Kedili Mutfaklar

Cumartesi, Eylül 29, 2007

Limon da limon, illâ ki...

Önce limoncuklarımın boyunu posunu gösterelim bakalım. Normal boyutta limonların yanında bebecik kalıyor bu yeşil limonlar. Öyle çoklardı ki önce sağa sola, votkacılara, kullanmayı bilenlere özleyenlere filan dağıttım. Sayesinde cin tonikler içildi, limonatalar lezzetlendi, birkaç damlasıyla çayı Hintlilerin limon aromalı çay tadından bin güzel etti, acımsı ekşisiyle salatalara nerden geldiklerini şaşırtı...; daha daha anlata anlata bitiremem ben bunların mutfağımda nelere kadir olduğunu.
(Bakınız naneli laymonata 29 Temmuz, 2006 http://kedilimutfaklar.blogspot.com/2006/07/naneli-laymonata.html#links )

Hintlilerin limon çayını nasıl yaptıklarını anlatırım ama. Çaydanlıkta ısınmaya başlayan suya çay ve limon suyu koyularak kaynatılacak. Şeker arzuya göre! Veya evdeki limon aromalı Hint çayını kullanarak, üstelik ipek kese içinde, sırma bağcıkla bağlı.



Yine de bir hayli limoncuk kaldı buzdolabı çekmesinde ve günlerce, "Ne yapalım bakalım sizden," sorusuyla karşılaştı zavallılar.


Limon turşusu diye Google'a girince Özgül, Dilek, Ev Cini ve dahası var..., tarafından hazırlanmış olanları bulacaksınız. Bu da yeşil minik limon / lime turşusu olsun bakalım, katılsın aralarına.

Nedenini anlamadığım bir adeti var bu işi yapmanın. Limonlar boyuna dörde bölünecek ama tepelerinden tutar bir nokta bırakılacak. Peki o zaman, işe böyle adeti veçhile başlamakta yarar var; gerisi bana nasıl eserse devam eder.

(Yeşil limon turşumun iki hafta sonraki hali. Solunda sek votkalı siyah üzüm, sağında ise şekerli votkada kızılcık nöbette.)

İçine sivri süs biberleri, deniz tuzu, limon suyu, sarmısak dişleri ve su koyduğum yeşil limon kavanozumu altüst ederek ve kâh tepetaklak, kâh dikine bırakarak iki hafta beklettim. Malzemenin su yüzüne çıkmaması için pişirme kağıtlarından kullandım. Bu iş için kağıtları buruşturup kavanoza tıkıştırıyoruz.

Bugün, yani ikinci haftanın sonunda tadına baktım. Daha çok sert ve içine değişik kokular karıştırmak gerekiyor. Kereviz sap ve yaprakları, defne yaprağı, kocaman bir kekik dalı, biberiye, zencefil; hepsi de taze taze, bence bu iş için mükemmel.

Biraz daha da limon sıkmalı..,

daha şık bir kavanoza koymalı...,

kavanoz içindekileri bu sefer kağıt yerine limon kabukları ile bastırmalı...,

zamanı gelince icabına bakmalı.

----------

Limon turşumun iki hafta sonraki durumu: limonları yıkayıp temiz bir kavanoza geçirdim. Dışarıda durduğu için kapağa yakın yerler beyazlanmıştı biraz. Suyunu da tel süzgeçten geçirerek yeni kavanoza aldım. Yeniden bir limon ve laf olsun diye bir de mandalina suyu sıktım içine. Artık buzdolabında duruyor.

Pazartesi, Eylül 24, 2007

Bir habere iki fotoğraf

Annoya'm, "Haftadan artan haberleri yazalım mı?" dedi. Ben de hazır bilgisayar başındayım, yardım edeyim bakalım, patilerime yapışmaz ya...

Mevsimi değil ama bizde var. Kokusundan mutfağa girilmiyor üstelik. Edremit dağlarından toplamışlar, Çiğdem Abla da koymuş kargo kutusuna, yallah İstanbul. Kutuyu açarken Annoya dokuz sekizlikti zaten, bir zilleri eksik.


