Yatılı 3. Epizot
Cavit Bey bizim arabayı neredeyse döner kapıdan içeri sokacak. Hastaneye girişimiz böyle yapılıyor. Dönerin yanındaki dönmezden ani bir ‘araç’ çıkarıyorlar. Onlar buna araç diyorlarmış, aslında tekerlekli sandalye, ben başlıyorum gülmeye. Bizim vasıtanın kapısıyla onların aracının oturağı iki adım değil ama, atamıyorum. Çok oturunca böyle oluyor. Kalkmam zor. Gülmemin dozu artıyor. Kollanarak oturtuluyorum.
Hızlı bir hastane burası. Bekleme yapılmıyor. Aracımı süren genç de acayip hızlı gidiyor, koridorlardan Maserati geçiyor sankiyim! Egzos gürültüsü kahkahkahaaa. Manyak mıyım neyim diye herkes bana bakıyor ya, ben de bana bakan herkesi selamlıyorum.
Rontgenleniyorum bol miktarda. Ayakta yandan... Yatarak... Ayakta düzden... Hızlandırılmış birkaç çekim daha, telaş var çünkü dışarıda, iğneci bekliyor.
İğnecinin randevuları tak tak tak sıraya, dakika sektiremiyorsun. Daha iğneleri nereme niçin sokup çıkardığına bir manâ verememişken, “Tamam mı, geçti mi?” sorusu geliyor. “Ne biliiim ben. Yatıyoruz şurada, kalkınca görücez,” diyorum. Odaya girer girmez sormaya başladığım ahret suallerini başlıyorum sıklaştırmaya. Aletin adı neymiş..., ışın gücü KK’larını bozar mıymış..., beni ne kadar bozarmış..., iğnelerin muhteviyatı neymiş..., uzman iğneci guatrı olduğu için mi boyun koruyucusu takıyormuş..., hem canımı yakıp hem de neden ‘pardon pardon’ diyormuş..., hiç kendisi kemikten iğne yemiş mi vesaire vesaire...!
“Buyrun giyinin.” “Ne giyiniim böyle geldim. Çıplak mıyım ki, sıvandım işte biraz.” Diz boyu kahkaha. Millet kapı aralığına toplanmış, yirmi kadar okullu doktor adayı, hastane personeli, hasta ve yakınları, bana bakıyor.
Bir koşuşmayla emar’a götürülüyorum. O arada beni yürütüp ağrı kontrolu yapmaları gerek(miş), unutuluyor.
“Kalpli şort bulamadınız mı?” emar çekici gence ilk sualim. Adam incecik beyaz pantalonunun altına ekose don giymiş. Gülmekten emarın içine sokulamıyorum bir türlü. “Hastaneyi esir aldınız,” diyor adam.
Kapalı emarda kafamda gezdireceğim tilkileri önceden planlamıştım neyse ki. Dalıp yatıyorum öylece makinenin çıkardığı ağır inşaat makineleri gibi seslerle mütareke imzalayarak.
Bu da bitti, bir saat nasıl geçti anlamadım.
Alâ-i vâlâ ile geldiğim gibi uğurlanıyorum hastaneden.
Bir gün sonra gittik hocanın huzuruna ki, hoca sual ediyor... İğnenin tesiri ne olmuş..., ağrım onda kaç azalmış..., azaldıysa kaç dakika sürmüş...,” filaaaan.
Bilmiyorum ki. Beni ordan oraya koştururlarken unutmuşlar işte bir saat kadar yürütüp ağrı testi yaptırmaları gerektiğini.
O iğneleri yedim mi bir daha, sil baştan.
Daha iğneleri sokar sokmaz adam, “Geçti mi?” demiyor mu? “Ya sabır, erken doğum yapmış galiba valideniz,” diyorum.
Bir saat turluyorum sonra. Hava mükemmel, hastane bahçesi telaşlı ama eğlenceli. Yanımda sevdiklerimden bir demet.
Kakara kikiri.
“Biz Adile Abla’yı (Naşit) seyrederken bu kadar gülmemiştik,” diyor birileri.
Son gülen ben olurum inşallah.
(Annoya'mın yanından hiç ayrılmıyorum. Bakınız, O yazısını yazarken, Ben Cancan tüylerimi sokmuşum PC'nin kapağının arasından. Hani onu merak etmeyin diye yazıyorum...)