Kedili Mutfaklar

Cuma, Ağustos 27, 2010

Son

Devenin tabanını gören ya çölde bedevidir ya da turistik deveci. Evde görmüşler takımından bir de biz eski kuşak varız. Ne kadar moda bir durumdu ama o vaktin zamanında. Evlerin salonlarında dekoratif yeşillik denince üç bitki gelirdi akla, deve tabanı, kauçuk ve peygamber kılıcı.

Derken ne oldu? Modaları geçti. Yürekler acısı. Sıra sıra evden atıldı bu bitkiler. Kapıcılar sahip çıktı onlara ilk adımda. Apartman girişlerine yerleştirildiler yine dahiyane bir dekorasyon ustalığı lakin tozlu yaprakları, sulanmaya muhtaç topraklarıyla. Eski sıcak ortamlarından hayli uzak ama eski sahiplerinin eve giriş çıkışlarında anlık da olsa onlara yakın olabilmenin huzuruyla durdular oralarda. Beklediler taa ki devran dönene, daire sahipleri değişene, yönetimler gençleşene kadar.

Sahipleri ölenler oldu, mirasçıları hiç tınmadı onları. Onlar ki mini mini fidanlardı bir zamanlar, sevenlerinin elleriyle dikilmişlerdi en güzel toprak saksılara. Yapraklarının tozlarını almak onları özel okşamak demekti, onlarla özel hasbıhâl ortamı yaratmak demekti. Kapıya konmak şöyle dursun, çöpe yakın koyuldular. Yolcu yoluna gitmişti, yoldaşlarına da yol gözükmüştü, hepsi buydu işte.

Köhnemiş evin hanımteyzesi bir zamandır çekilmiş bırakıyordu perdelerini.

Geçen sabah kapısında üç kocaman üç üzgün üç küskün saksı belirdi, bir deve tabanı bir kauçuk ve bir peygamber kılıcı. Saksılardan birinin toprağında sanki ölüme yatmış kadar yaşlı, yorgun, mağrur bir kedi vardı.

Çarşamba, Ağustos 25, 2010

Mutfakta biri yok gibi

Zor mutfak değil ki mutfağım. Ağdalı yemekler yapmıyorum ki mutfakları oturaklı ev hanımları usulünde. Rağmen bir kırılma noktamdayım. Daha da uyduruk hallerimdeyim.



Dört yumurta haşlasam da iki öğün yesem sanki ve de buyrun bakalım, yumurtalar yandı yaaa. Onlar ocağın tepesinde ben cam önüne devrilmiş kitap devirmekteyken..., çatur çutur patlama seslerini duymama rağmen başlarına neler geldiğine aymazken..., Cancan sağolsun vıııın fırladı mutfağa doğru. Olacak iş değil ya neyse, oldu bir kere. Elde var susuzluktan kavrulmuş dört yumurta, damakta kavrulmuş yumurta lezzeti. Tatmayan nereden bilecek kavrulmuş yumurtanın ne kadar güzel olduğunu.

Kocaman salatalarıma katıyorum birer birer. O aynı salatada ton balığı veya peynir meynir de olursa eğer iş bitiyor, tembel salatası veya sıcak mevsimlik salata olmuş oluyor. Kavrulmuş yumurtalı salata!



Tadına doyamadığım zeytinyağlı bamyam tembelliğimi ezer geçer. Her şartta yaparım, beklerim de öylece başında, yakmam, kıyamam. Seçe seçe almışım zaten tek tek, külahlı ayıklamışım bir keyif bir eziyet. İri kıyım soğanıyla, sarmısağı, sızması, limonu, tuzu... Kırmızı çarli biberden de dekoratif halkalar... On dakikada pişer benim ağız tadımda, sizler için bilemedin onbeş. Muuuhteşem.