Ooooh oooh, aynı eski Arnavutköyler, Tarabyalar gibi bunlar. Ne çok severdi rahmetli Dedem Nuri, ruhu şadolsun. Eylül 21'di, dedemin ölüm günü, tam onbir yıl önce. Annoya'm mezarı başında şarkı söylemiş gidip, o anda aklına gelenleri şarkı gibi söylemiş. Bu çilekleri de söylemiş şarkının içinde.


Bayramlık likörler sıram sıram kuruldular mutfağa. Bizim deliye her gün bayram olsa da, el öpmeye gelenlere ikramımız hazır. Hoş, ne güzel bir anlatımdır, "Herkes deliye hasret, biz akıllıya..." Valla billaaaaa.


Çileklerden bir miktarını, yarım litrelik şarap sürahisine yatırdık tabii hemen. Dört kaşık şeker koyduk içine, bastık üstüne votkayı. O güzelim pembesini saldı mı sana. Koklamaya doyamadık. Bizim çilek yapraklarının üstünde pek yakıştılar fotoğrafa değil mi?


Aaaaaaay ay, biraz çarptı mı ne bu çilekli votka kokusu beni? Hem sade kokusu mu? Duymasın ama, Annoya'm şekerini çalkalayıp eritmek isterken tezgaha damlayanları da yaladım galiba yanlışlıkla.

İlk defa başıma böyle bir iş geldi. Bari keyfini çıkarayım bakalım. Otur Annoya'm sen de yanıma, başımı sev yavaş yavaş, minik sesinle mırıldan benim gibi...

O kocaman karpuzu ne zaman keseceğiz diye merak ediyorduk. Annoya Pazar sabahı aldı bıçağı eline, tam karpuza batırdı batıracak, çatır da çutur çatlayıp patlamaz mı karpuz? "Hiç böyle şey görmedim," dedi Annoya. Sonra elleriyle parçaladı koca karpuzu. Çok komik ve çok ilkel bir görüntüsü vardı. Ben ve oğlum Cancan mutfakta durup güldük eğlendik. Yere sıçrayan karpuz çekirdeklerini kovaladık, yaladık.

Sonra, soğuttuğu karpuzu sepet peyniriyle yedi Annoya'm. Bu sepet peyniri de koliden vurulan voliden! Çiğdem Abla demiş ki, "Bu peynir sepete 2004 yılında girdi." Ne biz anladık bir şey, ne de Annoya... Yani 2004'ten bu yana üç yıl filan geçiyor aradan. Ne yapmış onca zamandır bu peynir sepette? Neyse ne geçerse iyi geçmiş doğrusu, sepet peyniri de sepet peyniri olmuş yani. Bayılıyoruz. Kırıntı mırıntı hiç kaçırmıyoruz, götürüyoruz bulduğumuz yerde, ben ve oğlum Cancan. İnanmayacaksınız ama karpuzlu tabağı bile yaladık sonunda. Biz azdık artık, fena halde azdık. Yemediğimiz nane kalmıyor.

Bu bahçe Bağlarbaşı'da Koç Allianz'ın bahçesiymiş. Gayet bakımlı, çiçeklerle ağaçlarla donatılmış bahçeye kabak diken kimdir acaba, merak ediyor Annoya. Bir de bu kocaman tatlı kabağı çiçeklerinden yapılacak dolmaların ne biçim olacağını çok merak ediyor. Var mıdır deneyen, bize de söylesin. Toplamaya utanıyormuş çünkü. Öyle ya koskoca kadın, gelen geçenin gözü önünde kabak çiçeklerini götürüyor şekliyle tuhaf olurmuş diyor.

Komik bahçıvan her kabağa bir yatak yapmış gazete kağıtlarından, hayli de varmış üstünde. Bir iki tanesi yerdeymiş ama diğerleri bitkinin tepesinde büyüyormuş. Annoya'mız ilk defa tatlı kabağını yetişirken gördüğü için, sık sık kontrol ediyormuş. Sahi bunlar kocaman olunca nasıl duruyorlar dal üstünde?

Sanki, "Manda yuva yapmış söğüt dalına," bu duruma pek de denk düşüyormuş.

