Kedili Mutfaklar

Perşembe, Şubat 28, 2008

Paranoyak mucit

Çeşitli paranoyalara bilhakkın vakıf olan ben, nasıl da atlıyormuşum şu tam üstüme göre biçilmiş paranoyayı. İcat paranoyası derler hani adına, kişi üşenmez, habire uğraşır didinir yenilikler icadetmeye bakar. Oldu ki edemedi, eder gibi yapar, ki paranoyak vasfını da tam burada giyiniyor bedenine.

Her ne kadar Üsküdar Belediyesi'nden yakacak yardımı almış, odunu kömürü stoklamış gibi duruyorsam da, değilim şükür. Sağolsun beyaz gelincik, meyana boğdu beni. Mutfağımda günlerdir, asırlarca allem edilip kallem edilip içkisi şurubu balı ilacı, nesi nasıl yapılabilinirse yapılmış meyanlarımla başbaşayım.


Ve de gelin görün ki, paranoyak mucitte nato kafa nato mermer. Sadece Dilara'nın anlattığı şerbeti yapıp içiyorum. Tembel işi, biraz da koyuca yapıp buzdolabında tutuyorum bir kavanozda. Seyrelterek içiyorum buzlu buzlu.

İlle de bir iş karıştırmış olmak için ballı portakallısını denedim. Olmadı. Düşün düşün yapacak şey bulamayıp, paranoyak mucit olarak yolda kaldım yani şu meyan sayesinde.

Ha bu arada o kömür gibi gördüğünüz parçalar meyan balı. Hani o benim bayıldığım licorice. Geçenlerde (14 Şubat, Arapsaçına döndüm) meyandan söz ettiğim yazımda geçen gibi bir likör yapmaya çalışıyorum şimdi o baldan. Vallahi çok çalışıyorum.

Bir de sabununu yapacak Mine'si, http://www.mineflora.com/ . Kaç senedir sadece Mine sabunları kullanıyorum. Öyle şeker ki, "Şundan da dener misin n'ooolur?" diyorum, ondan yapılmış sabunlarım oluyor... Tıpkı meyanlı sabunlarım olacağı gibi.

Paranoyamı etrafıma da saçmazsam olmaz.







Pazar, Şubat 24, 2008

Laf olsun torba dolsun...

Kaç gündür havalar güneş. Battaniye altından çıktım, yönetmen koltuğumuzda oturuyorum arkadaşlarla. Arkadaşlar sürekli değişiyor. Eve gelen küçük kardeşler beğendiklerini alıp gidiyor, Annoya'm da yerlerine yenilerini getiriyor.

Karnabahar çorbası yapmanın tam kıvamı bu işte. Dolu dolu ve çok lezzetli. Yarım küçük karnabahar, birer küçük havuç ve kereviz, ikişer soğan ve patates, tuz, karabiber, taze zencefil, kekik. Pişince bızzztlayıp tabağa alın ve süsleyin üzerini; yine kekik ve fakat bu sefer kırmızı biberle, sızma unutulmamacasına...


Maydanoza kırılan yumurta çok lezzetli oluyor. Hafifçe çevriliyor maydanoz yağda. İş mi yani? Değil tabii.


Yine biz okullu kızlar, yine yemek yiyoruz. Hepimiz yükümüzü tutmuşuk zaten, yüksünen yok öyle yiyip içmekten. Ben yine de kibarlığımdan dolu ağzımı kapatmaya yeltenmiştim de, Nevra demişti ki, "Kızım yemek yemiyor muyuz zaten? Ne var yani ağzın doluysa..."

Somonumu havuçla kereviz sapı sotesi üzerinde yedim. Sebzeler sotelenince, aklıma esen her baharat, incecikten elma ~ limon kabuğu ve azıcık taze zencefil rendesi ile kapladığım somonu da içine koyarak beş dakika üstü kapalı pişirmiştim.

Şarköy'den zeytin geldi. Bana da biraz tuzlu geldi. Yıkadım ettim ama olmadı. Yemeklerde tuz niyetine kullanmaya başladım. Mantar, biber ve zeytin, bol sarmısak dişi ve iri doğranmış soğanla öyle bir oldu ki. Sızması da sızmaydı tabii.

Torba dolmamış olabilir ama başka işlerim var.

