Kedili Mutfaklar

Perşembe, Haziran 29, 2006

Vatandaşın whatandash'a ettiği...

Bir gün oturmuş yazmışım. Belki bir yerlerde de basmışım. Yazarken besbelli eğlenmişim. Size de okutayım da eğlenin bari...


Bir kısım vatandaş
Bilgi yok, görgü yok, saygı yok; bir hoşgörüdür tutturmuş.
Sırtına hoşgörü entarisi giyme, yüzüne hoşgörü maskesi takma çabası almış başını gidiyor.
Bildiği değerlerin yerini alan bilmediği değerlere hoşgörülü bakacak diye helâk durumda.

Klasik vatandaş
Yok da yok. Bilgi yok, görgü yok, saygı yok, hoşgörü yok. Her sabah aynı saatte uyanır. Yıllardır aynı işe gidip gelmeyi üstün başarı, hergün patrondan yediği fırçaları yaşamın cilveleri olarak görür. Üç beş çocuğu, bir karısı, biri yıkanıp diğeri giyilen iki takım çizgili pijaması, bir tas aşı ağrısız başı vardır.
Kapı arkasında becerdiği temizlikçi kadın sustuğu sürece de başı ağrımayacaktır.
Bu tipin kadın olanı en fedakar kadın tipidir. Gündüz gözüyle pişirir, kurtarır, yıkar, ütüler, yamar, siler, süpürür. Akşama önce dayak, sonra da gereken ne varsa onu yer. Gece doğduğuna doğacağına pişman, uyku tutarsa uyur. Tutmazsa, canı yine bir şeyleri nafile çeker, çünkü herifi uyuyordur!

Diğer kısım vatandaş
Bilgi var, görgü var, saygı var. Bu üçü olunca hoşgörü haliyle yok. Bu sefer de bir umursamazlıktır gidiyor.
Halkın içine indiği kıt zamanlarda ‘umurumda değil’ kabuğunun altına saklanıp, ‘vız gelir tırıs gider’ dudaklarını, ‘vur patlasın çal oynasın bana dokunmayan yılan bin yaşasın gözlerini’ hiç eksik etmiyor.
Ne diğer kısım vatandaşla birlikte yaşar olmaktan bir memnuniyeti, ne de onların gaybubetinden kaynaklanabilecek bir üzüntüsü var / olamaz.

İki ara bir dere vatandaş
Bunlar haliyle orta saha oyuncuları.
Ona buna pas vererek ömür tüketenler.
Hem az buçuk aileden, hem de eğitimden nasiplenmiş olanlar.
‘Değerlerimize sahip çıkalım,’ içerikli programlarıyla bir yandan meyhane kültürüne katkı yapıp, arkasından ‘koy gitsin neme lazım değer meğer, neresinden mamalanırım ona bakalım’cı olanlar.
Kimlik bunalımında olduklarından çok tehlikeliler. Çok olduklarından, hemen her yerde karşımıza çıktıklarından, “görüldükleri yerde enterne edileler,” gibi bir fetva verilemez. Birlikte yaşanası da olmadıklarından, netcez şimdi? vatandaş grubunun oluşmasına sebep olurlar.

"N'etcez şimdi?" vatandaş
Hemen söylemeliyim ki bişeycikler yapamıyorsunuz / yapamıyoruz.
Bir kere öyle aval aval bakınırken ciddi ciddi düşünmek / düşünmemiz mümkün değil.
Bişeyler yapmanın zamanı çoktan gelmiş geçmiş, halâ “n’apcaz şimdi, n’etcez şimdi?” diye söylenip duruyorsunuz / duruyoruz.
Çekilin bakiiim / cekilelim bakalım şööle kenara. Siz / biz vatandaş bile sayılmazsınız / sayılmayız, iki ara bir derenin de vebali boynunuza / boynumuza..