Haberler bu kadarla kalsın.

Sıkıldım kalkıp oynamak istiyorum.

Dokuz sekiz bilmiyoruz ama çok güzel kovalamacalı saklambaç oynuyoruz benim oğlanla.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Patlıcanlı köfte

Köfte ve patlıcan çok yakışmaz mı? Yakışııır... Salçalı köfte yanında bir şekilde patlıcan yemek sevilmez mi? Seviliiiir. Evdeki iki küçük patlıcanımla köfteli bir çeşit uydurmak bu sabah aklıma düşmez mi? Düşeeeer. Eh o halde, ne bekliyorum?

Çanakkale domates mevsiminin sonu değildir inşallah, bu hafta da bulabilirim. Elimde ne kadar varsa köftenin salçasına koyunca içime indi doğrusu. Buldum buldum yine Selimiye Çarşamba’da. Yoksa kuru domates girecek devreye. Kış gelmiş hoşgelmiş olacak mutfağıma.

Yedi sekiz tane büyükçe domatesi, kabuksuz olarak iri doğrayıp koydum ateşe. Baharat diye çok sevdiğim caribbean jerk girdi yine devreye, yanında deniz tuzu ve iki süs biberi, dört diş sarmısak, karabiber de... Köftenin sosu olacak bu karışım. Baharatlarımı sosun içinde tercih ettim, yoğurduğum malzemede değil.


Kıyma 400 gram var yok. Orta boy iki soğan, yarım demet maydanoz bızzzzzlandı. Bir su bardağı bayat ekmek kırıntısı ile karıştırıldı. Ve deee, iki patlıcanımı da bızzzzzt yaparak fazla yoğurmadan kocaman köfte topları yaptıııım. Kaynamakta olan domates sosunun içine dizdim. Zaman zaman sıcak su ilave ettim tabii, domatesler çok çabuk salça gibi oluyor yoksa. Biraz da fazlaca pişirmeli galiba bu köfteleri, hem büyükçe olduklarından hem de patlıcan lezzetinin iyice oturması için.

Patlıcanli köfteler sosa yerleşip pişmeye hazırlanınca, çeşit çeşit kekiklerimden ve fesleğen topladım yine penceremin önünden. Bayılıyorum kendi otlarımı toplayıp kullanmaya. Otlarımı her yemeğe sokuşturup yakıştırmaya...

Yanında dondurucuda bekleyen son porsiyon ısırgan otumla pişirdiğim şehriye pilavını çok keyifli yedim. Klorofil yeşili ve kırmızı soslu köfte birlikte.

Köfte bildik bir lezzette ama ne?

Şımarmaya gelince, Trabzon yağı var ya evde, evde olunca ‘ha pu pişurduklarumda’ olmaz mı?

Perşembe, Eylül 20, 2007

"Sür sür ye"

(Trabzon yağı işte buymuş. Sütün sadece kaymağı imiş. Bu kadar büyük bir tereyağı topağı inanın ilk kez evime girmiş...)

Hayatımda duyduğum en iştah açıcı sözcükler bunlar. "Sür sür ye." Bir de anlatımını görseniz; anlatımdaki ses tonunu, mimlerini ve mimiklerini. Işıyan gözleriyle ağzından bal damlatan tariflerini yaparken, bir elindeki hayali ekmek dilimine diğer eliyle hayalindeki lezzetleri sürmesini. "Hah tamam," diyorum içimden, "şimdi de yedirecek o kocaman hayali dilimi bana. İtiraz filan da dinlemez eminim, basacak boğazıma, yer misin yemez misin?"

Halimiz pandomim.


(Karayemiş üstte , Amasya eriği altta solda www.damak-tad.blogspot.com Gül'den Trabzon reçelleri.)

Tehlikeli. Bana sorarsanız bu kadın fevkalâde tehlikeli. Yemediği yedirmediği zamanlar bile yermiş yedirirmiş gibi yapanlardan. Annem Selma gibi. Tereyağları reçelleri ekmeğe sürüp sürüp boğazıma dayayanlardan. O zamanlar tabii.