On tane bamyayı bir kenara ayırıp, artan biberle bızzzzzzzlayıp, lor peyniri ile karıştırıp çömlek içinde yufka üstü yapsam mı? Yufkayı sızmayla bulayıp buruşturup yayın önce çömleğe. Döşeyip üstüne malzemesini atın fırına çıtırdak haller alana kadar. O haller üzerine çırpılmış yumurta yayıp üç beş dakika daha tutun sıcak fırında... Kolayın kolayı var yemeklerinden bir tane daha. Karabiberi unutulmasın, tuzu da.

Yumurtalarımı kavurmama vesile olan kitap da kitap olsa bari. Mark Crick, dünyaca ünlü yazarların üslûbunu taklit ederek onlara yemek yaptırmış. Kitaba adını veren Kafka usulü çabuk miso çorbası için sözde Kafka'nın tarifi: 2 çorba kaşığı miso, 140 gr yumuşak tofu, 4-5 küçük mantar, birkaç kurutulmuş wakame yosunu yaprağı. Miso Japon mutfağının vazgeçilmezi olsa da, ben kendi çorbamı tercih edeceğim müsaadenizle.

Şimdiii devreye dondurucu girecek. İşte o dondurucudur ki, olmadık zamanlarda olmadık yemekler çıkarır bağrından. Haşlanmış buğday var mı, vaaar. Közlenmiş bir avuç patlıcan var mı, vaaar. Daha ne olsun, hemmen dışarı alalım onları, çözelim. Karışsınlar önce, sarmısaklı yoğurda bulansın sonra; az sızma, nane kurusuyla kırmızı biber de süs olsun tepesine. Misoymuş, pöööh.


Köylerden gelen biber fazlaları kendi hallerinde, yağsız mağsız kızarsınlar tavada. Kızarma işinden sonra sapları koparılıp çekirdekleriyle birlikte çekilip alınınca, iş yoğurtlamaya kalır. Yoğurtlarız biz de, sarmısaklı elbette. Sızmasını da ihmal etmeyiz.


Semizotu da bir başka öğün. Adam olana yeter de artar bile. Doyamadım bu yaz semizotu yemeye. Sarmısaklı yoğurda...



Dondurma değil, dondurma kaşığıyla yuvarlanmış kavundan acele tatlı. Azıcık pudra şekeri kavun tadına ilave, ekşi tatlı böğürtlen dondurucudan, taze naneden süslemesi.

Yazı böyle böyle, ha geçirdim ha geçiriyorum.

Mutfakta biri ha var ha yok.

Pazartesi, Ağustos 23, 2010

Biz bize

Mia Bebek


Annoya'nın orada, yol inşaatının toz pislik hafriyatı içinde bulundum. Veteriner Abi'ye gittiğimizde zor nefes alıyordum. Neyse ki iyiymişim. Ağzıma parazit hapı, enseme pire ilacı, yaralarıma bakım, hepsi yapıldı. Bebek mamalarımızı da alıp döndük.



Bana şimdilik Şemsi bakacak. Annoya yanıma tasımı tarağımı mamalarımı yastığımı sepetimi verdi. Şemsi geçici bir hal çaresi. İsteyen olursa giderim, onun kedisi olurum. Söylemiştim değil mi, adım Mia. Akıllıyım, güzelim. Size geliiim mi? Hadi ama hadi n'ooolur....

Şeker Melisa



Gittikçe şekerleşiyormuşum. Gelen gidenin evinde şeker yok galiba, beni yemek ister gibi hareketler yapıyorlar. Çok gülüyorum, çoook.


Ablam Lucy benim bekçim. Ben neredeysem o orada. Annem Nurci ve Babam Aycan, ablamla daha yakınlaşmamız için beni yere atıyorlar. O zaten yerde. Birbirimizi çok seviyoruz.

Hırsız Kargo



Annoya karnımı peynirlerle cevizlerle doyuruyor ama ben yine de hırsızlık yapmadan duramıyorum. Bu ağzımda gördüğünüz pencere önünde yetiştirdiği son çeri domatesti. Koparıp yesem yüreği yanmayacak. Yemiyorum. Parlak renkleri severim ya, o yüzden aklımı çeliyor, alıp ağzımda dolaşıyorum.