Havadar vatandaş
‘New York’dan Paris’e uçtum love, crystal speed flight oh yeaaah,” havalarında, ‘frequent business class flyer,’ olanlar.
Bunlar havadan yere inme fırsatını az bulduklarından halkı tanımaz. Bulduklarında, trendy epoque otellerde gecelediklerinden, halkı zaten göremez.
Vatandaş olmasına vatandaşdırlar da, ömürleri havada geçtiği için vatandaş üstü sayılırlar. Yersen gerektiğinde vatanı için canını verir ancak belki yiyemeyiz diye vergi vermezler.

Petrus duyarlısı vatandaş
Petrus duyarlı bazı vatandaşlarımız da bu havalı gruba akrabadır.
Châteaux Margeaux (Margeaux) ve Châteaux Petrus (Pomerol), basınımızda kâh yazılı kâh çizili olarak izlenir.
Petrus lezzetine milyarlar feda edenleri, “Vallahi o lezzete değer,” diyerek destekleyen ahçı eskisi gurme yazarlarımız vardır.
(Burgundy de olsa olurdu, ancak Burgundy
tanıtımı henüz gazetelerimizce yapılmamıştır da ondan olmaz!)

Havadar vatandaş yavruları
Vatanda kalan yavru havadarlar Prisma ve Rainbow’a devam eder, ayrıştırılan ışıklarında ‘battle of the sexes is hard talk maaan’ varsayımından yola çıkarak, ‘dark side of the moon’ ilişkilerle hayata gökkuşağı renkleri verirler.*
O güne kadar sahip oldukları tüm manevi değerleri yıkıp, henüz ne olduğunu bilmedikleri değerlerin peşinden koşmaya başlarlar.
Savaş varsa sevinip ciplerine daha iştahlı biner, ille de birbirlerine sarılıp sallanacakları ortamlarda eğlenir, aileleriyle para dışında tüm bağlantılarını keser, yaz aylarında Bodrum’a giderler.
Prisma ve Rainbow ortamları, kişilik geliştirmesi kisvesi altında onlara tıpatıp düşünmeyi ve her söylenene hep birden “heee” demeyi öğretir.

Vatandaş altı vatandaş
Bunları çıplak gözle, dilenirken veya sokak çocukları halinde görürüz.
Diğer hallerini görmemizde televizyonlar bize yardımcı olur.
Otoyol kenarlarında kovalanan travestiler, insanlıktan çıkmış trafik canavarı sarhoşlar, namus cinayetleri işleyenler, madde koklayanlar, hepsi aynı kefeye sokulup vatandaş altı olarak takdim edilir. Bu takdimler genelde tüm kategorilerde vatandaşın fena halde ilgisini çeker.
Aç ve açıkta olanlarının, kamyonetlerden atılan makarna paketlerine uzanırken birbirlerini ezişlerine veya iftar çadırları önünde gün boyunca kuyruk oluşturduklarında titreyişlerine bakarız.
Kendi vereceği on kişilik akşam yemeği daveti fiyatına onbin kişi doyuran ünlünün / zenginin adı açıklanır, herkes rahat eder. Bunlar Z) sınıfı hamiyetli vatandaş olurlar ki, ki bu sınıfı anlatmak bile bana zûl gelir.

A) sınıfı hamiyetli vatandaş
Tabii ki ve çok şükür ki vardır. Ortaya çıkıp teneke çalmazlar, bilinmezler ve anlatılmazlar..

Whatandash?
İşsiz güçsüz olurlar. Deniz kenarı, park, koru, orman, otlak gibi yerlerde çekirdek çitlerler. Erkeklik organı olanlar su bulduğunda çimer. Altında kaldıkları giysilerden kadın olduklarını tahmin ettiklerimin ise ne yaptıklarını tahmin dahi edemem.
Whatandash olmaktan çok memnun görünen bu grupta, sadece gözlerin bakma hali gelişmiştir. Görmez, koku almaz, duymaz, çarptığını hissetmez ve tabii ki özür dilemez. Çekirdek dışında damak zevkleri lahmacun ve kanat ızgara ile sınırlıdır.
Birbirlerinden ayrılsalar kaybolacak kadar nahif olduklarından, whatandash whatandasha el ele veya sıra olarak dolaşıp gezmeleri beni çok duygulandırır.