(Sağ üçgende Torasan, altta patlıcan inciri reçelleri yine Trabzon tatları, yine Gül'den. Yeşil yaban incirler derseniz Edremit'li Çiğdem yapımı.)

Şimdi gelelim yağlı ve reçelli ekmeklerin neden olduğu komşunun vaveylasına. Kadın yan bahçeden avazı çıktığı kadar bağırıyor, "Bu gün gül reçelli yağlı ekmek attı... Dün çilek reçelli yağlı ekmek atıldı. Her gün bahçeme yağlı ballı ekmekler atılıyooooo..." Annem Selma evimizde mevcut ve adıyla anılan reçelleri duyunca fırlıyor balkona. Bir de ne görsün, bana sürsürlediği ekmekler komşunun bahçesinde. Atan belli, komşudan özür dileniyor, Oya azar işitiyor.

Değişik önlemler alınacak tabii artık, Annem Selma ağzıma tıkıştırmaya başlıyor lokmaları, ben yanaklarımda biriktiriyorum. "Haydi yutsana yutsana," uyarıları arasında iki dakika dikkati dağılıyor zavallının... Ben de, iki yanından çekince açılan masalardan vardır ya hani, o zaman ondan var bizde; işte onun altındaki kat yerine sokuşturuyorum yanaklarımdan boşalttıklarımı.

Aradan yarım asır ve fazlası geçti... Tereyağını çiğ olarak halâ hiç yiyemem. Yemeklerde bayılırım. Dün akşam iki avuç ıspanağı bu yağda kavurunca aldığım lezzet anlatılır gibi değil. Tereyağlı pilavı derseniz, ben başka ne zaman bu kadar tereyağı lezzeti ve kokusunda yemiştim?

Gül'cüğüm, reçelleri öyle böyle değil kaşıklaya kaşıklaya, süre süre yiyorum da tereyağını çiğ maalesef. O gün söyleyemedim, senin o teatral anlatımını bölemedim, bozamadım, beni affet.

Haa, şu annemle aramızdaki tereyağı meselesinin nedenini merak etmişsinizdir. Hiç belli olmuyor şimdi ama ben çocukken zafiyet geçirmiştim. Halâ adını duyunca krize girdiğim çocuk doktorumuz da tereyağ yememi salık vermişti. Sevsem de sevmesem de. Bir de balık yağı içmemi. Nerdeee, o zaman o boncuk boncuk, lup diye yutulan balıkyağlarından mı var? Resmen pis kokulu bir yağ içiriyorlar adama.

----------

Trabzon'a sevgiyle...

Gül'e diyecek söz bulamıyorum.

Pazar, Eylül 16, 2007

Mexico, mis en scène


(Bu acı biberler yok mu? Var işte, var bir kere. Eh öyleyse bir fajitas çeksem kendime, kendi kafama göre. Bir gece önceden başlasam hazırlık hallerime. Mutfağımdaki kadın kâh fare Remi’nin robot ahçısı, kâh Oya’nın programlı mizansenleriyle çalışıyor ya... )



Prograaaam...

Izgara yapmaya yarar yumuşak bir et cinsi olmalı elde, mesela antrikot veya bonfile. Bir parmak kalınlığında şeritlere kesilmeli etler. Birkaç karanfil, acı süs biberi, paprika, kimyon, karabiber, biberiye, sarmısak, soğan, tuz, laym suyu, sızma... Bu / benzeri malzemeyi, ezerek/keserek/sıkarak karıştıracak ve etlerle ovaladıktan sonra kapaklayıp bırakacağım buzdolabında.



(Sonra n’oluyor? Ertesi gün oluyor, buz gibi bira eşliğinde fajitas yeme heyecanı sarıyor ortamı. Neden bira peki? http://www.mariachi.com.tr/main.asp Bira şişesi üzerinde agav resmi olduğundan. Yani agav* deyince akla tequila, tekila denince Mexico, Meksika derken fajita, fağhita demeden de akla agav geliyor ya, işte ondan!)

Atıp bir tavaya pişirilecek iyice ne var ne yoksa, yüksekçe ateşte. Soğanlar kahverengi kahverengi olacak, etler kızarmış. Evde tortilla varsa ne alâ. Sar ye. Yoksa, beklersiniz benim gibi. Kapı çalar, aportman görevlisi İsmail sıcacık bir pide getirir. Sarmadan yersiniz.

