı, tanımadıklarla selamlaşıldı. Her saniyesinden keyif alındı elbette. Cihat Burak’ın Despina’nın Yeri’nde fasıl geçenler tablosu kafaya kazındı. Önce görmüşlüğüm yok tabloyu, “Aaa, burası Kurtuluş, Despina’nın Yeri,” diye bağırınca galerici de, Cihat Bey’in oğlu da şaşırdı. Kaç kişi kalındı İstanbul’da bilmem eski meyhanecilerden? Ben ki onlarca fire verdim... Oooof...
(Cihat Burak’ın Despinası satılmasın diye fiyatlandırılmış sanki. İyi bir semtte, şık bir stüdyo daire parası.)

Ablam Hülya, evinde tablolarını barıdırdığı sevgili Mehmet Güler’i ile sohbete daldı. Üstteki fotoğraf bu sohbetin resmidir. Bir heykelcik aldılar ablam Hülya ve eniştem İnal. Hareketli çalışmaları son derece ilginç, tekniğinde tek adam Fransız Jean-Paul Boyer’den.
www.boyer-sculpture.com .

Günün tek falsosu Borsa’da keyifle ve lezzetle yenen güzelim bir yemeğin ardından, daha henüz kahvelerimizi yudumlamaya başlarken temizlikçi kadının yerleri süpürmesiydi. Ayıp ki ne... Ben, “Bekleseydiniz biraz zaten kalkıyoruz,” diye söylendim. Eniştem kaşlarını çattı ama bana bakarak çattı. Ben mi süpürüyorum ortalığı?



Cuma, yeni yıl alışverişine başladım. Çok zor hediye seçerim, kara sular iner bacaklarıma. Bir kişiye alabildim, beş saat dolaştıktan sonra. Mudo’da bir cam vazo kırdım bu ara. Dükkan öyle dolu ki, aynı züccaciye mağazasında dolaşan fil gibi hissediyor insan kendini. Ve de başıma ilk kez gelen bir münesebetsiz sonuç! Utanmadan da parasını istemezler mi? Dedim, “Deyin ki Mustafa’ya buradan Oya Kayacan geçti. Üç otuz paralık bir cam parçası kırdı. Dükkanını sigorta ettirseydi keşke de bu rezil davranışta bulunmasaydınız.” Mustafa’yı çok eskilerden tanırım, lafım yerini bulursa eğer, biraz espri biraz da dost acı söyler...

Tepe Home’da Noel Köpekbabalar çok şirindi. Almadım. Sanki bir sürü şey var, almaya gelince keyif vermiyor ama. Bir mum aldım, kardan adamlı saksı içinde. Fazla süsten püsten vazgeçtim. Olanlarla idare edelim bakalım bu sene.

Kolay lezzetler


Yengem... En büyük keyiflerimizdendi. ‘70’li yıllarda, arabaları Boğaz kıyısında parkedip içinde oturmak. Gecenin bir vakti olurdu. Çaylar demli, yengenler acayip lezzetli, yanlarımızda da sevgililerimiz olurdu. Bu sabah kendi yengemi kendim yaptım. Kaşar, sucuk, domates... Enfes. Tabii ki kendi marifetim olan muhteşem lezzetli turşularımla birlikte yedim. Kocaman da çayım yanında. Oldu mu peki o eski lezzet? Oldu oldu...


Kapuska... Annem kokusuna tahammül edemez, hiç pişirmezdi. Kapuska mutfağıma kırkımdan sonra girdi. Etli veya kıymalı ama mutlaka bol limon ve kereviz yaprakları ile pişiriyorum. Basit ve muhteşem bir lezzet, bayılıyorum.


Yeşilli bulgur... Bu bir salata veya meze. Bulgur tuzlu ve kaynar suda şişiyor, ateş üzerinde değil, kendi kendine. Yeterince yumuşayınca süzülecek. Bol yeşil soğan, dereotu, maydanoz, taze nane yaprakları ve sarmısak incecikten kıyılacak. Değirmenden karabiber, sızma ve limonla herşey karışacak. Yemyeşil olacak.


Nohut ezme... Yine hem meze hem salata olan bir çeşit. Nohut haşlanıp eziliyor, robotta kolay oluyor. Aynı yerde sırayla kırmızı soğanla sarmısak, maydanoz ve domates de parçalanıyor.
Kimyon, pul biber, tuz, limon ve tabii ki sızma ile karışıyor. Marul yaprakları ile de yeniyor. Muhteşem. Ekmek de istiyor yanına, ki benim ekmeğim Carrefour’un yeni çıkardığı ekolojik ekmek. Severek yiyorum.