Günde kaç kere yıkanıyorum bizler için koyduğu bu küçük havuzda bir bilseniz. Suyumu da içiyorum bir ferahlıyorum, bir ferahlıyorum ki. Sıcaklar canıma yetti.

Canım Cancan



Keyfim yerinde. Annoya'm üzerime kedi koklamamaya kararlı galiba. Ben de Mia'ya pek dostça davranmadım doğrusu. Yaşlanıyoruz ne de olsa, hem ben hem Annoya'm.

Biz bize mutluyuz.

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

Katili tanıyorum

Aslanlar gibi bir adam. Boy pos, geniş omuzlar, kıvırcıksı saçlar. Tatlı sert. Kaşlarını çatarken dudak ucuyla gülümseyen. Kızarken seven.

Tanıdığımda henüz hayli küçüğüm. Küçüklükten genç kızlığa geçiyorum diyelim ya da. Başkaca ne denir onüç ondört yaşlarındaki çocuğa? O, büyükler kategorisinde. Tanışma noktası bir yaz kampı, yer Florya.

Yaşıma göre kimseyi bulamıyorum mu ne, büyüklerle haşır neşirim ben. Büyükler, çoğu sinemacı tiyatrocu, acayip eğlenceli. O zaman ve sonrasında ortak alanlara denk geliyoruz sıklıkla Burhan Abi’yle. Taaa babam zamanlarının gazetecisi. Keyifli gençliğimin meyhanecisi. Ucundan bucağından dolaylı karıştığım Yeşilçam’ın yapımcısı. Pek meraklı olduğum eski eşya koleksiyoncusu. Nasıl renkli bir adam, nasıl.

Kaybettim derken. Arnavutköy Antik Restoran’dan sonra görmedim etmedim. Zaman zaman ışık hızıyla geçer giderdi aklımdan geçmişin renkli bulutları, tozu dumanı arasında.

Gazetelerde çıkan fotoğraflarında O, Burhan Abi değildi sanki. Erimişti, dağılmıştı, bitmişti.

Emekli bir hayat kadınını, ne demekse hayat kadını, hayat arkadaşı seçmiş kendine, diyor cinayet muhabirleri.

Sabahlara kadar içer kavga ederlermiş, demişler bazı komşuları.

Bir Cihangir cinayeti diye geçiyor bazı gazeteler sütunlarında. Ortada katledilip elektrikli testereyle doğranmış bir kadın; parçaları sokakta çöpte, evde buzdolabında, şurda burda. Katil zanlısı aylak aylak Taksim'de dolaşıyormuş yakalandığında.

Nasıl diyeceğimi bilemiyorum ama ben artık (suçunu itiraf etmiş) bir katil tanıyorum.

O’ysa, benim aklımda kalan Burhan Tekinliğ, aslanlar gibi bir adamdı.

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

Bulgurlu sap işi


Herkesin çöpünü dolduran saptı köktü gibi mutfak artıklarıyla yemek yapmaya bayıldığım malûm. Ortaya çıkan lezzetlere de herkes bayıldığına göre, devam.

Semizotu saplarını serin bir yaz yemeğine çevirmek öyle kolay oldu ki. Çok semizotu yiyorum bu ara. Sarmısaklı yoğurtlu salata halinde çoğunlukla. Şemsi sağolsun yapraklarını ayrı saplarını ayrı koyuyor bana yıkayıp. Acayip tükettiğim maydanozlarıma yaptığı gibi.

Hâl böyle olunca bazı bir bakıyorum ki, buzdolabının sebzelik gözlerinde ilgi bekleyen hayli sap torbası toplanmış.