Favayla, turşuyla iyi gider. Varsa, yanında ekşi kremaya bayılır. Sizde acılı bir fasulye olur mesela kuru veya barbunya, onunla da çok yakışır. Keşke bende de olsaydı.

Üzerine sert bir filtre kahve ister, olur ya doppio espresso** denk düşerse daha da iyi olur. Kahveye kahve likörü ve tequila katılır, krema da eklenir. Olur sana Meksika kahvesi.


"Eh işte, Annoya'dan Mexico, mis en scène bu kadar olur," demeyin. Biramı içtiğim bardağım ve birazdan bir tek tequila atacağım kadehim dahi Mexico uyrukludur.



(Efes reklamı yapıp da Tuborg'u atlamak olmaz. Agav aromalı, limonlu Tuborg da var.)

* su depolayan, sukkulent bitki familyasından
** duble




Cumartesi, Eylül 15, 2007

Dost biberi baldan tatlı...

(Kuru olanlar geçen yıl Bozcaada'dan geldiler, Ablam Hülya getirmişti. Ye ye bitmedi tabii ve yanına bu yıl Edremit'ten Çiğdem'den gelen tazeleri de asıldı. "Biber sağlıktır, bolluk berekettir. Gözden korur, nazarı alır..." der Oya)

Bugün sözü Çiğdem'e bırakıp, bu güzelim biber hallerini az aşağıdaki biber yazısının yorumlarından ön sayfaya çıkarmakta fayda var.


"Aslında herşey kırmızı biberlerden salça yapmamla başladı. Benim salça nasıl desem... biraz biber püresi kıvamında. Kimini sadece tatlı biberlerden yapıyorum, kiminin içine de o zehir gibi acı köy biberlerinden katıyorum. Acılı da güzel oluyor. Oluyor olmasına da kalan biberi kurut, turşu yap, biber reçeli yap... Her taraf acı biber olunca ancak akıl edebildim. Dolmalık biber, yeşil kapya biber, çarliston biber ve bu acı biberleri hep birlikte yıkayıp ayıklıyorum. Acıları ayıklarken ameliyat eldiveni giymekte yarar var. Yoksa...


(Bunlar benim mutfağıma şenlik, Edremit'ten Çiğdem'den gelenler. Tatlı olan kırmızıyı yalayıp yutuyorum, acı olan yeşili sadece yalıyorum. Çiğdem benim rengi rengine yemek pişirme keyfime yeni bir boyut kattı üstelik. Artık yeşilli sarılı filan yemeklerimde kullanacağım yeşil biber salçam var. Aklınla bin yaşa e mi sen...)

Hepsini düdüklü tencereye koyuyor, bir avuç da su atıyorum içine. Buhar çıktıktan sonra 25 dakika haşlanıyorlar. Yine eldivenle kabuklarının içinden bir tatlı kaşığı yardımı ile sıyırıp alıyorum. Avuç içinde suyunu sıkıp bızzzzzzzzzzzzzzzzzt yapıyorum. O püreyi de bir kaşık tuz ekleyip tencerede kısık ateşte 40 dakika kaynatıp suyunu buharlaştırıyorum.

Küçük kavanozlara koyup, ağzını sıkıca kapatıp havlu arasında baş aşağı soğutunca da konserveleniyor. Açtıktan sonra buzdolabında tutulup üzerine biraz sızma gezdirilince hiç küflenmiyor. Kırmızı biberin bir kilosu ile 300 gr alan bir kavanoz salça yapılabiliyor. Yeşillerden 1.5 kilo kullanmak gerekiyor.

Biber reçeli ne diyenlere onu da tarif edeyim :-) Acı biberler doğranıp az yağda kızartılıyor. İçine bol rende domates, 2-3 diş sarmısak, tuz, karabiber, 2 adet kesme şeker konulup iyice koyulaşana kadar pişiriliyor. Hepsi bu... Adanalı bir arkadaşım sabah kahvaltısında yemeyi çok sevdiği için adı biber reçeli kaldı. Acılı ezme gibi güzel bir rakı mezesi olur.