Körolasıca vatandaş
Bunlar kimlikleri karakol kayıtlarında, mahkeme dosyalarında ve cezaevi savcılarında saklı, kendileriyse aramızda yaşayanlardır.
Çalarlar, vururlar, öldürürler.
Bulunur, alınır ve salınırlar.
Her diğer çeşit vatandaş bir şekilde bunlara kurban olur veya verir.

Arsız vatandaş
Şimdi sen bu maili en geç yedi saat içinde yedi kişiye laylay, o yedi de yedişerden lom, etti mi 49 laylaylom. Ondan sonrasını tutma zaten, traylaylom traylaylom. Yalnız bir kuralımız var. Altına bir vatandaş tipi ekleyecek, adını madını da yazacaksın. Yoksa tantrası (nesi nesi?) seni fena çarpar. Aman kırma zinciri. Kırarsan 7 gün içinde başına taş yağar, bana cennetin yolları, sana kurşunlar… Kırmayana bonus, en istediği 7 şey 7 günde olacak. Tak tak tak bütün kapılar, (yoksa 7 kapı mıydı?) açılacak.

Hoşgörünüze sığındım, ola ki dileklerim ola!

*Prisma ışık ayrıştırdığında gökkuşağı renkleri verir ya… Gökkuşağı seksin her çeşidine girenlerin sembolü ya…

Salı, Haziran 27, 2006

Boşanmak / Boşalmak

Pansuman / kısa kısa

Dilimizin ustası sevgili Hakkı Devrim'e aşağıdaki kısa notu göndermiştim. Eksik olmasın değer vermiş, 23/06 tarihinde, Radikal yazısının içinde yanıtlamış. Ancak sözlük karşılıklarını ben de biliyordum. Mantığıma ters geliyor sadece.

Kısaca kafam takılmaya devam ediyor.


Dil Yâresi Türkçe dostlarından (Oya Kayacan)

Sık kullanılan iki deyime takılıyorum. Bardaktan boşanmak (Yağmur ile bardak nikâhlanmışlar mı?); Boşan da semerini ye! (Semer ile yük hayvanı arasında da nikâh bağı mı vardı?) Ben her ikisini de boşalmak olarak kullanıyorum. Zihnim eskilerin «Boş ol!» lafına takılıyor.

– Sözlüğü açıyorum Oya Hanım Dostum. Boşanmak fiilinin anlam tarifleri bakın nasıl sıralanıyor: 1. Mahkeme kararıyla ayrılmak. 2. (Kan, su, ter, yağmur için) Birdenbire akmak, dökülmek. 7. (At, inek gibi hayvanlar için) Koşum takımından sıyrılmak, kurtulmak. Arada dört, sonda bir sekizinci anlam daha var.

Cumartesi, Haziran 24, 2006

Enginara bulgur ne güzel yaraşır...


Geçtiğimiz yıl enginar mevsimi kapanmadı. Becerdiler bir şekilde, bilmem artık ne yoldan, ürettikçe ürettiler. Bu yıl da bolluğunu geçmek, darlığına girmek mevsimindeyiz. Enginar tutkulu bir kadın olduğumdan günde en az iki adet tüketiyorum bollukta. Derken bir de bakıyorum ki misafir yemeği haline geliyor. O paha biçilmez olmuş, ben de bıkmışım zaten.

Enginar hallerim herkes gibi değil. Yollarda rastladığım her enginarcıdan bir adet almak huyum en belli başlı ayrıcalığım mesela herkeslerden! Adam ayıklıyor, tuzlayıp limonluyor, sapını da özel istek üzerine uzunca bırakıyor. Ben yola devam ediyorum, elimde lollipop misali enginarım, katır kutur şapır şupur. Bu şekle girmem, yolum uzunsa eğer günde üçe kadar çıkıyor.

Derken, üç günde bir eve getirdiğim altı enginarın beşini akşam akşam pişirmelerim, birini de çiğden salatalarıma katmalarım var. Taze patatesli, bol limonlu ve dereotlusuna bayılıyorum. Ançuezli ve ekmek kırıntılı yaparsam ziyafet var demektir. Fırında, beşamelli olursa tepsiyi yok etmeden ayrılmam başından.

