Giderayak keyif bıraktı 2009
Kokina almadıktı bu yıl sonunda. Evvel ahir çiçekçimiz Karmen'e* şöyle bir uğradığımda bu delicesine kırmızı toptopları gördüm. Görüşüm bakışmaya, bakışmamız aşka dönüştü. Üzerinde küçük bir not ilişti sonra gözüme, içinde onbeş yirmi kadar toptop dalı bulunan kovanın, "Satılmıştır".
Cancan gece boyunca ayrılmadı galiba bize gelen dalı yerleştirdiğim vazomuzun dibinden. Yatmaya da gelmedi yatağa, sabah kalktığımda yine/halâ oradaydı. Yeşillik keyfi yapsın diye al topların yanına verdiğim sazlardan da kemirdi bir hayli. Neyse sevmedi anlaşılan, midesi bulandı; kemirmekten vazgeçti ama nöbete devam.
Paşabahçe nar serisi 2009'un en sıklıkla hediye ettiğim objeleri oldu. Her gittiği yerde sevildiler, baş köşeye oturtuldular. Ablam Hülya da almıştı nasibini bu narların birinden. İçini de nar çiçekleri ile donatmıştı. Eskittiğimiz yıla güle güle demek üzere ailece toplandığımızda, çektim aldım narlı narı sofra üzerine, poz verdirdim çerkez tavuğu ile.Bereketini bizde unut giderken, diye dua ettim 2009'a.

Derken birer portakal ve limonun sularıyla inceden tırtıklanmış kabukları eklenir. Soğan koymadım nedense, olsa da olur. Su tabii ki gerekir ama sakın çok değil, pirinçleri yumuşatmaya yetecek kadar sadece. Amacım önce suyunu iyice çektirip kuru bırakmak yemeği, sonra mesela zeytinyağlı pırasaya da çok yakışan dibini tutturma muamelesini çekmek.
Ve de başardım. Müthiş oldu. Herşeyin dibinde az kızarıklık, pirinçlerde müthiş kıtırcıklar oluştu."Ne münasebetle bütün bütün pişirdin peki bunları, ne farkedecek ki doğranmışı ile," diyecek olursanız, ki olmayın, çokça şey farkediyor. Kereviz kendine has lezzetini merkezine doğru gittikçe yoğunlaşarak hapsediyor ve de bu durum, aynı kereviz topundan değişken tatlar almaya kadar vardırıyor işi. Havuçla ilgili diyeceğim, kerevize uyumlu dekor sağlamak üzere bütün bıraktığım, yok başka bir ard niyetim.
Yağdırın üstüne üstlük yaban mersinlerini, şakır şakır...
Dönüp dönüp kutladım kendimi.

Paris'ten çay geldi. Noël à Paris adı hoş tabii de, ben İstanbul'da demleyip içiyorum. Karanfili ve tarçını buram buram burundan girip genizden akan, ne kadar sıcak içersen göğüs ve mideye o kadar alev aldıran bir çay bu.
Bu ara kahvelerimi eksiltip bitkisellerimi çoğaltma fikirlerim arasında sıkça içtiğim yeşil çay, karanfil, zencefil ve tarçın dörtlüsüne de benzemiyor değil.

Ve deee, ve deeeeee tatatataaaaaaaa..., bebek müjdesi aldık ailece. Gelinim Nurci ve Yeğenim Aycan artık ANNE&BABA olmak üzere hazırlık yapıyorlar. Kız olacağını öğrenir öğrenmez kız bebek pastasını kapıp gelmiş Nurci Art Cafe'den.
Giderayak yaptın yapacağını 2009.
Mutlu mutlu baktıracaksın arkandan.
İyi bir camembert bu, de Normandie... Minik marullarım da hem şirin hem de çok lezzetliler.
Esaslı bir sıcağım var. Az sızmada incecikten ay ay doğranmış soğanla döndürülen ve öldürülmeyip bayıltılan ıspanak. Tuzsuz hellim Kıbrıs'tan, aile gezginimiz Teyzem Jale'den, üstüne üstlük komşunun köy yumurtaları kırılıpta üzerine..., tuz serpile, biber çekile...

Kaç zamandır, atılan sözler tutulur makamında mantı yazıları yazmak istiyordum zaten. Öyle ya dondurucuda bekleyenleri şekilden şekile sokmak üzere verdiğim sözleri unutmak yok elbette.