Günün yemeği bu saplarla pişti. Soğan sarmısak bızzzzztını sızmada karıştırıyordum bir yandan, iki demet maydanozun saplarını da bızzzztladım o arada. Maydanoz saplarının bazıları inatçı oluyor, zor pişiyor diye öyle tercih ettim. Bunları birlikte çevire çevire bayıltarak yumuşatıyoruz iyice. Bir portakalı sıkıp, biraz da kabuğundan rendeliyoruz. Pişmeye başlıyor.

Sıra geldi semizotu yapraklarını birer ikişer santimlik doğrayıp tencereye katmaya. Sıcak suyunu da koyup pişirmeye devam ediyoruz. Suyu fazlaca, üstünü kaplasın sapların ki sonra iki avuç da bulgur ekleyelim, ona da yetsin.

İçine başka başka neler ilave ettime gelince, enva-i çeşit baharat işte. Tuz ve biberi demirbaş olarak kırt kırtladığımı hiç unutmuyorsunuz bir kere. Chinese 5 Spice kullandım, çoook. Sumak kullandım. Lemon pepper, ımmmm muhhteşem yakıştı.




Bulguru girdi tencerenin içine. Kapağı da kapandı tencerenin tepesine. Hafif sulucayken yemeğimiz sönecek ocağın ateşi.

Ben bu kokuya ve lezzete dayanamayacağım için sıcak sıcak ve hafiften sulu yiyeceğim bir tabak. Sonrasında o kendini toplar, bulgurlu sap işi yemeği adında nefis bir zeytinyağlı türü olur.





"Yapın," demiyorum bakın.

Yine mi çerden çöpten yemek, diye burun kıvıracaklara, "Yaparsanız oluyormuş demek ki," demek istiyorum..

Mübarek ayda mutfaklara bereket.

----------



İpsiz sapsız bir de not işte ;)

Sap işi esasen, iğneyi ipliği ele alıp kumaş üzerinde birbiri ucuna batıp çıkarmak demek. Pek maharetli, hanım hanımcık günlerim de olmuştur benim; bırakın sap işini, gergefte ciğerdeldi yapmışlığım dahi olan. Derken tekstille ilgili keyifli bir iş kurup kapatmak zorunda kalınca uzaklaştım bu hallerimden.

Bu da önemli bir huyum, severek yaklaşıp hüzünle ayrıldığım canlı cansız ne olursa olsun, artık ondan oralardan uzak durmak. Uzak durmak dediysem, elleşmiyorum sadece, yoksa elimde kıyıp atamadığım ve uğruna özel dolap yaptırdığım bence muhteşem tekstil artıklarımla birlikte yaşamayı sürdürüyorum!

Gün ola harman ola.

Cumartesi, Ağustos 14, 2010

Casablanca-Samandıra-Salacak kolisi


Safran, ilk kullanımı Budist rahiplerin giysilerini boyamak olsa da, günümüzde yemeklere lezzet ve renk katan en pahalı baharat olarak biliniyor. İyi safran bulsam diye ağlaştığım günlerde tam da, "Allah'tan başka şey isteseydim," diyecek halim yoktu tabii. Casablanca'dan geldi, anayurdu Fas~Magrip'ten yani.

Şimdi sırada bu içinde bir gram safran olan minik mücevher tüpüne gözüm gibi bakmak, dolayısıyla iki yıl dayanma süresini sonuna kadar kullanabileceğim derin dondurucuda tutmak var. Koklayarak kullanılır bu namussuz. Risotto, bouillabaisse, paella ve de tabii bizim zerde gibi gerçekten yakışacağı yerlerde olması iktiza eder! Balkabaklı pilavı da buyrun benden olsun.



Bir gramlık çok değerli safran tüpümün yanında gelen kilolarca bahçe domateslerim de günlerdir salatalarıma yemeklerime artı değer katıyor, tatlandırıyor. Mine'sinin domatesleri deyince gözlerim parlıyor, böyle bahçelerin domateslerine bayılıyorum, domatese bunca emek verenlere acayip saygı duyuyorum.