Anneler usulü yapıldığında görselliği muhteşem. Açmış karnını enginarlar, doldurmuşsun ortalarına garnitür denen mini mini patates, havuç ve bezelyeyi ve de dereotu süslemesiyle işi bitirmişsin. Renk şöleni, tabii enginarı da kehribar gibi pişirmeyi bilene.

Bizim mutfaklarda yeşil sebzeler zümrüt, enginar ise kehribar gibi pişer. Kehribarın yeşili, yani green amber yeşili olsa gerek bu yeşil. Yoksa kehribar rengi tam da enginarın olmasını istemediğimiz renk.


Bulgurlusunu bu yıl çok yedim. Kolay yapılıyor, doyurucu ve ağzıma lâyık. Enginarları bazı küp doğruyorum, bazı bütün bırakıyorum. Pilav kısmını küp küplerle pişirip, ayrı yaptığım bütün enginarlarla birlikte servis yaptığımda oluyor. Bütün enginarlara bulgur katarak aynı tencerede pişirdiğimde.

İri doğranmış bol beyaz soğan sızmada çevriliyor önce; üç beş diş sarmısak ve limon suyu ile enginarlar azıcık yumuşatılıyor. Bulguru serpiliyor veya bolca bulgur koyuluyor. Burada bulgurlu enginar mı enginarlı bulgur mu meselesi çıkıyor yani karşımıza. Enginarlar eğer ikinci yemekse bulgurlu enginar yapıyoruz. Bol bol bulgur pilavı yemek varsa niyetimizde eğer, enginarlı bulgur.


Baharatlar ve yeşillikler bu yemeğe aşık oluyorlar sanki. Ne koyarsanız içine, bir başka doyumsuz lezzet çıkıyor ortaya. Karışık biberler, karanfil ve pek çok baharat içeren Mexican Pepper / dolma baharı, kimyon ve karabiber / melisa ağacı yaprakları ve baharatlarla denemelerim... Hepsi de mükemmel başarılı oldular. Daha da gerekiyorsa sonradan kırmızı biber katıyorum, halis Urfalı olandan, o çıldırtan acıdan.

Dedim ki, enginar darlığına girmeden haberiniz olsun.

Salı, Haziran 20, 2006

Bilmem anlatabildim mi?


Pansuman / İki kısa

Üzüldüm, hem de çok desem. Birine çözüm buldum, diğerine yok desem.

Yapmasaydı Emin Çölaşan bunu halkıma. Bize gelip vuran kanlı katil, bizden gidip indiren kahraman demeseydi. Yine üstü örtülü geçseydi konuyu, halkın devletin derinine olan bilinçsizliğini sarsmasaydı. Pansumanım yok. Çok üzgünüm çoook.

Gelelim ikinci konuya, Piglet'in rollerini makaslayan TRT'ye. Mesela o makaslanan yerlerde, boş ekranda hoca sesinden küçük kısa söylevler yayınlanabilir, domuz eti yemenin günahına seyretmenin günahı da eklenebilir. Bu da olmadı ben oynayabilirim o bölümlerde. Hem sevimliyim hem de çok domuz. Cüsseten biraz iri kaçarım ama ona da çare var. Piglet yerine piglot dersiniz olur biter.

Pazar, Haziran 18, 2006

Şu mürver meselesi...

(Biz Tuzla'nın üç gülüyüz. Ev sahibi Mine daimi, Şirinceli Candan ve ben de geçmiş Cumartesi gülleri...)

Mürver şurubu gittikçe gözüme giriyor.

Zorla sokuyorlardı önce. Şirinceli Candan kızım ile bizim Mineflora’nın Minesi sokuyordu. Oralı olmuyordum.

Derken kaptırıyorsun işte.

Kaç senedir bu böyle gidiyor. Şerbeti kaynatırlar, mürveri katarlar, limonu atarlar, sıkarlar, ezerler ederler... Sonuçta benim,“Eeeee beee, ne neee nedir bu? Bizim başımız mı kel?” hallerim başladı. Onlar da başladılar beni inletmeye.

