Kedili Mutfaklar

Pazar, Şubat 26, 2006

Kerevizli neler neler...

O saplarım var ya hani az aşağıda görüntüdeler, kalmasınlar haydi dolapta, yemeklere girsinler dedik.

Bu hafta sonu biraz mayışmıştık. Çok lezzetçiydik. Hiç tartılmıyorduk.


Ekmek yaptık. Ablam Hülya’nın elmalı pandispanyasıdır, pan d'Hülya demeli ona, ondan yaptık. Gayri geçelim elmalı pan d’Hülya’yı, konumuz kerevizse eğer; ekmeğimiz kerevizlidir, oraya gelelim.

Ekmeğimiz hem kerevizli hem de ayçiçek çekirdeklidir. Yoğurmasında ayçiçekler kullanılmış, fırına vermeden top yapıldıklarında da ortalarına kereviz yaprakları saklanmıştır. O saklanmış kereviz yaprakları da ekmeklere fena halde lezzet bastırmıştır.. . Çokça yenmiş, yedirmiştir. “Allah islah etsin,” dedirtmiştir.


Soru: İki patates, iki sap kereviz, iki kabak, bir soğan, bir limon suyu, bir de kırmızı etli biber ne yapar?
Yanıt: Sızma ile az suda azıcık tıkırdar. Zeytinyağlı yemek yapar. Üstünü oyalı maydanoz süsler.



Akşama doğru da kereviz sapları doğranır inceden, zeytinyağında çevrilir. Pastırma dilimleri kıyılır, kerevizle birlikte onlar da çevrilir. Bir limon suyu, tuz, köri ve karabiber ilave edilir. Bu hafta oyalı maydanoz kullanıyoruz, buraya da ondan koyuyoruz tabii. Somon dilimi oturtulur ortasına. Beş dakka beeeeş. Beş dakkada olmayacak kadar lezzetli bir tabak çıkar ortaya. Adı pastırmalı kereviz sapında somon fileto olur.

Afiyet olur.

Yanında da beyaz şaraba n'haayır n’olamaz diyen olmaz, olmamalıdır.

----------

Kereviz lezzeti beni öldürür.

Topağı da, sapı da, yaprağı da, kurusu da...

Ben yanmışım kerevizin lezzetine.

Altıntop güzellemesi

Greyfrut/furt diye yerleştirildi dilimize. Benim sevdiğim adı altıntop. Bir de beni ilk erotik düşüncelerime garkeden kız memesi adıyla anılır. Tuhaf olurdum, pazarcı bağırır öyle tam biz geçerken önünden, “meme ye meme, kız memesi bunlar...” Bir de ağızlarını tuhaf tuhaf şaplatmazlar mıydı?

Neyse ki arıza yaratmamış bende. Sorunsuz yer içerim, bayılırım altıntoplara. İnce kabuklu sıkmaları kış aylarında can dostlarım olur. Parmaktan kalın kabuklularını da bulduğumda hemen tatlı şeyler gelir aklıma. Reçelce şeyler, tatlı soslar, yeni keşfedilecek lezzetler.


Üç kocaman altıntop artı üç iri limon, badem, şamfıstık ve amerikan üzümleri. İç fıstıklar sıcak suya basılacak ve su soğuduktan sonra kabukları ayıklanacak. Harika bir kök boyadır çünkü iç fıstık kabuğu. Girip de pişeceği yerde pembenin işi yoksa eğer, ayıklamakta fayda var.

Altıntop ve limonları sabunla yıkamak gerek, sıkı sıkı fırçalayarak hattâ. Malûm tarım ilaçlarıydı mumlu koruyuculardı filan meseleleri. Kabuklarıyla pişireceğiz çünkü. Sonra da durulanacaklar iyice. Derken parçalayıcı aygıtımızda paramparça ettik hepsini. Üzerinde bolca su ile gece boyu kaldılar tencerede.

Sabahına kaynatın aynı suda, bir kilodan bir bardak fazla şekeri de ilave edin kaynayınca. Suluca bir kıvam tutturun sonra, akışkan reçel gibi. Badem, fıstık ve amerikan üzümü de giriyor artık kaynamaya. Beş on dakika daha. Bitti.

Öyle lezzetli oldu ki. Kahvaltıda yedim. Dün yaptığım pandispanya üstünde muhteşemdi. Dondurma ve istediğim her tatlının üzerinde sos olarak da kullanacağım.

Bir altıntop mucizesi.

Rengâhenk bir güzelleme.

Cumartesi, Şubat 25, 2006

Bahçelerde kereviz...

...biz kereviz severiz



Uzun uzun kereviz dalları. Hey kurban olduğum kereviz dalları. Ben bunlarla / bunlara ne yapsam az. Haklarını ödeyemem bana kattıkları artı lezzet ölçülerinden yana.