Mine'nin yukarıdaki linkine gidince bu bebeler hakkında detay bilgilere ulaşıyorsunuz zaten.
Ben de desem ki;
bağı bahçesi olan..., /
minicik de olsa bir bahçesi olan..., /
bahçesi bile olmayıp evinde kuçusu olsun isteyen..., /
evinde pahalı cins kuçusu olup da ona hayatın sillesini yemiş bir dost kazandırmak isteyen...

Orda kimse vaar mııııı?

Perşembe, Ağustos 12, 2010

Armut dağdan


Kafama göre chutney yapımı günümdeydim. "Üç armutçukla hallederim ben bu işi," dedim. Onlar da yazlık köylü torbalarımdan çıkan malzemelerden.
"Armudun iyisi dağdaki ayılara nasip olurmuş," derler. Ben getirene "Dağdan mı?" diye sormadım ama benim sevdiğim sert armutlardandı, iyi oldukları belliydi!



Bir koca beyaz soğanı mini mini doğrayıp şişenin dibinde kalmış üç parmak balsamik Modena sirkesinde pişirmeye başlıyorum. Sonra aklıma geleni, geldikçe katıyorum içine, önce iki çay kaşığı kahverengi şeker.
Elimde muskat rendesi var, incecik delikli olan hani; bu rende kuru malzemenin tozunu, yaşların da suyunu çıkarır. Hazır o elimdeyken, hazır yedi sekiz kere ileri geri yapıp muskat rendelemişken devam ediyorum. İki diş sarmısakla onun iki üç katına denk düşecek kadar zencefili de rendeleyiveriyorum.

Pencere bitkilerimden biberiye, kekik, ada çayı ve nane dallarıyla giriyorlar tenceredeki chutney müsvettesinin içine. Deniz tuzu ve renkli top biberlerden yeterince kırt kırtlıyorum. İki üç karanfil taneciği, kuru süs biberi acı mı acı... Yine rendeye iş çıktı, limon kabuğu rendeliyorum, bir limonun bütün kabuğunu.
Bu arada fokur fokurdayan balsamik sirkeye iki üç parmak su katarak tekrar kaynatıyorum. Şimdi armutların tencereye eklenme zamanıdır. Kabukları soyulmuş ve minicik doğranmış armutlar da işin içine girince bize ara sıra karıştırmaktan başka yapacak başka iş kalmıyor. Suyu çekip yumuşayacak sadece armutlar.


Tadına baktım ki inanılmaz acı, doyumsuz tatlı, muhteşem muhteşem bir lezzet.
Bir kavanozcuk sadece, beklemeye alındı buzdolabında.

Ah ben şimdi seni nelerle yesem, kimlere yedirsem?

Salı, Ağustos 10, 2010

Yaprakla kabak, sar/doldur...


Kabaklarım Tokat'tan yeni gelmişti. Yaprağım geçmiş yılın Tokat mahsulüydü. Memleket usulü Tokat sarma olmasa da kavuşmaları hoş olabilirdi. Tokat sarması deyince yarma, mercimek, patates, bakla, pastırma, kemikli et falan kullanıyor Tokat'lılar, hayli değişik bizim usullerden... Biliyorum çünkü Tokatlı olan bizim aportman görevlisi; hiç eksik olmaz evlerinden yaprak yemekleri. Tuzlanmış yaprakları koca koca tenekelerle gönderiyor memleketlileri, ben de onlardan nemalanıyorum işte.

Benim yaprak ve kabaklarımdan beklediğimse daha naif daha duygusal bir beraberlik.


Yaprakları sıcak suya batırıp çıkarıp kullanıma hazırlamayı biliyoruz tabii. Tokat'ın Erbaa yaprağı hayli narin bir yaprak olduğundan, öyle fazla haşlamaya falan gerek kalmıyor.