Diyorlar ki, “Mürverler oldu olacak...” Ben çocuk gibi seviniyorum bir kenarda, eeee artık üç beş sap da bana düşecek elbet. Yok düşmedi.

“Mürverler oldu da geçti...” Hay.... Durun bakalım sevincim kursağımda kalmasın, belki de geçkininden ayırmıştır arkadaşlarım bana. Yok ayırmamışlar.

“Mürverler şuruplaştı...” Tamaaaam, işte bu, şurubundan gönderirler artık. Uğraşmam etmem, hazıra konarım. Yok göndermediler.

Ah benim temiz kalbim, iyi niyetlerim! Bu yıl mürver sezonunda ağzımı açtığımda, ikisi de demez mi, “Aaaa bilseydik getirirdik, isteseydin verirdik, söyleseydin gönderirdik...” Pes beee, peeees yani.

Patladım sonunda. “Kaç senedir yırtınıyorum yahu. Asıl ben bilseydim, isteseydiniz, söyleseydiniz o yırtılan yerlerimin fotoğraflarını gönderirdim!”

Bu çıkışım Şirinceli Candan’a da, Mineflora’nın Mine’sine de fena koydu.

(Şişelerin boylarından kimin ne verdiği belli oluyor değil mi?)

Sözün özüne gelince, dün Tuzla’dan / Mine’den birbuçuk litrelik pet şişe konsantre mürver şurubu ile döndüm. Orada içtiklerim de cabası. (Ara not: Mine’nin sadece bir tane mürver ağacı var.)

Şirinceli Candan kızım da kendi yaptığı mürver şurubu ile gelmişti bana sabah sabah! Allah sizi inandırsın elimin karışı kadar bir meyve suyu şişesi! Üstelik bir başkası için getirmiş de, o arkadaşına gidemeyince bana kısmet olmuşmuş! (İkinci ara not: Şirince’de Candan’ın etrafı namütenahi mürver ağacı ile çevriliymiş! Bu ne biçim paragraf, her cümlesi nida ile bitiyor!)


(Dekor yapraklar melisa ağacı yaprakları. Konuyla ilgisi olmasa da, onları da dün Mine'nin bahçesinden getirdim. Yaprak yaprak ayırıp dondurucuda saklayacağım. Sırası gelince ette, balıkta, çayda falan kullanırım.)

Ooooh, şimdi ya şundandır ya bundan yapıp, şuruplarımdan içe içe size Mine’nin mürver şurubu tarifini de vereyim:

İki kilo şekerle birbuçuk litre sudan şerbet yapılacak. Kıvamını tutturup altını kapatınca içine 13-14 mürver çiçeği ilave edilecek. Kapaklayıp bırakılacak bir gece. Sabah olunca tenceredeki mürver çiçekleri çıkarılacak. Aynı tencereye, sadece iki başı bıçakla kesilip atılmış dört limon, iri iri parçalara bölünüp katılacak. Bir gece de böyle bıraktık. Ertesi sabah limonları mıncık mıncık yapıyoruz anladığım kadarıyla. Sonra da süzgeçten geçirip kaldırıyoruz buzdolabına.

Bir parmak, iki parmak falan Mine’nin bardak başına ölçüsü, üstüne su. Candan derseniz neredeyse damlalıkla katıyor şurubu suya. Neyse, buradan da anlıyoruz ki, verdiği bir karışlık şişe ona epeyce dayanıyor!

(Bu fotoğrafta üç fidan var. Aralarından biri yine mürver. O da Candan'la birlikte Şirince'ye gidiyor. Büyüyecek, ağaç olacak, çiçek açacak, şurubu yapılacak...)

Dip not: http://www.mineflora.com/ ‘un Mine’si, yani benim Minesi, eğer bu anlatımda yalanım / yanlışım varsa, düzeltmeleri yorumlarda yapacak. Öyle anlaştık. (Evet, beklediğim oldu. Şurubunuzun uzun ömürlü olması için lütfen Mine'den gelen yorumu okuyun...)

Son sözden bir önce: Oya'nın istediği birkaç mürver çiçeği, elde var şişe şişe mürver şurubu...

