Kedili Mutfaklar

Perşembe, Ekim 30, 2008

Yatılı 3. Epizot

Neye baksam komiğini görme huyumu nasıl engelleyebilirim?


Cavit Bey bizim arabayı neredeyse döner kapıdan içeri sokacak. Hastaneye girişimiz böyle yapılıyor. Dönerin yanındaki dönmezden ani bir ‘araç’ çıkarıyorlar. Onlar buna araç diyorlarmış, aslında tekerlekli sandalye, ben başlıyorum gülmeye. Bizim vasıtanın kapısıyla onların aracının oturağı iki adım değil ama, atamıyorum. Çok oturunca böyle oluyor. Kalkmam zor. Gülmemin dozu artıyor. Kollanarak oturtuluyorum.

Hızlı bir hastane burası. Bekleme yapılmıyor. Aracımı süren genç de acayip hızlı gidiyor, koridorlardan Maserati geçiyor sankiyim! Egzos gürültüsü kahkahkahaaa. Manyak mıyım neyim diye herkes bana bakıyor ya, ben de bana bakan herkesi selamlıyorum.

Rontgenleniyorum bol miktarda. Ayakta yandan... Yatarak... Ayakta düzden... Hızlandırılmış birkaç çekim daha, telaş var çünkü dışarıda, iğneci bekliyor.

İğnecinin randevuları tak tak tak sıraya, dakika sektiremiyorsun. Daha iğneleri nereme niçin sokup çıkardığına bir manâ verememişken, “Tamam mı, geçti mi?” sorusu geliyor. “Ne biliiim ben. Yatıyoruz şurada, kalkınca görücez,” diyorum. Odaya girer girmez sormaya başladığım ahret suallerini başlıyorum sıklaştırmaya. Aletin adı neymiş..., ışın gücü KK’larını bozar mıymış..., beni ne kadar bozarmış..., iğnelerin muhteviyatı neymiş..., uzman iğneci guatrı olduğu için mi boyun koruyucusu takıyormuş..., hem canımı yakıp hem de neden ‘pardon pardon’ diyormuş..., hiç kendisi kemikten iğne yemiş mi vesaire vesaire...!

“Buyrun giyinin.” “Ne giyiniim böyle geldim. Çıplak mıyım ki, sıvandım işte biraz.” Diz boyu kahkaha. Millet kapı aralığına toplanmış, yirmi kadar okullu doktor adayı, hastane personeli, hasta ve yakınları, bana bakıyor.

Bir koşuşmayla emar’a götürülüyorum. O arada beni yürütüp ağrı kontrolu yapmaları gerek(miş), unutuluyor.

“Kalpli şort bulamadınız mı?” emar çekici gence ilk sualim. Adam incecik beyaz pantalonunun altına ekose don giymiş. Gülmekten emarın içine sokulamıyorum bir türlü. “Hastaneyi esir aldınız,” diyor adam.

Kapalı emarda kafamda gezdireceğim tilkileri önceden planlamıştım neyse ki. Dalıp yatıyorum öylece makinenin çıkardığı ağır inşaat makineleri gibi seslerle mütareke imzalayarak.

Bu da bitti, bir saat nasıl geçti anlamadım.

Alâ-i vâlâ ile geldiğim gibi uğurlanıyorum hastaneden.

Bir gün sonra gittik hocanın huzuruna ki, hoca sual ediyor... İğnenin tesiri ne olmuş..., ağrım onda kaç azalmış..., azaldıysa kaç dakika sürmüş...,” filaaaan.

Bilmiyorum ki. Beni ordan oraya koştururlarken unutmuşlar işte bir saat kadar yürütüp ağrı testi yaptırmaları gerektiğini.

O iğneleri yedim mi bir daha, sil baştan.

Daha iğneleri sokar sokmaz adam, “Geçti mi?” demiyor mu? “Ya sabır, erken doğum yapmış galiba valideniz,” diyorum.

Bir saat turluyorum sonra. Hava mükemmel, hastane bahçesi telaşlı ama eğlenceli. Yanımda sevdiklerimden bir demet.

Kakara kikiri.

“Biz Adile Abla’yı (Naşit) seyrederken bu kadar gülmemiştik,” diyor birileri.

Son gülen ben olurum inşallah.



(Annoya'mın yanından hiç ayrılmıyorum. Bakınız, O yazısını yazarken, Ben Cancan tüylerimi sokmuşum PC'nin kapağının arasından. Hani onu merak etmeyin diye yazıyorum...)

Pazar, Ekim 19, 2008

Armut dibine dibine...