Salı, Şubat 19, 2008

Tavuk suyuna, yufkada pazı paparası

Pek seyrek ve ancak tadımlık yiyebildiğim iki lezzet takılır hep aklıma. Yediğim yerler bilinçli yapıldığı yerlerdir. Gırtlak düşkünü foodie güruhundan olsun, gourmet tarikatlarından olsun misafirlere sunulmak üzere özel sipariş edilen yemeklerdendir. Özel ahçılarca pişirilip kotarılmıştır çoğunlukla.

Kimine sorsanız saraydan çıkma, kimine göre de doyumluk Anadolu aşıdır bunlar. Bunlar dediğim tirit ve paparadır. Her ikisi de sanki aynı kapıya çıkar. Özleri artmış kurumuş ekmektir, her ikisi de artık ekmek aşıdır. Tatları ne kadar az sulandırılmışsa o kadar leziz etsuyu ile zengine, sade suya da garibana hitabeder. Aranan tadı bulmak için etten kemikten bacaktan tavuktan; ne bulunursa suyu çıkarılarak, eti didiklenerek yararlanılır.

Papara yemenin sarmısaklı yoğurtla olan hali, insanın ciğerine işler. Üç gün kurtulamazsın ne burnuna tüten kokusundan, ne de ağzında kalan cilasından. Paça tiridi derler, içine ekmek salınmış paça çorbası olur, yine bol sarmısaklı ve de sirkeli.

Düğün tiridine düğünde, bayram tiridine bayramda banılır. Güzeldir türküsü. Tosya/ Kastamonu'dan, mandaların söğüt dalına yuva yaptıkları çevreden çıkmıştır ama hemen her yörede söylenir. Alegorinin böylesi bence görülmemiştir!*

Tirit mi papara mı, ne derlerse desinler niyetine yaptığım bir yemek var. Börek demek de size kalmış. Tepsinin dibine bir yufkayı büzüştürüp içini doğranmış pazı yapraklarıyla doldurdum. (Anadolu adetlerinde zaten kuru yufka çok kullanılırmış paparalarda.) Haşlanmış tavuk parçaları, pat pat kırılmış dört yumurta, bol taze çekme karabiber.


İkinci yufkayı da örtüp kapatıyorum üstünü. Çereotu istiyor canım, serpiyorum, yine karabiberi çekme... Sonra verin tavuk suyunu, öylesine bol öylesine bol ki taşacak gibi neredeyse tepsiden. Fırın kızana kadar beklesin öyle ve girsin kızarsın.

Çeşit çeşit yersiniz artık. Fırından ilk çıkışında sulu sulu gerçekten tam tiritmiş/paparaymış gibi yersiniz. Oh ne alâ ne alâ, Annoya sebzeli paparayı keşfetmiş dersiniz. Kendini az toplayınca yoğurt ve taze sarmısakla tavsiye ederim ki, bana hayır dualar edersiniz.

Daha nasıl nasıl yapılır bu çeşit?
Nasıl yapılmaz ki? Çoook. İlk işim yufkayı sade soğanla doldurup et suyuyla denemek. Soğan çorbası lezzetinde tiritmiş gibi bir börek olacak.

Çok kötüyüm çok.

Sahi simit tiridi yediniz mi hiç?


* http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=150393 adresinde türkünün hikayesi var.

Pazar, Şubat 17, 2008

Cancan artist olmak istiyor

Bayılıyorum şu Mezzo'ya. Orada ablalar abiler hep bale yapsınlar, keman çalsınlar istiyorum. Evin tek kedisi olmaktan geliyor bunlar başıma. Oyun oynayacak arkadaş arıyorum. Bakıyorum ki yok, başlıyorum bale yapan ayakları tutmaca, kemanı çalan arşeyi kovalamaca gibi oyunlar icad etmeye.

Bu oyunlar sırasında onlar gibi yapmaya da heveslenmiyorum değil. Artist olmak gelip geçiyor içimden. Annoya'm cin gibi. Her işin farkında. Ben bazı televizyonun arkasına koşup içine girmeye çalışıyorum, aklım sıra sahneye çıkmak istiyorum ya... Annoya'm çok gülüyor, diyor ki, "Ben küçükken televizyon yoktu. Radyo vardı. Hep o radyonun içinde konuşan, şarkı söyleyen insanlar var zannederdim. Benim akıllı kedim Cancan'ım kadarmış aklım bak..." Allah allah, ne dedi şimdi bu, iltifat mı etti yoksa dalga mı geçiyor anlayamadım.