Son söz: Ağlamayan çocuğa meme vermezler.


Mürver şurubu konusunda ciddi birşeyler okumak isteyenler için:

http://dilekce.blogspot.com/2006/06/sicaklar-bastirdi.html

Dilek bu blogu da bulmuş sonradan, harika.

http://www.deliciousdays.com/archives/2006/06/14/elderflower-bubbly-fried/

Cuma, Haziran 16, 2006

Teyzem & Teyzem

Kızlık soyadları Kayra olan üç kızkardeş, Selma, Jülide ve Jale. Diyelim ki İstanbul’da adabıyla dolma yapan yüz kadın var, onlar her daim top ten arasındadır.


Bu dolmalar annemin bir küçüğü, Teyzem Jülide’den. Servis tabağının sunumuna yetişemedim. Dediler ki, ‘tablo gibiydi’.

Soğan hiç sakınılmaz bizim ailede. Elinin gittiği bollukta soğan doğrarsın. Sonra öldürülür de öldürülür o soğanlar, yumuşacık olur. Pirincine gelince, marifet diri tutmaktadır. Sanki soğanlar görünmez olmuştur artık, pirinç katılır ve bir iki çevirmede kapatılır altı. Baharattı, yeşillikti falan gibi tad vericiler değil burada anlatmak istediğim, dolmanın ağıza gelirliği. Kıvamı. Buyrun doldurun artık dolmalarınızı, katkı lezzetler de sizden. Tel tel olsun, pilav kıvamında, yumuşacık ve dişe dokunur gibi.

---------

Annemin iki küçüğü Teyzem Jale olur. Ayşe kızı, yani benim Kuzen Ayşe Kız New Jersey’de yaşar. Teyzem Jale, çocuktu torundu damattı falan hasrete hiç dayanamaz. Komşu kapısı sıklığında çalar kapılarını. Kız torun Aylin'in dans resitali, erkek torun Aykut'un saksafon solosu, bitmeyen diploma törenleri, Ayşe Kız’ın doğduğu / aşure yaptığı / gözü yollarda kaldığı günler, Damat Ahmet’in de yanaklarından öpme günleri...

Ben de sebeplenirim arada durmadan. Bazı kahve şenliği yaratır evimde Teyzem Jale, bazı çay. Şenlik dediysem harbi şenlik, sağolsun çeşitleme yapar hep, azla yetinmez.

Geçtiğimiz hafta onun son Amerika dönüşü, benim evimde Teyzem Jale Baharat Şenliği olarak kutlandı. Sıra neye geldi bakalım?

Yaşşasınnnlarrrr Teyzem & Teyzem.

Salı, Haziran 13, 2006

Gün bugündür

Annem Selma'ya uğramak demek, mutlaka ve mutlaka boğazımdan sevdiğim bir şeyler geçecek demektir. Bugün şansıma su muhallebisi vurdu. Pudra şekeri ve çilek ezmesi ile yediğim bu inanılmaz lezzetin tarifi, aynen onun ağzından:

Bir kilo süt, birbuçuk su bardağı su, ikişer tepeleme çorba kaşığı un ve buğday nişastası. Hepsini beraber telle çırparak kaynat. Kıvama gelince ıslattığın kalıba dök.

Benden ilave: kalıp dediği yayvan bir pyrex tepsidir.

Tadı damağımda kalmasın diye üstüne bir bardak su içtim!

Su seviyorum. Aksın, yağsın, dalgalansın, ürpersin, dolsun, taşsın, temizlesin, sulasın, serinletsin, ısıtsın, donsun, çağlasın; ne yaparsa yapsın, su olsun yeter ki. Bunlar da benim böceklerim. Sümüklülerim. İki gündür bayram yerine çevirdiler ortalığı.

İstanbul'da yağmur var.

Mutluyum, mutlular.

Pazar, Haziran 11, 2006

Çikolata duvarlarım, sütlü çikolatalarım

Açıktan başlayalım da korkmayın! Koridorun sonundaki odalar, iyice sütlü kakao.

Koridor da aynı renk.


Yaşama alanımın en açık renkli duvarı. Aynadan görülen renk, en koyu duvarın bir açığı.