Çarşamba, Aralık 07, 2005

Bana özel camii


Bu sabah aldığım bir haberle ruhumda güller açtı. Kadınlara özel camii girişimleri başlamış. Bu fevkalade haberi, nedense dün içimden çok gelerek fotoğrafladığım Üryanizade Nakkaş Baba Camii ile birleştirip sizlere acilen sunmak istedim. 1860'da Cemil Molla'nın yaptırdığı Üryanizade Mescidi ve 1889'da Üryanizade Ahmet Esat Efendi tarafından inşa ettirilen camii kanımca aynı yer. Etrafta bir başka üryana ait başkaca bir mescit ve camii olmadığına göre, bazı yanlış bilgiler dolaşıyor olmalı. Her neyse. Ben bu yere talibim. Hatta aşığım. Yalıdır, Kuzguncuk sahilindedir. Üstelik İstanbul'da denizi yüzülebilir, midyeleri yenilebilir temizlikte olan 78 noktadan biridir.

İsterim de isterim, Üryanizade sadece benim olsun isterim. Ben kadın değil miyim?

Cumartesi, Aralık 03, 2005

Bulguru kaynatırlar

Mutfağa girişim Şemşime türküsü eşliğinde oldu. Bulguru kaynatııırlar, yüksekte yaylatııırlar, senin gibi güzeliiii...


(Fotoğraf sevgili Firdevs the Fifi'ye aittir. Fasulyeler ise ablasının oğlu Yaşar'ın karısı tarafından turşulaştırılmıştır.)

Dün akşam eve elimde bir çanak fasulye turşusu ile döndüm. Ablam Hülya’nın sağ kolu, benim sevgili Firdevs the Fifi’min köyünden, Kastamonu / Cide’nin Oğulcak’ından gelmiş. Beyaz fasulyelerden yapılmış, limona basılınca daha da ağarmış, yanına biraz sivri biber katılmış, üstü üzüm yaprakları ile örtülmüş... Daha eve gelir gelmez tadına bakılmış ve de anladınız tabii değil mi; bu lezzet beni çılgına çevirmiş. Dün dündür. Ganimet sağ sağlam buzdolabında zulalanmış ve bilahare saatimiz uykuyu çaldığında yatılmıştır.


Bugünün sabahı, saat altıda yataktan zıplar mı adam be kardeşim? Ne derler hani bizim buralarda, kargalar bok yemeden, zıplar mı sorarım size? Zıpladım işte. Bu kavrulmuş fasulyeli bulgur pilavını rüyamda gördüm sanki. Sanki rüyamda Karadenizli fasulyelere lazca bir yemek uygulamalısı gördüm.

Yazı başlığına bakmayın. Bulguru kaynatmadım. İri bulgur, iyice yıkandı ve tuzlu kaynar suya basıldı. Buharı kaçmasın diye kapakladım üstünü. Bir soğanı incecikten kıyılmış halde başladım kavurmaya sonra, uygun bulduğum miktar tereyağ ile. Fasulye turşularımdan iki avuç doğradım, soğana katıp daha da açtım altını. Renkler kızarma haline dönene kadar. Ve şeker ekledim. Biraz şeker, az da karabiber, taze çekerek lütfen.


Bulgur yumuşamıştır artık. İyice süzün, suyunu çekmiş olsa bile tel süzgeçte kalsın bir müddet. Şimdi katın kavrulmuş fasulyelere. Karıştırın. Tereyağını biz az kullanmıştık, az da sızma gezdirelim mi üzerine şöööölece? Oy oy oy bu da neee? Ah gadınım Şemşimeeee, vah gadınım Şemşimeee... Senin gibi güzeliii durmadan oynatırlaaaar, bulguru kaynatıııı...

Peki, kestim; işin sırrı bence kavrulan soğana ve fasulyeye katılan şekerde.

Ve de not düşüyorum; yapın, ille de.

Şemşi kaç yıldır bana yardıma geliyor da, ben ona neden bu türküyü hiç söylemiyorum? Ah gadınım Şemşimeee...

Tamam susuyorum...