Mutfakta hem var hem yokum


Çok renkli zeytinyağlılar aile mutfağımızın acayip başarılı olduğu bir dal. Başarısı şudur ki, her renk kendi özelliğini koruyarak pişer. Her rengin tadı kendine mahsus ayrıcalık taşır ve ancak lokmalarda birleştirilerek çiğnendikçe birbirlerine nüfuz ederek ortak lezzet halini alırlar. Demişimdir ara ara yazdıklarımın içinde..., ortaya böylesine tablo gibi yemekler çıkarmak dururken, salça kırmızısıyla yemeği çamura çevirenleri hiç anlamam, diye.

Annem Selma "hepsi çiğden" yöntemiyle pişirir zeytinyağlılarını. Ben de. Pek seyrektir soğanı kavurmamız, tabii ki dolma içi hazırlarken. Mesela, "Aha işte salçaların acısının tatlısının tam da yeridir," dediğim barbunya fasulyesi pişirirken veya.

Şimdiki günlerde mutfağım Annem Selma'nın kontrolunda. Şemsi'ciğimin ayıklar & yıkar yamaklığında muazzam bir ahenk tutturdular gidiyorlar.

Her gün en az iki çeşit zeytinyağlım oluyor... duu kiiiii, yine kapı çalıyor, boy boy sıra sıra koliler arz-ı endam ediyor. Edremit Pazarı bizim eve yıkılıyor sanki.

Günlük zeytinyağlı istikhakım üçe beşe bana mısın demiyor artık. Otlar kavrulur bir yandan, reçeller kaynar diğer yandan, mutfakta bir hareketliliktir sürüp gidiyor.

Ben de işlerin bir ucundan tutuyorum tabii. Mutfakta koli zamanları bensiz olmaz. Yaprağıydı, sapıydı, köküydü püskülüydü, ziyan olmadan mideye indirmek için ben gereğim, ben.

O mevzular ustasından soruluyor.

Diğerlerinde armut zaten dibine düşmüş olduğundan, ağız tadım aynen sürüp gidiyor.

Benim sevgili yağcım (!) Çiğdem'e ve Edremit'e buradan fena halde teşekkür ediliyor.

Tencerelerim benli bensiz kaynayıp gidiyor.

Mutfakta bir varmış bir yokmuş gibi yapan Annoya'nın yazısının pek tadı çıkmıyor.

Eh n'aapalım?

İdare...

Cumartesi, Ekim 18, 2008

YATILI 2. Epizot

Akıllar dağılırken neredeydiniz Oya'nııım?


Özel doktorların hasta kabulü, SSK sürelerini aştı. İsim yapmışlar erkenine üç aydan başlayarak, durum fazla sıkışık değilse daha da erteleyerek randevu veriyor. Dolayısıyla bir hasta yakınının aynı zamanda doktor yakını da olması zarureti doğuyor. Ben liste yapmışımdır. İlkokul arkadaşım filanca bu derde, kolejden falanca şöyle durumlara devadır diye. Muayenehane sekreterlerini de bu yolla aşarım, “Hocamız şeyim olur, aynı zamanda da şeyimdir af buyrun...”

Bir de ömrüne bereket Dr. Oya Kayacan Hanımefendi vardır. Internette beni arayan ona, onu arayan da bana rastlar. Mesleki değerlerimizi kefeye koymazsak, bana daha çok rastlar ya, neyse! İşte oradan da bir avantaj yakalıyorum galiba. Yani özür dilerim Oya Hocam ama, bana ilk anda Hocam diye hitabeden bu muayenehane sekreterlerine, “Hayır ben o değilim, aç internette bak benim bir başkası olduğumu göreceksin,” filan diye ağız dalaşına girmiyorum.

Gidip kendimi teslim etmeyi seçtiğim bir kalburüstü doktordan randevu alışımız da, anlattığımın başka versiyonu. Kuzenim Cemal Kayacan’ın gelini sevgili Esen’imiz seçtiğim doktorun yakınının yakının...

Randevu tamam, sıra gitmekte. Bir hastaya dört refakatçi. Artı dört kişiyi bir araya getirmek ve de hastaya/bana sahip çıkabilmek için sabahtan itibaren olağanüstü tedbirler alan iki şöför. İstanbul burası, istediğin yere istediğin saatte vardığın zamanlar sayılı.

Hastaneye varıyoruz neyse, tamam. Zaman müsaittir diye kafeteryaya kurulup çay keyfi yapıyoruz, o da tamam. Huzura çıkıyoruz ki, o da ne? Hoca’nın görmesi için kapı dibine hazırladığım, evden çıkarken uzun uzun gözlerimin içine bakan ne kadar film dizi dokümanter filan varsaaaa..., hepsi o hazırladığım yerde kalmış.



Hocalara yakın olmak bu durumda da geçerli oluyormuş; güldü bize.

Ablam Hülya’nın yanağını, benim elimi okşadı.

Sonra dün bir daha gittik. Salı günü bir daha gidilecek.