Umarım herkese afiyet olur."

Devamında her an her şey olabilir...

Çarşamba, Eylül 12, 2007

Mutfak yıkılıyor...

Herkesler çocuklarını Ikea’ya götürüyorlarmış. Oyuncaklar filan varmış, hattâ mama da satılıyormuş diyor Annoya’m. Biz kedi çocuk olduğumuz için götürülemiyoruz öyle yerlere. O da n’aapmış, mama önlüklerini bize getirmiş.

Saçma işler yani. Biz insandan daha medeniyiz bu konuda. Ne üstümüze başımıza dökeriz yemekleri, ne de ağzımıza burnumuza bulaştırırız. Bir yalanırız akabinde*, iki de pati pati yalar yıkarız suratımızı, pırıl oluruz. Neyse getirmiş işte o önlüklerden, taktı boğazıma. O ara ben de Çiğdem Abla’nın Edremit’den gönderdiği pekanlara dadanmıştım. Küçük faremi de soktum aralarına, oynuyordum. Annoya da büyük fareyi getirdi, pat fotoğrafım çekildi.

*müteakiben, ardından

Yine ortalığı birbirine katıyorum. Bana ve oğlum Cancan'a hiç kızılmaz bu evde. Çocuklara kızılmazmış çünkü.

Kızdı mı öper bizi Annoya, sevdi mi öper, hoyrat hoyrat burnunu sokar tüylerimize öyle öper, böyle öper... Yoksa ben ve oğlum bu dünyanın en çok öpülen kedileri miyiz?


Mutfakta yerimizi aldık. Bekliyoruz. Boşa çıkıyor beklentimiz. Kolide bize göre şeyler yok. Çıkanların arasından, Oğlum Cancan yanlışlıkla süs biberi yaprağından yemeye çalıştı. Öööö yaptı sonra. Annoya ağzına süzme yoğurt sürdü hemen. O biberler zehir gibiymiş, ya zehirlenirseymiş oğlumuz mazallahmış. ..

Annoya ganimetlerini yıkadı. O üzümlerden yine geldi. Bağ bahçe yıkılıyormuş Şarköy'de, süper hasatmış bu yıl.

Edremit'ten koli meselesi de inanılır gibi değil. Çiğdem Abla'dan gelen koliye hasta oldu Annoya. Bademler çıtırdıyor resmen ısırınca. Şeftali erik arası hiç tanımadığımız bir lezzetle müşerref oluyoruz. Bir de resmedelim dedik koli içeriğinden üç beş mamayı. Yanlarına üzümden de koyduk, Antalya'dan gelen yeşil limonlarımızdan da.

Hadi yine iyisin Annoya.

(Arkası varrrr...)

Pazar, Eylül 09, 2007

Lâpa ve pizzası

Canımın istediği lâpa olunca hemen yaptım. Domatesli yaz lâpası. Acele, kolay tarafından. Nasıl da keyifli yedim anlatamam, hafiften Urfa acısı da gezdirince hele üzerine.

Yine elimi bol tutmuşum tabii. Ah o bir gün önce tatlı tatlı yediğim, tadına doyamadığım lâpam ertesi gün sanki hasta lâpası gibi bakmıyor mu yüzüme?
Hani çocukmuşum, midemi çok bozmuşum, annem Selma bol limonlu lâpayı sürmüş önüme. Yersen. Sevmiyor değilim ekşi ekşi ama hastayım ya, nazlanacağım elbet.
Hah işte, sanki o günlermiş gibi başlıyorum kendi lâpama da nazlanmaya; gitti gidecek az daha, dam üstüne, kuşlara.
O ara aklıma kızarmış pirinci ne kadar sevdiğim geliyor. Diyorum ki kendime, "Aç şunun altını iyice, kurusun kızarsın, kızarmış lâpa olsun..."
Azıcık sızma tavaya, sızma kızınca pirinçler içine bastıra bastıra... Ah oh ne güzel, kenarlardan da toplaya yuvarlaya pirinçleri, altı kızardı. Çevir, tabak yardımıyla tersyüz et yani... Sonra bir daha çevir ve o anda benim aklıma gelen veya senin aklına gelecek olanla süsle pirinç pizzanı.