Yeşil sosuma roka pestosu desem de olur. Cevizli. Sarmısaklı. İncecikten rendelenmiş parmesanı, sarmısağı, deniz tuzu ve sızmasıyla bızzztlanmış.
Süzme yoğurt içine portakal suyu, bir de kuru kayısı yakıştırdım. O da bızzzzztlandı bitti. Kabuğunun beyaz içlerini temizleyip kattım çentik çentik içine. Waaay ki ne waaaay...
Sonra çıktı mantılar fırından. "Acaba dipler ayrı, fırınlanmış mantılar ayrı ayrı mı gelse ortaya; yoksa birlikte mi daha güzel gözükecekler göze?" ikilemi yaşandı bir süre.
Dehşet bir lezzet, nasıl ama nassıl da yapıverdim bir anda? "Açıııım açııım," diye bir ses geldi önce vurmalı gur guuur eşliğinde midemden kulağıma. Vahim hallerdeymişim de farkında değil miymişim neymişim? Mutfağa dalış aynen o hızda.
"Doyurucu bir tabak olmalı ama neeee?" derken gelişigüzel doğranmış bir koca domates ve kırmızı çarli, yedi sekiz tane iri yarı taze soğan, patlatılmış bol bol sarmısak dişleri, denizin tuzu, arnavutun biberi ..., sızma içinde başlıyorlar döndürülüp pişirilmeye.
Bulgurcular derseniz bir alem vallahi. Bulgur markaları, tam manâsıyla bir varmış bir yokmuş diye başlayan masallar sanki. Neyse ki bu yıl elime geçen Noba'nın pilavlığı da güzel köfteliği de.


Sonrasında, iki yıl boyunca elime aldım aldım bıraktım çileleri. Kepazelik, evde her yer allı morlu pul payet şıklığına bürünüyor. Cancan'ım oğlum, yılbaşı ağacı gibi parlayarak dolaşmaya başlıyor ortalıkta. Neyse ki yapışkan değil döküntüler, silkeleyince gidi gidiveriyorlar.
Kış kış dedik, geldi çarşıya pazara, kısıtlandım sanki birden sebzeden yana. Bizim mutfaklar zeytinyağlı yemeksiz olmaz. İki çeşidi bir arada durmazsa dolapta ayıp ederiz gibimize gelir kendimize, hele ki misafirimize. Alırız tabii arada marketlerin dondolaplarından sevdiğimiz mevsimsizleri de ama daha şimdiden kendi dondurucumdaki kışlık stoklarımı tüketmek hiç hoş değil.
Karnabahar çiçeklerine ayrılır. İki soğan ve fençel kocaman kıyılır. Bir başın sarmısak dişleri ufalanır. Deniz tuzum ve süs biberlerim katılır. Sızması da salınır tencereye, suyu da koyulur. Pişiyor neredeyse değil mi, o zaman iki üç çorba kaşığı veya bence fazlası mastika eklenir. Bu mastika meselesi inanılmaz olay olur. Bir kere zeytinyağlıların olmazsa olmazı şekerin yerine geçer. Alkolle biberin acısı buluşur, sevişir dilimde. İki benin koltukları kabarır, bir ben susar.
Benim İcadiye Kardeşler Kasabı'mın özel üretimi sucuktan alınca, nohutun da sucuklusunu çekti canım. Yanında bayıldığım tel şehriyeli pilavım ve renk süsü de olarak, balkonumdan, tadına doyamadığım maydanozlarım. Breh breh breh...
Cancan'ın bana sinir yaparken çekilmiş hali. Benim anladığım, "Maymun ettin beni yaaa Annoya, bi rahat vermiyosun. Boyuna bas deklanşöre* bas deklanşöre... Baban da mı fotoğrafçıydı beyaaaa?" demek istiyor.


Rektör karısı, dekan ve bilumum profesörler yanlarına beni de almışlar ve bu fotoğrafa çıkmışız işte... Bu bizim ACG '65'in günümüze adapte edilmiş hali. Bebek Kırıntı'da önce hayli kalabalık, iyice bir tıkıntı sofrası. Sonra da kalan kadarımızla, ikram çaylarımızın gelip gittiği sohbet masamız. Tamam, pek ortama münasip değilim, titrsiz kalmışım ama vazgeçemiyorlar benden; arkadaşız ne çare.
Tepesinden tutup defalarca battı çıktı yaparak yıkamaya başlıyorum kıvırcık salatalarımı. Suyunu da duru çıkana kadar değiştirdikten sonra yapraklarını ayırıp tekrar yıkıyorum. Kolay. Mis.
Siyah domates diyorlar, aslında biraz arap ama zenci değil. Tadına doyumsuz diyecek halim yok, eh işte fena değil, diyebilirim. Chives** yatağında üzerlerine az taze kekikle hoş oluyor.
Divan macaronlar piyasanın en iyisi. Lokum gibi lokum! Hayati Kaptan ve ailesiyle yemek sonrasının daha da sonrasında Tio Pepe ve macaronla kapanış yaptık.

iglo malzeme, 400 gramlık bahçe bezelyesi ve bir paket kendi buharında beş dakikada pişen bezelye brokoli karışımından oluşuyor. Bezelyenin sultanisi bile var pakette, içerik biraz karışık tamam, biraz da tereyağlı filan ama ben bu lezzete bayılıyorum.
Bezelye üç dakika kaynar suda kalsın veya kalmasın... Alınsın sudan. Bezelyeye en çok yakışan ot olan dereotu katılsın, bir iki bızzzztlansın şööölece. Bezelyelerin içinde iyice ezilmişlerin yanısıra bütün taneleri ve yarım taneleri de kalsın. Bıııztınıza sahip olun yani, bezelyeler az ezilecek demek istiyorum. 