Kabaklarımı üçer parça yapıp oyuyorum. "Haaaa şimdi ben bunların açık diplerine ne ile yama yapsam?" diye düşünüyorum sonra. Karışık dolmalarım için domates veya biber parçacıkları ile dip koruma ve üst kapakçıklar yaparım her zaman. Oysa bunu kabak ve yaprak çifti için yapmak istemem. Ne gözümün önüne getirdiğim yeşillerine uyar yemeğimin, ne de aklıma yazdığım tadına.


Keyifli bir çözüm getiriyorum neticede, yaprak. Yaprağı parmağımla nazikçe kabağın içine itiştiriyorum ve içini öyle dolduruyorum, yaprağın içine yani. Ayaküstü dizdiğim kabakların üst kenarlarında yapraktan volan oluşuyor, fırfır veya farbela da denir hani, kıvrım kıvrım çoook şirin...


İç malzemem bızzzzztlanmış bol soğan ve sarmısak, kırt kırtlanmış karabiber ve deniz tuzu ile hafifçe karışmış kıyma. Fesleğen ve nane tazecik yapraklarıyla mutfak penceremin önünden, bir miktar da karışık baharatımdan koydum, kendi ağzıma göre. Pirinç yok. Şart mıdır her etli sarmaya dolmaya pirinç sokmak sanki? Gördüm ki değilmiş, bol soğanıyla yumuşacık olan köfte halinde pek lezzetli olmuştu bu iç.

Tencerenin dibine az sızma, üstüne bir sıra yaprak, adettendir diye..., sonra yaprak sarma ve yapraklı kabak dolmalarını döşüyoruz. Tırtıklanmış limon kabuğu, cuk oturdu cuk. Üçer dörder parçaya ayrılmış taze soğanlar da, artı taze soğan lezzeti almam ve görselimi şımartmam içindi... Onlar da cuk.

Pişirme kağıdını buruşturup örttüm güzelce tencerenin üstünü. (Yağlı kağıt ıslanınca daha kolay buruşur aklınızda olsun, ben ıslatmayı unuttum.) Yine sızma gezdirdim, pekalâ tereyağı da kullanabilirdim, kullanmadım. Kağıdı örtecek kadar suyunu da koyup kapaklayarak önce yüksek, kaynadıktan sonra da kısık ateşte pişirdim.


Üzerini açınca, yeniden, tuz ve karabiber kırt kırtı dolaştırmayı unutmayın.

Yaprak sarmaları favori yemeklerimden, her türlüsü.

Tembelliğimden yapmam her zaman. Yapanların da kapısından ayrılmam.



Kabak içi fırfırlı yaprak dolmalarımı, hattâ yanına sarma marma koymadan sadece ve sadece onları, misafir menülerine kaydetmek gerek.

Yine bana bayıldım vallahi.

Pazar, Ağustos 08, 2010

Kabaktan kabağa fark var


Kabak tadıdır falandır ama siz onu bir de bana sorun. Sıcak veya soğuk yemekleriyle, çiğ halleriyle, her daim müthiş bir ilişkimiz vardır sakız kabağı/cucurbita pepo ile, ki ben ona kısaca pepo derim.



Pepolarımı folyoya sarıp tavada kızartmayı akıl ettim. Olan kadar lezzetini hiç dışarı atamadan hafifçe yumuşayarak kızardılar. Bu hallerini üzerlerine parmak bastırarak anlıyoruz. Çok batmayacak sakın parmak, kabağın sert halinden yumuşama evresine geçmeye başladığını hissedecek sadece.

Havaların sıcak, çok çok sıcak halleri geçerli ya, yediğimiz yemeklerin serin serin olmasını çekiyor ya içlerimiz, bu kabaklar da ferahlatsın bizi o zaman. Oyalım içlerini bakalım.


Bir mini kutu light ton balığı ile, fesleğenli hardal, mayonez, ezilmiş sarmısak ve muskat~nutmeg karışıyor. Bir kabak dolumu olacak.