Neyse canııım, ne manâda olursa olsun, Annoya'm kadar akıllı olmak beni pek mutlu ediyor. Galiba beni artist yapacak. Tuhaf ışık ayarları filan yapıyor, hafif flu gibi fotoğraflarımı çekiyor. Bu işi Gigi'den öğrenmiş. Gigi Annoya'mın Roma'dan arkadaşıymış, yönetmenmiş. Annoya'mı da artist yapmak istemiş bir ara, garip ışıklarda fotoğraflarını çekmiş. Böyle yandan da çekmiş. Profiline bayılmış. İtalya'da hokka burun moda değilmiş galiba, yoksa bizimkinin pek de bayılınacak bir profili yok hani.

Özel bıyık pozumu kaçırmayın. Bıyık dedik mi bizim evde akan sular durur zaten. Annoya'm bıyıklı adamları sever. Burnun altında, dudağın üstünde tırtıl gibi gezinen hükümet model bıyıkları değil ama. Cemil İpekçi de olmazmış. Arada bir model seviyor galiba. Birazdan gidip ben doğmadan olan babalarımın resimlerine bakacağız. Hangi bıyıkmış görürüz artık oralardan.



"Biraz da hüzün yap," dedi Annoya'm. Mimikleri iyi kullanmak şart artistlikte. O da mim çalışmış bir ara. Sağolsun Gigi ve karısı Josette. Josette artistmiş zaten, Fransız artisti.

Külbastım çok güzel oldu. Müthiş kaliteli bir ızgara, tam kedilik rare*. Medium** da yerim ama well done*** hiç bana göre değil. Snoopy tabağıma koymuş, tabak ta tezgahın üzerinde. Her şey yolunda, sevdiğim gibi.

Yaşasın Annoya'm.

Artist olmuş kadar oldum.

* az ** orta *** çok pişmiş

Perşembe, Şubat 14, 2008

Arapsaçınaaa dööndüüm...

http://kedilimutfaklar.blogspot.com/search?q=arapsa%C3%A7l%C4%B1+karnabahar , 5 Ocak 2006’da finocchio hakkında bildiklerimi yazıp anlatmışım zaten. Sevdiğimi de söylemiş miydim acaba? Yeşillik tabaklarımda o kadar sık kullanıyorum ki, evimin tükendikçe yerine koyulan yeşilbaşları arasında finocchio / fençel / arapsaçı.

Anason tadına merakım en çocukluğumdan beri, yani hep vardır. Severdim Baba’cığım Nuri’nin zaman zaman akşam sofralarında tükettiği rakının kokusunu. Misafirlerimize kurulan özel mi özel sofralarımızın başlangıçları da rakıya arkadaş olurdu çoğunlukla. Galatasaray balık pazarından alınmış lakerda ve çirozumuz hiç eksik olmazdı.

Çirozun kızartma ve dövme işini ben yapardım. Kızartma ne derseniz, kuyruğundan tutulan kurutulmuş uskumruların ocağın üzerinde dağlanması diyebilirim. Dövme de kızartılmış balıkları pirinçten havanımızın topuzu ile yumuşatarak parçalara ayırmak. Dereotu ve sirke öyle yakışır ki bu balık kurusuna... Bu balık kurusu öyle yakışır ki rakının yanına...

Annem Selma’nın taş gibi rus salatası ve enfes taraması da misafir sofralarımızın olmazsa olmazlarıydı. Bayılırdım Annem Selma rusun yumurtalarını gayet enerjik bir halde ve hep aynı yöne doğru çırparken, şişeden yağ akıtarak yardım etmeye. Hep aynı incelikte, ‘dur’ dediği zaman durup sonra yine aynı akış inceliği ayarlamak üstüne ustalaşmıştım neredeyse. Ne hazırı var o zaman mayonezin ne de bızzzzt aletleri.

Yine anason tadından gidersek, çocukken licorice (meyan kökü) sevdalısı olduğumu da inkar etmem, edemem. Galiba licorice / liquirizia şekeri bizim vatan topraklarına ayak basmadı pek. Bana hep hariçten getirirlerdi!