Daha bana neler olacağını bilmiyorum. Belki bilince de söyleyemem.

Diyorum ya, dert anlatmaya pek müsait değil bünyem.

Çarşamba, Ekim 15, 2008

Tatlı yiyelim...

Korkarlar benden. Ödü patlar eşin dostun. Mümkün mü bir yerlere gidecekler de, elleri boş dönsünler? Yemecesine tabii.

Gözüm tok değil n'apiiiim?

Efendiiiim, Annoya'nın ablası Hülya ve eniştesi İnal'dan meşhuuur Antakya kabağıııı. Kireçte pişmiş. 24 ayar gibi parlıyoooor. Bu ne lezzet, ne bu lezzet ooooy ooy.

Ve şimdi deeee, Annoya'nın can dostları muhterem Hayati Kaptan ve Arzu'dan Gelibolu Mevlevi lokumuuuu. Unu yoook, şekeri yoooook. Basmışlar baharatı, basmışlar acıyı vaaaay vayy... Yeme de yanında yaaaat.

Elmalar bahçeeeeee. Bahçe bizim kim karışır? Her yıl bu mevsim bu evde, bizim elmadan Annoya tatlıları yapılır. Kendi kafama göre takılır, her seferinde harika lezzetler yakalarım.


Bu sefer Annem Selma ile aramızda tatlı tatlı çekişiliyor. Önce, "At onları kurtlu murtlu şeyler, uğraşma," diye başlıyor. Ben, sessizce ayıklamaya devam ediyorum. Dörder, sonra üçere kesip biçip dolduruyorum elmalarımı tencereye. Annem Selma değişik fikirler üretip vermeye başlıyor şimdi de.

"Bari önce şerbetini, sonra şeyini şeyttir..."

"Azıcık yumuşat at şekerini de, öyle kendi kendilerine şooolsunlar."

"Olmaz, o dediğin gibi olmaz, elma su koyvermez boşuna uğraşma..."

Şöyle yaptım çocuklar. Tencereye doldurduğum elmaları şekere basıp koydum kenara.

Vallahi benim de elmanın su koyverme kabiliyetinden zerre kadar haberim yoktu. Deniyorum sadece. İki saat sonra elmanın suyu boyunu aşmasın mı? Kendi suyunda kaynattım ve bir oldu bir oldu...

Annemin kafasına kapak düşecekti neredeyse ki, bıraktım limonla kestirmeyi kendisine!

"Bak gördün mü," dedi. "Şu Antakya'nın kabak tatlısı gibi, çıtır çıtır oldu ben limonunu katınca..."
Ellerine sağlık anneciğim.


Meraklısına not: Annem Selma bir süredir benimle kalıyor. Küçük kızına bakıyor, şımartıyor...

Meraklısına bir diğer not: Artık haberleşmek kolay, ulaşım vızır vızır. İsteyin gelsin .
http://www.mevlevilokumu.com/
Antakya, Seçkin Tatlı 0326 212 1596, 0555 410 0665

Pazartesi, Ekim 13, 2008

YATILI 1. Epizot*

Önce yatak


Kendi kendime yatıya gitmeye hazırlanıyorum, hattâ süreç, kimseye çaktırmadan başladı bile. Henüz süresi bilinmeyen bu devrede her türlü rahatımı temin etmeli, fena halde ağırlamalıyım kendimi.

Yatı’nın yat’ından yola çıkarsak en önemli malzeme yatak olmalıydı. Hani düşünüyordum, fazla sürmedi. Tempur http://www.tempuryatak.com/index.htmn geldi, yatak odama yerleşti. İlk günler diken üstünde gibiydik, alıştık ki, Cancan memnun ben memnune.


Yatak odamı yatmak için kullanırım.

- Yaaaaaa?

Yaaa... İçinde ekran kabusu, telefon zırıltısı cinsinden hiç bir elektronik barındırmaz. Duvarları bomboştur, toz tutmaya müsait mevcutlar namevcut. Sevmem öyle okul çocukları gibi tepemde kütüphaneyle uyumayı, gece okumalarına müsait birkaç başucu kitabı yeter de artar. İki de yağlıboyam var, duvara dayama; gözüm değdikçe şenlenip kafa bulduğum.

Ortopedik yumuşaklıkta sabomsularım, pislik yuvası, görgüsüz duvardan duvaralara bin basar. Daha olmayanlar..., sandıklar, yastıklar, aynalar, kanapeler koltuklar, oyalar boyalar, üstten çıkanlar, alta giyilenler, içecek sıçacaklar; alo alooo kokoş kadıncıklar...

Olanlara ilave Tempur Ayısı** ve Roma’lı Maymun Gülücük***.

----------

Yatılı anlatısı, ne zaman ve nasıl belli değil ama sürecek.


