Balkabaklı, safranlı pilav
Bir oldu ki, işte ben pilav buna derim, desem...
Dünyanın en pahalı baharatı za’faran için yazılmış harika bir yazı okuyordum. Renk, tat ve koku avcılarının göz bebeği olan bitki. Renk, tat ve koku özelliklerini çiçeğinde barındıran tek bitki. Anayurdu Magrip’in (Fas) Atlas Dağları.
Hemen aklıma gelenler meşhur Fas kuskusundan çıkan baş döndürücü safran kokusu, buzdolabımda duran incecik bir dilim balkabağının safranla iyi dost olabileceği, bol bademli tereyağlı pilavda devrim yapıp balkabak ve safranı da aynı tencerenin içine sokabileceğim ve son olarak da derhal kalkıp mutfağa gitmem gerektiği.
Pilav, benim ölçülerime göre bire birbuçuktan biraz fazla ile yapılıyor. Yani bir ölçü pirinci sıcak suyla ıslattıktan, iyice yıkayıp süzdükten sonra birbuçuk ölçüden azıcık fazla sıcak su ile pişiyor.
Rendelediğim balkabağı dilimini ne kadar tereyağı o kadar lezzet esasına göre
tereyağı içinde çeviriyorum. Yüksek ateşte ancak kavrulup kararmadan pişmesine dikkat ediyorum. Birer çay kaşığı safran, tuz ve şeker katarak mis gibi bir kokunun sardığı mutfakta keyiften çıldırırken bir yandan, diğer yandan da pirinci katarak çevirmeye devam ediyorum. Neler neler oluyor, tencereden çıtır çıtır, karnımdan gurul gurul sesler geliyor. Pirinç saydamlaşıyor, suyunu katıyorum ve göz göz olmasını beklerken bademlerimle uğraşmaya başlıyorum.
Bol badem, tuzsuz ve kabuksuz olsun, yine bir miktar tereyağı içinde iyice kızarsın. O arada pilav da olmuş olsun. Kızarmış bademleri yağıyla birlikte dökelim üzerine, taze karabiber çekelim azıcık, bir tutam daha tuz gezdirelim. Örtelim tencereyi şimdi tertemiz bir mutfak beziyle, kapağını da bastıralım sıkıca, demlensin.
Tel tel attırın sonra kaşığı alttan üste doğru havalandırarak.
Ben ne desem boş.