(fotoğraf Google'dan)

Hani o yeşil sivrisinek bezdirme yakıları gibi ama siyah olan lezzetli şeyler. Meyan kökü* kullanımını da, bizim memlekette hiç içmediğim kolalı içecekler dışında pek duymam. Bu arada, Liquore di liquorizia di Calabria, içimi doyumsuz bir likördür ki, bulduğunuz yerde koymayın demek istiyorum.

İtalya çizmesinin burnu Calabria’da olan biten o kadar çok şey var ki hayatımda. Hele hele, yemeğe düşkün çok çocuklu bir ailenin gelinimsi kızları olmamın öylesine artıları var ki. Koy üstüne bir de Levanten aileye İzmir gelini olmamı. Yine çok harika bir kaynana, çok çocuk, bol kayınbirader ve eltileri; yine o upuzun kalabalık sofraları... Zaten mutfağa girişlerimde meleklerim durur hani yanımda. Bir çırpıda kafamda tarifler uçuşur, ilhamlarım gelir vahilerim gider ya; yaaa nereden olduğu belli işte.

İki finocchio yani arapsaçı kökü ve dalları, koca bir avuç maydanoz, iki üç diş sarmısak, fena halde taze çekme karabiber ve minik süs biberlerimiz var. Tavuk haşlamışsak eğer ki ne alâ çorbamız tavuk suyuna, yok haşlamamışsak sade suya olacak.

Kalın kabuklarını ayıklayıp, saplarındaki lifleri bıçak sürterek çekip çıkarırsak arapsaçları temizlenmiş olur. Sonra kıyarız dilim dilim, maydanozu da kıyarız, sarmısağını biberini katar, suyunu ilave ederiz. Suyu suysa sızma da gerekir, fokurdar malzeme önce bir, sonra altını kısıp pişmeye bırakırız. Bir de bendeki maydanozun yabani olduğunu ve Edremit’ten gelmiş Buldumcuk serisine dahil olduğunu eklemeliyim. Bu maydanozun sapları acayip asıl, bir yumurtalısını yapmıştım da, o biçim bayılmıştım vallahi.

Bizim çorba çorba değil ki içelim. Yemesi ise şöyle olacak, anlatayım bakın. Tam buğday ekmek dilimleri kızarıp çorba tabaklarının dibine yatar, üstüne eğer varsa tavuktan didik didiklenmiş etler yayılır; yoksa yok ne yapalım. Maydanozlu arapsaçımız kalın bir çorba olmuştur, fazla sulu değil; oradan da üç beş kepçe alınır tabaklara. Olanca suyunu zaten tabağın dibindeki ekmek dilimi çeker. Üstüne dememe gerek yok parmesan ister bence. Sizce olası başka ihtimallerin üzerinde durulabilir, belki...

Yani bir arapsaçı yazısı ancak bu kadar arapsaçına döner.

Bu kadar da dil döktüm, yapmazsanız darılırım!

Daha önce böylesine lezzetli bir çorba yiyip içtiyseniz bana da haber verin.

* hakkında bilmek istediğiniz herşey http://www.meyanmucizesi.com/ilacgibi.htm

Pazar, Şubat 10, 2008

Hardalotu ikinci fasıl

Buldumcuk 4

Buldumcuk serisinin ilkinde izlediğiniz hardalotu saplarının nefasetinden sonra yapraklarına da bir şıklık yapmalıydım ve yaptıııım. Zaten acıdır damgası yemiş olan hardalotuna ayıp etmiş olabilirim..., belki..., dee hardalotu mutlu ben mutlu..., kime ne?