Beyaz peynirle azıcık eritme peyniri, ceviz, fesleğen, pul biber ve sarmısak da karışacak. Bir başka kabağı da bu içle doldururuz.



Dolum işlerinden sonra kabakları buzdolabında bekletmek gerek bir süre.


Dilimleyip yemek sonra da.


Üç kabağım vardı. Üçüncüsü ızgara hindili salata ile yendi. Üç kabak üç öğün oldu bana, havalardan tabii!

----------

Pek ahım şahım bir lezzete sahip olmayan kendi halinde bir sebze gibi gelebilir bazılarınıza.

http://kabaklitarifler.blogspot.com/ 'da, hani o sonuçlandıramadığım güzel projemin içinde, el ele verip kabağa atfettiğimiz lezzetleri görür daha daha da fikir değiştirmeye başlarsınız belki.

Pepo, mutfağımda hakettiği yeri ön saflarda almıştır her zaman.

Ben ciddi kabakseverim.

Cuma, Ağustos 06, 2010

Zencefilli patlıcan biber domaaates


Yazdan da bişey anlamadık. Aldı başını gidiyor. Sel oldu aktı, "Bu da yaz mı?" dedik. Kavurdu yaktı, "Bu sıcağa can dayanmaz," dedik. Yaz boyunca kendinden söz ettirmeyi başardı yani yaz; sera etkisine ve tropikal iklime girdik çıktık, küresel ısındık... Tansiyonlar indi çıktı yazdan, ruh ve beden sağlıklarımıza bir haller oldu yazdan...

Ağzımı hayra açayım, bu yıl biraz yangınımız az. Orman azaldığından dediydi haberlerde bir yetkili; yangın oranı bu yüzden düşmüş, yoksa naz etmiyormuş hani ormanlar yanmak için.



Onlar da gittiler döndüler malûm her yaz olduğu gibi, köyleri olanlar köylerine/köylerinden. Kimse eli boş gelmedi. Yaz bolluğu işte, ne buldularsa toplamışlar bahçelerden. Mutfağımın keyfi yerinde yani. E benim de tabii. Bu tuhafsı iklim şartlarında çarşı pazar düşünmüyorum fazla, patlıcan biber domaaates varsa yoksa. Tek derdim yemeklerime değişik lezzetler yakıştırmak, pişirdiklerim üç aşağı beş yukarı aynı şeyler de olsa.

Ana malzeme bir gün önce toplanıp çıkmış yola taa memleketten. Biber desen çıtırdıyor, domatesi lezzet fışkırıyor, patlıcan en parlak ruganı kuşanmış.




Yaz keyfimce soğanları koca koca doğruyorum, domatesleri ve biberleri de. Pijamalı patlıcanlara kalın tekerlek görüntüsü veriyorum bu seferlik. Yeşillik o biçim, çok bol yani. Tırt tırt limon kabukları az da suyu, bol patlak sarmısak dişleri, bir iki karanfil ve zencefil rendesi iyice bol. Deniz tuzu ve biberi de kırt kırt... Hiç su ilave etmeden çünkü çok bol ya domatesi, sızmasını gezdirip kapatın kapağını, pişirin gitsin.

Nasıl olur nassıl? Zencefil patlıcana ne der, biber mi zencefili yoksa zencefil mi biberi katleder? Limon kabuğu ne arıyor ki zeytinyağlı patlıcan yemeğinde?... diye diye velhasıl onlar pişedursunken... Ben kafada o büyük istifhamımla başbaşa..., n'olacak bu tencerenin sonu yaaa?

Sıcaklardan mıdır nedir, iyi oldu iyi , pekiyi, çok iyi, fevkalâde hattâ...

----------


Sıcakların sıcağından ziyade her konuya müdahil olmasından bunalmış hallerdeyim.

Nelere kadirmiş bu sıcaklar, hay anasını...