Kibar oğlum, Cancan'ım


Annoya pek iyi değil. Söylenip duruyor. “Bundan sonra meyhaneye kerhaneye gider gibi gidilecekmiş,” diyor. “Sokağı olacakmış. Kırmızı nokta, girin ziftlenin, şeyttirip gidin. Giriş çıkışta arama da olsun bari. Kimlik de belirlensin. Hatta alt ve üst kimlikler sıkı sıkı soruşturulsun.” Bütün bunları bana bana bakarak anlatması tuhaf değil mi sizce? O içerken bizim koku alma hakkımız nasıl olsa baki. Olmadı tezgahtaki şişenin yanında durur, şeklen “aç aç aç,” halimize geçeriz. Açar koklatır yani... Annoya böyle tuhaf bir ülkede, böyle tuhaf hallerde, tuhaf baş adamlarla yaşamaya alışamadı bir türlü. Deli olacak, deli. Şimdi de “Sokak kırmızı değil de yeşil noktalı olsa n’olacak,” diye bağırıyor. Ben de kısa bir snifff aldım Tekirdağ kapağından. Suyumdan da bir yudum. Ooooh, dünya varmış.


Ayyy unutuyordum. Mutfakta yıkanmış maydanozlar var. Şemşi yıkadı bıraktı. Bizimki maydanozla rakı içmeyi pek sever. İçine de atar, yanında da yer. Bir koşu gidip bir kaç yaprak atıştıralım bakalım. Sonra yine masaya dönüp bir snifff daha çekerim. Heeeyt be, erkeğim erkeeek.


Annoya, “Kadının masadaki yeri,” diye vızırdanıyor bir de. “Kadının masadaki yeri baş köşedir,” diyor. Kadın geldi mi erkeklerin hepsi ayağa kalkmalı, oturana kadar da oturmamalıymış. Oturması için eşi, olmadı başka bir erkek mutlaka yardım etmeliymiş. Sandalyesini kadının altına sürdükten, kadının zarifçe arkasına dönerek teşekkür etmesini bekledikten sonra yerine geçmeliymiş. Sonra devam çeneye, “O zavallı kadın anlaşılan yol molasında önce helaya gitti. Geldiğinde ne ayağa kalkan vaaar, ne yer gösteren. Dağ başı burası sanki. Burası Türkiye be...” Bakınız şekilde görüldüğü gibi bana. Annem Kimsecik Hanımefendi masada. Ben de. Anneciğim arka ayakları üzerinde kedi duruşunda. Ben de. O yatmadan da yatmam, yatamam işte.


Haa, ben annem kadar artist değilim. Makinenin çıtını duydum mu kapatırım gözlerimi. İşte burada açıkgözüm! Size kıyak yaptım. Yakışıklılığımı görün. Parsayı hep annem topluyor yani. Biz bu evde neciyiz peki? Üstelik soylu babadan gelmiyor muyuz? Karacan ailesinden Koscka damat, Kayacan ailesinden de annem Kimsecik gelin olmuş ya... Sonra da ortaya tek başıma ben çıkmışım ya... Pek kibar aileyizdir, pek. Şimdi kadınlar bile üçer beşer çocuk doğuruyor, annem tek kedi bebekte kalıyor.


Haydi bir de profilden. Nasılım? Ne burun ama, değil mi?

Perşembe, Aralık 01, 2005

Kimsecik haberleri

Gün güzel, güneş sıcak. Annoya mor sepetimizi cam önüne koydu. Keyifteyim.


Oynasam mı acaba, yoksa tırnaklarımı mı törpülesem? Yoksa...

... yoksa en iyisi ciddi ciddi yatmak mı? Bu sefer kahverengi sepete girdim. Daha büyük ve daha rahat. Annoya yine gidiyor işte. Bizi öpüp öpüp koklar giderken. Şemşi'ye her seferinde tembih üstüne tembih eder. "Çocuklara aman dikkat... Kapılara pencerelere dır dır dır dırrr dddıııırrr. Tamam mı?" Annoya yüzüyor, geziyor, arada da çalışıyor galiba. Eve döndüğünde ben ve oğlum Cancan kapıda karşılıyoruz onu hep. Ellerindeki paketlere bakmak çok eğlenceli oluyor. Hiç eli boş gelmez zaten.


Akşam oldu. Annoya geldi. Sözde az yiyor ya, vallahi üç beş kişilik salata yaptı kendine. Üstüne ton maması koydu. Rakısını da yudumluyor bir taraftan. Neyse ki ton mamasından azıcık bana da ayırdı. Bana ve oğluma mama konusunda çok dikkatli davranır ya. Azar azar tattırır her şeyden. Buna da şükür.