(Annoya'm bu yaptığına da bayılacak. Muhteşem oldu sanki. Kulak gölgemden anlayacağınız üzere ben Cancan, parmesan kokusuyla nefsimi körletiyorum! Tıklayın sizinki de körlensin.)

Parmesan dilimledim ince ince, dilim zeytinlerimden ve pizza seasoning kullandım. Lâpam da nefis domates lezzetindeydi zaten.

Bu pizzaya bayılacağımı Cancan demedi demeyin.

Pazartesi, Eylül 03, 2007

Çorba zamanı

Eski bir deyişle, Ağustos’un yarısı yaz yarısıysa kış oluyordu. Artık olmayacakmış meteorolojik rasatlara göre. Eylül kavurucu sıcakla girdi, kısmetse yağmurlanıp serinleyecekmişiz deniyor. Dünya ahvali mevsim normallerinin ya altı ya üstünde gidiyor.

Candan kızımın çorbalar kitabına (Dumanı Üstünde / Oğlak Yayınları) bile konu olmuş çorba kurallarıma ilaveten çorba zamanlarım da var benim. Tenim serinlemiş olacak. Uzandığım yerlerde, el altında minik battaniyeler bulundurulacak. Boynuma sarılan Kimsecik’im veya Cancan’ım kalksa diye dört gözle beklemeyeceğim. Kaloriferi daha az yaksam da üstüme bir şeyler giysem, sıcacık bir şeyler içsem de içimi ısıtsam, sıcak şarap çekse canım, konyak içerken ooooh desem boğazımdan inen lavlara, acı biberlerin ateşiyle yansam, ...

...bunlar ve dahası olacak ki gel keyfim gelsin, ocakta kaynasın çorbalar. Çekemem öyle buram buram yaz ortasında bir de çorba dumanını.



Rağmen, rağmeeen bütün bu dediklerime, sen kalk az önce git çorba kaynat. Tabii önceden bilme o yaptığın / yapacağının çorba olacağını. Maksadın, dolabın sebzelik çekmecesinde duran iki havuçla bir minik lahananın dörtte birini haşlayıp yemek olsun sadece. İki patatesle iki soğan da girsin işin içine sonradan, elimiz bol ya. Allah kimseyi gördüğünden ayırmasın.


Sür tencere kaynasın, Oya hanım oynasın... Kaynayınca birazıcık pütürlü bırakılarak bızzzzztlansın malzemeler.

Şimdi bu çorbaya püf noktaları icadetmeliyim.

Püffff Biiir, kuru süs biberleri ve kuru domateslerimi içinde tuttuğum o çok lezzetli sızmadan ekliyorum çorbama. Tepesine de fesleğen yapraklarından süs koyuyorum. Ummadık bir lezzet, bayılın kalın yani orada!

Püfff İkiii, aynı çorbayı ekşi krema* ve dilim zeytinlerle süsleyerek servis ediyorum. Yeşillik de atalım üzerine, taze soğan kulaklarından. Bu sefer fena halde bayıldınız!

Püfüüüüç, parmezan muttasıl** kullanıma hazır olarak sofrada duruyor.

Amman yahu, amma da teferruat kadınım.

Alt tarafı bir çorba.

Değil.


* Poco Loco Sour Cream büyük marketlerde var ve çok lezzetli
** sürekli

Cumartesi, Eylül 01, 2007

Biber&Biber ve patlıcan ve somon...

Bugün biber&biber günüm. Hayatıma durduk yerde ve çokça karışan yiyecekleri bir süre seyrediyorum ya ben. O seyir esnasında, ki onlar mutfakta bense girdi çıktı yapıyorum mütemadiyen, mümkün mü aklıma şöyle bir tarif düşsün? “Haydi hanım sıva kolları da kalkış şu işe bakalım,” desin.

Olmaz. Hiç olmadı. O zaman zarfı, benim onlarla gönül bağı kurduğum zamanlardır ki, onları yemeyi kat’iyen düşünemem bile.