Yağsız tavada, kısık ateşte bir tutam tuz ve kapalı kapağıyla iyice sünen yapraklara incecikten sızma gezdirip kavurdum. Acısını filan almadım yani haşlayıp maşlayıp, ondan gelecek her acıya razıyım.
Yüreğimde sıkıntı var. Teyzem Jale düşüp ayağını kırmış, şu anda ameliyatta. Annem Selma, Teyzem Jülide'nin acısından o zaman bu zaman zaten harap, bunu da duyup hastaneye koşunca tansiyonuna tavan yaptırıyor. Ben yemek yapıyorum, duyarsızlığımdan sanmayın, sakinleşmek adına, vallahi sakinleşmek adına. Acısı olmalı bu yemeğin, yiyen işkence çekmeli adeta, bir o kadar lezzetli de olmalı ama.
Bir kutu labne, cevizden az büyük taze zencefil rendesi, üç dört çay kaşığı moutarde á l'ancienne... Kavrulmuş hardalotu yaprakları kattığım bu karışımla birlikte sanki omlet gibi çift taraflı kızartıldı sonra. Üstüne karabiber çekildi taze taze. Sıcakken baktığım tadı çok güzeldi.
Teyzem Jale ameliyattan çıkmış, bakalım ne olmuş?
Bu arada hardallı hardalotum soğumuş.
Bir olmuş bu yemek, aman da bir olmuş...
Her acı böyle olsa.

Çarşamba, Şubat 06, 2008

Pazı saplı bulgur pilavı

Buldumcuk 3


Şimdi de aklım tatlımsı bulgurda. Zeytinyağlı pilavlara şeker pek yakışır ya. Kuş üzümünü bol tutarsın, soğanına karamel muamelesi çekersin, yetmedi hayli de şeker katarsın. Tarçını çokça baharatlar da bunlarla işbirliği yapınca, pirinçlere yapışan lezzet muazzam olur.

Efendiiiiim, Buldumcuk serimizin üçüncüsüne başlayalım bakalım. Pazı saplarını yapraklarından ayırıp önce enfes bir ekşi terbiyelisine niyetlensem de, bir anda elimde tuzsuz badem kavanozu ve çam fıstıklarıyla buluyorum kendimi. Yağsız tavada kızarıyorlar bir çabuk ve de sap pilavı yapmaya girişiyorum.

Soğan kavruluyor, minik doğranmış saplar da giriyor içine çevriliyor birlikte; bu iş bulabildiğiniz en lezzetli sızma ile yapılıyor tabii. Yayvan pilav tencereme kavurup kızartıp hazır ettiğim malzemeyi koyuyorum. Bulguru ve bolca sultan üzümünü de, tabii bu bol üzümlü durumda şeker katmayı passs geçiyoruz.


Baharatlar ağzımıza ne, ne kadar layıksa kullanılıyor.

Buldumcuk'un kolisindeki otlar arasından çıkan yabani maydanoz yaprakları, hem pişmiş pilavımız demlenirken az miktar içinde kullanılıyor hem de servise çıkmadan üzerinde.

Zeytinyağlı pilavlar ılık ılık çok güzel yenir.

Zeytinyağlı pilavlar durdukça güzelleşir.

Saplı bulgur pilavı güzeldir.

Pazar, Şubat 03, 2008

Karnabahar yaprağında kıymalı karnabahar bebekleri

Buldumcuk 2

Karnabahar seçerken kökünde tazecik yaprakları olmasına dikkat ederim hep. O yapraklarıyla haşlanıp top gibi oturtulunca tabağın ortasına, çevresine de biraz renk atınca havuçtan, nardan, kayısıdan falan, yemeden önce keyif yapar gözleri insanın.

Derken bu Buldumcuk kolisi gelir başıma ki, içinden çıkanlar arasında aşina olduğum ve fakat ne olduğunu anlayamadığım bir grup yaprak da vardır. İçten dışa irileşip yapraklaşan filizler öyle bir sarmış kundaklamışlar orta yerlerindeki bebeklerini, öylesine merakta bırakıyorlar ki insanı.

Dıştan iri yaprakları seyreltip, filizleri aralayınca, ömür boyu görüp görebileceğim en minik karnabaharlar çıkmaz mı karşıma? Na na na naaaaaa. Nasıl yesinler ayol sizi? Nasıl kıysınlar?


Bol soğan, sarmısak ve çam fıstığıyla biraz çevirdim önce kıymayı; tuz, biber ve kendimce baharatladım. Aklınıza bir şey gelmezse köri olur mesela, karışık baharat değil mi o da?

Tavaya daha yakın, çok ince kenarlı bir tencereye döşedim karnabaharcıkların iri yapraklarıyla saplarını, sonra da içine kıymayı. Ortaya doğru bizim minik çiçekleri yerleştirip, çevrelerini yine yapraklarla donattım. Alt yaprakları üste doğru kapatabiliriz şimdi.