Aynadan görünen, bir açık dediğim duvar. Koyuya dönene kadar bir ara renk daha var.

En koyu çikolatam da bu.

Ye ye bitmez.

Not: Açık tonlarda pembeye kaçışlar bu kadar çok değil aslında, bildiğimiz bol sütlü kakao. Fotoğraflama hatam olmalı.

Normale dönüyoruz


(Arkamda duran Atatürk portresi Annoya'nın çok sevdiği Avni Arbaş'ın. Avni amca ölmüştü de Annoya çok üzülmüştü. Kafamda da Fofo.)

Neyse ki ne, bizimle ilgilenmeye başladı biraz. Artık sabahları sağından sağından kalkıyor. Zaten sadece ev düzenli olmadığında solundan kalkar o. Bildiğimiz için uzuncadır sesimizi soluğumuzu pek çıkarmadık. Gördünüz gibi makarnalı yazıya sızdık sadece usulca, biraz mızmızlanmaya başladık, baktık ki üzülüyor kestik hemen aleyhinde yayını. Sabahları da sepetlerimizde uyandık, onu rahat bıraktık.

Derkeeeen işte o yumak yumak uyanmalarımıza başladık yine, Annoya’mızla üçümüz kucak kucağa. Dün sabah olduğu gibi. Sonra kalkıp giyindi gitti. İşi gücü de yok bugün, bir şey de demedi bize. Nereye gitti acaba?

Döndü geldi ki elinde bir kocaman fare. Aslında ona fare değil sıçan derler galiba. Şöyle bir baktık önce uzaktan. Korkacağımız varsa bile korkmadık, hattâ ürkmedik bile. Annoya bizim korkulu rüya bile görmemize izin vermez çünkü.

Günün geri kalan kısmını bu Fofo dediğimiz fareyle eğlene uyuya geçirdik.

(Küpe çiçeklerimiz açmak üzere. Yaseminler açtı ama buradan görünmüyorlar. Dün Annoya'nın getirdikleri arasında bu tenekeden kuşlar da vardı. Çiçeklerin arasına yerleştiler, oturuyorlar.)

(Annoya, Annas Pepparkakor diye bir kutu almış kendine. Zencefilli bisküvi imiş. Biz sevmedik ama o tıkır tıkır yiyor kahve yanında ve de pek lezzetli buluyor. Fofo da sebepleniyor galiba.)

Akşamına da ızgara balık yedik, bu da demek oluyor ki üç orta boy somon parçası. Bize yiyebildiğimiz kadar yedirdi, gerisini de o yuttu.

Biz salata yemedik, şarap da içmedik tabii.

Yemekten sonra anlattığına göre Ikea’ya gitmişmiş.

Çarşamba, Haziran 07, 2006

Tok evin aç kedileri

İşler bitti şükürler olsun. Evi koyu çikolatadan doğru duvar duvar açılan sütlü kakaoya boyadık, rahat ettik, oturuyoruz.

Çocuklar aynı fikirde değiller. “Gözün çikolataya doysun,” mauuwwlarını sürekli dışa vuruyorlar. “Çikolata sevmeyiz, duvarları yemeyiz, balık rengi isteriz” diye de tempolanıyorlar arada ama takmıyorum. Sloganlarına karşı ılıman iklim şartlarında yatıştırıyorum onları.

“Yaaaa be kedimler, hani o yediğiniz kuru mamalar ne renkmişmiş bakalım? Böyle böyle tonlar işte, değil miymiş mışmış muşmuş...” Bu ara ciddi ciddi elimdeki kuru mamalar duvarlara karşı tutulup evin renk skalasına uyumu karşılaştırılıyor. Ne yapalım, biz böyleyiz...


Hallerimiz böyle iken, böyle böyle de bir makarna daha yaptım, buyurur yer miydiniz? Pek iyi, pek lezzetli oldu da, canınız isterse, yerseniz tabii...

Arapsaçı var yine evde, hani fençel buyurdukları üretici firmaların da, rezene de dediğimiz. Küçücük bir taneyi gövdesi ve saçakları ile irice kıydım. Bir bembeyaz taze soğan, üç diş sarmısakla birlikte sızmalı tavaya alıp başladım çevirmeye.