* Ana temaya bağlı ikincil anlatı
** http://kedilimutfaklar.blogspot.com/search?q=tempur+ay%C4%B1
*** http://kedilimutfaklar.blogspot.com/search?q=g%C3%BCl%C3%BCc%C3%BCk

Çarşamba, Ekim 08, 2008

Benim mutfağım senin mutfağını döver!

Aklımda aklımda deyip deyip geçiştiriyorum o gün. Geçen ayın son Cuma günü. Aklım sıra müthiş olacak. Bayılacak herkesler, başta ben tabii.


Aklımda olan mısır ve pirinç patlağı olan o yuvarlak Eti şeylerini kullanmak aslında. Lakin kalkıyorum sinemaya gidiyorum o ara. Her sinemaya girerken yaptığımı yapıp yarım dozluk popcorn kesekağıdımı basıyorum bağrıma.

De Niro severim, Pacino'ya laf söyletmem, yine aklım sıra Orijinal Cinayet(ler)'i de seveceğim, oysa..., sardıramıyorum bir türlü, seri ölüler bile heyecanlandırmıyor beni. Popcorn yiyemiyorum yani keyfime dalıp, hele filmin sonunu hiç denk getiremiyorum.

Ezcümle, kesekağıdım patlak mısır dolu, aklım derseniz hani o aklıma taktığıma gebe, dönüyoruz eve.

İki avuç güneş kurusu domatesle bir soğan, iki diş sarmısak ve kekik birlikte bıızzzztlanıp hallediliyor. Popcorn giriyor işin içine.* Bir acı biber de... Yine bızzzt ve de tadına bakacağım şimdi.


İşte bu an, o tadına baktığım an oluyor ve hemen küçük bir meze tabağı ayrılıyor bir kenara. Sızması süsü filan, rakı yanına birebir, hattâ bire iki bu. Yani ben bir kuş derken, al sana bir taşla ikinci kuş.

Çünkü ben aslında diyordum ki;... derken bızzztın bıçağını çıkarıp kıyma katıyorum içine. Başka kap kirletmeyelim diye ve de elimle karıştırıyorum hafifçe. Fırın kabına yayıp sızmalayarak..., sıcak fırına atıp gözleyerek..., kuru görünmüşse gözüme iki üç kaşık sıcak su gezdirerek..., piştiiii.



Pardon, çok özür dilerim. Kebap gibi bir şey keşfedildi. Fena bir şey bu da. Yediriyor çok fena kendini. Daha atıyorsun ağzına, haydi bir çatal daha at hallerin geliyor.

Sonra daaaa benim o elleri maşalı hallerim geliyor, dayıyorum ikisini de belime, "Benim mutfağım senin mutfağını döver..."

Haydi hayırlısı, artık size de birilerini dövmek düşer.

Elime geçirsem De Niro ile Al Pacino'yu benzeteceğim aslında.

Aklımın sırasını seveyim.


* patlamamış mısır taneciklerini dikkatle ayırın veya da benden akıllı davranıp Eti patlaklarına müracaat edin.

Cuma, Ekim 03, 2008

Palamut morta doppia

Eve palamutun canlı gireceği yok ya, tabii ki can vermişiydi. Macché natura morta...* Canlı duruyor(du) adeta...

Cancan israrcı, "Yiyelim de yiyelim, hemmen yiyelim."

- Nasıl yapalım oğlum?

- Ağzıma layık yapalım. (Demektir ki az sızmaya az tuzla oğulmuş balık ızgarası.)

Ne bu haller? Yarı dolu/boş buzdolabı bu evin yüz karası. Salata bile, bile bile yok... Sokaklama halleri programlanmış. Belli değil ne zaman nereye ama sokaklarda yemeye teşne bir garip bünye. Pide bile çekiyorum için için... Yani içime pide dahi girsin istiyorum. İstikamet Beylerbeyi Meydanı.

E peki ya palamut neyliyor kucağımda natura morta? Şeyliyor canım işte, oğlana söz verilmiş yerine getiriliyor. Meydan'dan geçerken, "kuyruktan keees, yarım poorsyon," diye seslenecek halim yok ya Balıkçı İsmail'e.

Kalanı da tarafımdan yenmek üzere ızgaralanıyor?

Beş taze soğan, yarım demet maydanoz, kereviz yaprakları bııızzzzzzt..., çevreye yayılıyor bunlar, çingeneye çingene pembesi sardunya kalmamış, kırmızı çiçeklerle süsleniyor. Palamut doppia morta.

Rakı vardı tabiii ki yanı sıra dörtte üçün. Alkolsüz pide üzerinden iki saat geçmişti, tam da zamanıydı.

Keyifliydik.

Herkes anladı mı?



* Amma da ölü haaaa! (çoook taze anlamında)