Pişirme kağıdını sıkıca kapatırız yaprakların üzerine ve pişmeye yeterli suyunu koyarız. Folyo da içinden buhar kaçmayacak şekilde örter tenceremizi. Tepesine de kapak bindi mi, ooooh, nefis olur bu yemek.


Güzeeeel, kokusundan belli. Trabzon'un tereyağı ile paprika kızdırıp dökünce üzerine, akşama sıcak yemek olarak gelir sofraya. Kokuyla görüntüyü bir de o zaman görün.

Kolay olan sofistike olmayacak demek değil ya.

Buldumcuk 1 için devam edin lütfen...

Cumartesi, Şubat 02, 2008

Buldumcuk 1

Mübarek Perşembe, eve geliş saatim 18:00 suları, 31 Kanunevvel, 1387.

Kapıdaki koli bu sefer boyum kadar. Attım peki, en büyük koli ne boysa o kadar. Şimdi resmini koysam diyeceksiniz ki Buldumcuk + Görmemişin Kolisi Olmuş... Buldumcuk tamam da, gerisi öyle değil. Gün aşırı, neredeyse, irili ufaklı kolilere maruz kalıyorum. Pardon yani!

Ne demeye kalksam boş şimdi. Ama Allah sizi inandırsın, "Ulaaa abarttın ama şu yeşil boykotunu, evde maydanoz yok be, dereotu yok," diye söyleniyorum. Yine ayağıma dolaşıyor alışveriş, gitmek istediğim yeşillikçilerin hiç birine gidemiyorum. Belli bir nedenden değil, dediğim gibi ayağımı sürüyorum, gitmiyorum. Yarına kalsın hele yarına.


Aynı Perşembe akşamının yarım saat filan sonrasında, beeeen Cancan'a söz verdiğim pirzolayı ızgaraya atmışkeeeen... Yemyeşil kıvırcığımı, dağ teremi, kuzukulağımı, taze sarmısak ve incecik çıtır biberlerimi rakımın yanına hazırlamışım; kesmeden, koparmadan, üzerine azıcık o çok özel sızmadan gezdirip, tuz zerreciklerine emanet ederek... Allaaaaah, altlık olarak çimleniyorum bunları ocak başında. Sanmayın ki akşam yemeğimizde daha dahası yok.

Ev meraya döndü yahu, ciddiyim; açılan koliden bir otlak saçıldı.

Cuma'ya şöyle başladık. Şemsi ve ben mutfaktayız. Temizle, ayıkla, yıka, kurut, poşetle vaziyetleri birlikte yapılıyor; ben bir yandan da yemek tasarımı hallerimdeyim. Aynı zamanda zangoç misali otlarımın başında, ölçüp biçiyorum. Sapının ucu şu kadar ancak traşlansın, köklere dikkat aman kökler atılmasın, çöpler çöpe gitmeden çöpe uyar mı uymaz mıma sunulsun...

Güle oynaya uğraşıyoruz işte. Allahtan, Şemsi çok güler yüzlü yani, onu demek istiyorum. Ben otlarımın nerelerinden ne yapacağımın kaygısını da taşıdığımdan, düşünceli bir somurtkanlık içinde de olabiliyorum arada.



Isırganlarımı ellerimle değil kalın iş eldivenlerimle yıkadım. Öyle minnoş yaprakları var, öyle tazecikler ki...


Bunca yeşilin altından aynı gün kalkacağımı beklemiyorsunuz tabii. Üç günlük iş var bu otlarda. Bugünlük ısırganlarımı kavurup, böreklik olarak derin dondurucuda saklamak istiyorum. Beyaz soğan, yeşil soğan kulakları, sızma, tuz ve karabiber yeterli bu kavurma işleminde.

Biraz da ayıralım taze taze kavrulmuşundan, içine kırdığım yumurtalarla ekmek üstü yapıp öğle yemeği niyetine götürelim.


Kara lahana filizi, pazı ve hardal otu... "Hardalotunun saplarını ayrı yapraklarını ayrı yapsam," dedim içimden. Hemen koydum kaynattım sapları, acısını atsın diye.