İri deniz tuzu ile iyi su da kaynamakta, az sızma ile. Sızma, Bursa yöresi Orhangazi civarından, Hayati Kaptan’ın zeytinliklerinden gelmiş ki, rengine vurulursunuz önce. Görülmemiş böyle bir yağ yeşili, görülmemiş böyle bir yeşillim yeşillim yağ. Tadı renginden beter güzel, içmelere yani kıyamaz insan. Ama bizde bol ya, her yere koyarız artık. Zeytinlikler bizim!

Sosun malzemeleri hafifçe yumuşarken, Barilla pennettelerim de al dente oldu. Sosuma bol Mexican peppercorns ve Urfa pulu ekledim. Rakı şişesi de, ki Tekirdağ idi, sallandı da sallandı sos üzerine. Döküldükçe döküldü rakısı içinden, rakı şişesi de ne yapsın; pişti sos içinde, uçtu alkolü, kaldı kokusu. Soğanlar karamellendi sanki, rezene gövdesi azıcık kıtır, saçakları pişmeye yüz tutmuş...

Süzülmüş pennettelerim salındılar rakı soslu tavaya. Arapsaçları da zaten buram buram anason kokar yaaa...

Bu iş buraya kadardı.

“Çikolata sürülmüş evde rakıya bandığı makarnaları yiyor,” dedi kedimler. “Burada bize ne iş düşer ki? Koskoca bir hiç.”

“Hattâ o yaptığı zeytinli şehriye neydi geçen gün?” diye sordu Kimsecik.

Cancan, “Sapıttı,” dedi. “Mutfakta pişen bize düşmüyor artık. Bir ayarını bulsa ya Annoya.”

Öyle ya, maydanoz pestosuyla karıştırılıp bol zeytinle yenen şehriyeden ne anlasın benimkiler. Basmışım içine biberin her çeşidini de, kekiği de filan

Tamam, anlaşıldı.

Yakında mutfak açılıyor çocuklar...

Cuma, Haziran 02, 2006

Benim altı çileğim

Vatanı Oya'nın mutfağı önü, cumbası üstü. Memleketi bir küçük dikdörtgen saksı. Dört yıldır çileğini yediğim bu toprağı ben nasıl öpüp de başıma koymayayım.

Seneye söz, daha geniş yere alınacak, daha verimli toprakla beslenecek, daha mutlu olacaksınız.



Oya bir haftadır her sabah altı çilek yedi ya, seneye belki de sekiz çilek yiyecek.

Sağa sola süs diye koydukları da cabası. Misal votkaya, dondurma tepesine ve, "İlahi Oya bu da nereden çıktı?" diye sordurtmak için beyaz pilava...

Oya Oya yağlı boya...

(Adı Mehmet olup da koduna Apo dediğim yeğen solda. Ali Usta ıslaklık kalmasın diye alçılanmış duvarı fönlemekte. Nurettin de bir iş çeviriyor işte ya, ne?)

Eşyalar hep toplandı, toooplandı tooplandı; üstleri de kapandı, kaaapandı kaapandı...

Ali Usta ve Şürekâsı yarım gün bu derleme toplama işiyle uğraştı. Yerler tamamen naylonladı, naylonlar da selobantlarla sağlamlaştırıldı. Bu Ali Usta var ya Ali Usta, kolay kolay bizim ailemizin baş boyacısı olmadı. Zaman zaman "Sizin aileye çalışsam bana yeter," dese de, herkese tavsiyemdir.

Sonunda da her bir şeyi yerleştirir, siler süpürür, gül gibi yapar ortalığı güüüül.

Boyacı Ali Usta 0532 587 12 17 "Alooo, Ali Ustaaaa, sizi Salacak'tan Oya Hanımefendi veya sadece Oya pek bir tavsiye etti de..."

Neyse yaa, işte bizim evin halleri şimdilik daha böyle. Finale hazırlanıyoruz, şöyle inşallah bir üç beş gün içinde...