Derkeeeen, ki bu derken ertesi günlere mütecaviz / tecavüzkâr da olabilir, ben onları ne düşünür ne ederken, vınnnn mutfağa ve bir şeyler yapmaya başlıyorum.


Durumuma yeni aydım. Vallahi... Ratatouille’ü izledikten sonra aydım. Yani olanları üst üste koyunca aynı filmi çekmiyoruz belki ama, o fareciğin görevi bende aynen şöyle: Durduk yerde bedenimin her yerinde gezinmeye ve söylenmeye başlıyor.

“Viiiiyk, ciiiiyk, kalksana miiiiyyyk...” Gıdıklaya gıdıklaya mutfağa götürüyor ve elimi kolumu sanki kuklaymışım gibi oynatarak istediğini yaptırıyor bana!

http://disney.go.com/disneypictures/ratatouille/ (hahahaaaaaa)


Huriye komşum köyünden dönünce ev biber doldu. Kaç çeşit bunlar? Çok çeşit, işte ondan biber&biber. Lakin dört küçücük patlıcan da katılmış yanlarına, ki onların da pişip meydana çıkması gerekiyor eş zamanda. Bu arada biberlerin seyir zamanı doldu dolacak, ki şükürler olsun, “Miiiyyk ben Remy.” Artık tanışıyoruz ya...

Hooop mutfağa, bir yandan da diyorum ki, “Oya haşlarmış gibi yap şunları, sirkeye / limona bas sonra, olsun acele turşu... Başına fazla iş çıkmaz hem de...,” ...deee ne mümkün? Oya hiç oralı değil. İlk işi fırını kızdırmaya başlamak oluyor, seksen dakika 200+ derece; ikinci iş fırın teli yaldızlanıyor, üçüncü olarak yaldızdan bir tepsi daha imal edilip yaldızlanmış tele oturtuluyor. Böylece temizleme ve yıkama faaliyetlerinden imtina edilmiş oluyor.

Zeytinyağ fısfısım bazı unutulur bir kenarda, bazı da hiç elimden düşmez. Bugünlerde nedense hep ayak altında dolaşıp kendini kullandırtacak yer arıyor. Böylece yaldızdan tepsiye serip tuzladığım biber&biber ve dört patlıcanıma bol bol sızma fıslıyorum.

Kızarmaya başladıklarında çevirmem gerektiğini de Remy’den öğrenmeyeceğim, e yok artık. Remy uslu uslu otururken ben mutfağa giriyorum ve daha fırının kapağını açarken al sana, "Viiiiiiyk..."

Kocaman bir baş sarmısak ayıklanıyor, mutfak penceremden defne yaprakları ve kekik çeşitleri toplanıyor. Arka balkona koşulup biberiye dalları koparılıyor. Altüst edilen yaldız tepsi muhteviyatına iki adet de acı süs biberle birlikte karıştırılıyor. Fırınlanmaya devam.


Sonra oldu bittiye geliyor, biber&biber servis tabağına alınıyor ama patlıcanlar az daha pişmek ister. Çözüm mü?

Remy, saplarından tuttuğu gibi iki üç bacaklı kesiyor onları. İçlerine bol dil peyniri koyuyor. Yaldız tepsiyi kenarlarından buruşturarak küçültüp tekrar fırına koymak üzere hazırlıyor. Ve deeeee, mısır unu, çekme biber, caribbean jerk* ve tuzu fırın torbasında karıştırıp bir koca somon parçası sokuyor içine. Peynirli patlıcanlarla birlikte aynı zamanda fırına veriyoruz, yan yana.

Patlıcanlarımın kıvamıyla somonun kızarması denk geldi. Somon, dışı kıtır içi sulu muazzam bir hal aldı. Parmesan da rendelenip eklendi iş yemeye gelince.

“Hani yemek yoktu? Dışarı çıksa mıydık hani?”

“Valla ben değil, Remy!”

“Ciiiaakkkk, miiiiyyk.”

Beyaz şarap vardı aklımda, soğuğu kıvamındaydı.

Elim rakıya gitti.

Itır yapraklı.


* körili karışık bir baharat