Geçenlerde zeytin ezmesi, sarmısak, kekik ve cevizden Cenova usulü black pesto yapmış, tadına doyamamıştım. Bu sefer haşlanmış hardalotu sapları, sarmısak, sızma, ceviz ve taze çekilmiş karabiber bızzzztladım. Yerken parmesan da katarız, nefis hardalotu pesto olur.

Makarna salatası olur veya, limonmuş sirkeymiş can ne çekerse katılır içine. Meze meze yenir ki lezzeti beni aşmış durumda olduğundan, kadeh hesabını başkası tutmalı, bu adama yedikçe içirir.

Sarıldım hemen telefona, daha otları birer birer, öpe koklaya çıkarırken koliden. Dedim ki, "Çiğdem, Allah beni duyuyor, birileri beni hissediyor, ben ne istesem oluveriyor... Bu otlar var ya bu akşam bu evi basan, Allahtan başka şey istemediğime şükrediyorum, dememe gerek var mı? En istediklerin olsun senin de, en..."

Devamı var.
"İş var torbada," denir ya.

Cuma, Şubat 01, 2008

Kumkuat reçeli


1) Nereden mi aldım? Almadım, kargoyla geldi. Mine'sinden. Koliciği şöyle bir salladığımda konuştu. "İçim kumkuat dolu, içim kumkuat dolu..." Sarıldık birbirimize, hayal meyalen gözümün önüne getirdiğim koli içeriği ve ben. Sonra göz göze bakıştığımız günleri yaşadık, iki veya üç...
2) O günlerden bir gün, telefon çaldı. Ceylan, "Hani geçen sene Mine'nin serasından http://www.mineflora.com/ benim bahçeme gelen kumkuat ağacım var ya, ayıptır söylemesi 150 gram meyva verdi. Nasıl yapılırdı bunun reçeli?" dedi.

Utanıyorum Mine'sinin bana gönderdiği bir kilodan fazla demeye, mırın kırın ediyorum. "Bende de var, bak az sonra ben de kumkuat reçeli işine girişiyorum," diyorum...

...ve fakat kız bana püf noktası soruyor, söyleyemiyorum. Püfler benim aklımda değil ki, elimde. Yaparken püfleşiyorlar yani.


3) Neyse akıl ettim ve dedim ki, "Çekirdeklerini çıkar aman, pek sevimsiz gelir ağızdan tatlı artıklarıyla çekirdek püskürtmek... " O kadar dedim, ötesini şimdi yaparken anlatıyorum işte, marifet elde.

Çekirdek çıkarıp da reçel yapmaya kalkışan arkadaşlarım diyorlar ki: "Mesela vişne reçeli yaparken, vişnelerimin suyu akıp gidiyor." "Aaa aaaaaa nereye?" diyorum, "Yok gitmez bir yere, benim kumkuatlarıma yaptığımın aynısını yapın sizler de vişnelerinize."
Ben ne yapıyorum? Tencerenin üstüne tel süzgeç koyup ayıklama ameliyesini orada görüyorum. Hepsi bu, meyvadan kaçan su tencereye akıyor.

4) Portakal reçeli yapma tekniğinizi kullanarak pişirin. Sizin yoksa, benim reçel tekniğim meyva kadar şeker ve üstünü iki parmak aşan su. Kaynat kaynat, göz göz olunca limon suyu ile kestir. İki taşım daha kaynat. Al sana.

5) Ben bu sefer bizim meşhur amber reçeli misali yaptım ama. Bir gece suda bırakılıp ertesi gün kaynadı kumkuatlar. Yine göz göz oldular filan... Sonuç mükkemmell...
Nasıldı yani? Boyuna bölündüler, çekirdekleri alındı, üstüne üstlük kadar su içinde bırakıldı. Ertesi gün kiloya kilo şekeri eklendi. (Tabii hatırlatmaya gerek vaaar, suyu dökmüyoruz; aynı suda kaynayacak reçelimiz.) Vaktim yoktu, bırakıp gittim, üçüncü gün kaynattım.


6) Evde tatlı mı yok demiştiniz. Ekmek kızartıp üstüne yoğurt ve reçel sür ye.

7) Ekmeği sütlü yumurtada kızart, üstüne yoğurt ve reçel sür, n'aparsan yap.

Ceylaaaan, anladın mı?