Öğle vakti votkası yaptık bugün kendimize, bloody fena halde. Herşeyimiz vardı yapmak için, neden yapmasaydık? Azz güneşli günümüz dışarıda, kakarakikiri havamız içerideydi. Aklımız işte, gözümüz oynaştaydı.

Tat domates suyu şişesinde yersen / içersen ‘katkısız’ yazıyordu. Tobasco şişesi bir yandan, karabiber mulenası diğer yandan bana bakıyordu. Hayati Kaptan’ın zulası kapsamına giren votkalarından evime ithal olan Finlandia uzun zamandır gözüme batıyordu.

Tuzum deniz tuzu, çok takarım bu işe; deniz tuzu olmazsa Bloody Mary yapmam abi modlarım bilâistisna başımdaydı...

Limon da var.

----------

Şimdi konumuzun en mühim yerine geldik.

"Eeee, siz Bloody Mary’nizi nasıl içersiniz peki?"

İşte burada devreye o uzun uzun kereviz dallarından yaptığınız bir pipet giriyor.

“Hüüüüüppp,” diye çekiliyor oradan.

“Oooohhh,” deniyor önce. Sonra, “Bu ne yaww, bu neeee?”

----------

Türküsünde sevmezler de yemezler de... Kerevizi yani.

Fener maçlarındaki terennümü ise sahalardan uzak, fenadır çok. Durduk yerde yani, ne demeye adamları tin tin tini mini hanım yerine koyarlar ki...

Çok ayıp çoook.

Töövbe tööövbe, yine mi güzeliz?*

* Çiçek Arif'e

Pazar, Şubat 19, 2006

Oldu da bitti maşallah


Bu iş işten bile değilmiş. Üç saat vaktin olacak ayakta, mutfakta dikilecek, kafanı da tanzim etmiş olacaksın işin hacmi ve akışı doğrultusunda. Bitti. Hacmi deyince, benim gibi ilk defa aşureye kalkanlar bu hacimden bihaber olacaklar tabii. Bende başlama tarihi ile bitme tarihi arasında bir koca yirmidört ve artı altı saat var mesela.

İş akışında ise hazırlıkların zamanında yapılmış olması gerekiyor. Nohut kabukları ayıklanmış, içine katılacak olan meyveler dilimlenip bir kenara koyulmuş olmalı. Sonra hep çevrilecek çünkü!


Cuma sabahına nasip oldu. Islattım buğday ile pirinci. Kaynar suda. Akşam buluşmamızda iyice şişmiş neredeyse yenecek kıvama gelmişlerdi. Bir iki taşım kaynatıp örttüm üstünü ve yattım. Sonrası, karıştırmak üzerine kurulu bir düzen aşure pişirmek. Keşkeğin tatlısı yani. Şimdi anladım zaten keşkek de neden durma allah çevir ya çevir pişiriliyor. Dibini sardığı için... Vallahi de billahi de bu işten bu sonuç çıkıyor. Çünkü buğdayı macunlaştırmak gibi bir alamet-i farikası olan keşkekte de, aşurede de bu buğday zaten kendiliğinden macunlaşıyor. Ve lakin bu arada da dibini tutuyor tabii!

Kafama göre yaptığım tek şey yarım litre yağsız sütü bir taşım kaynatıp, dilimlenmiş kuru meyve, üzüm ve şekeri içinde karıştırmak oldu. Önce bugday pirinç karışımı, sonra da fasulye nohut ilavesiyle çevrilerek hayli kaynayan diğer tencereme sonradan kattım bu karışımı, bir süre de birlikte kaynattım tabii. İki kaşık da gülsuyu koydum, kapatmaya yakın.

Gerisi boş, anlatmıyorum.

Ben kendi aşure lezzetimi buldum.

Bunca yıldır kapıma aşure taşıyan konumdu komşumdu ve bilumum aşurebazların karşısında da boynu bükük durmaktan kurtuldum.

"Aloo anneeee, aşure yaptım."

"Oldu da bitti mi maşallah. Keşke bir sorsaydın a kızım..."

Oh Melissa...

Annoya'm canım bana oğul otu getirmiş. Bayılırım. Annoya Oh Melissa şarkısını oo oğluşum ooo oğluşum şeklinde söyler, ben kemirir dururum bu oğluş otunun güzelim yapraklarını. Ne de olsa ben bu evin yegâne oğluyum.


Annoya balıklı yemeklerde de kullanıyor bazı bu otu. Ben o balıkların hep tadına baktığım için mi alıştım nedir bu şifalı otlara? Geçenlerde koca defne yaprağını yedim mesela, severek. Görenlerin gözleri büyüdü.

Kovan otu ve limon nanesi de denilen melisanın demleyerek çayını da yapıyoruz. Çok da faydalı diyorlar. Biz kediler zaten faydalı otları seçmeyi pek biliriz. Oğulotu, uykusuzluğa, baş ağrısı / dönmesi, kulak çınlaması, hafıza zayıflığı ve de asabi hallere falan pek iyi gelirmiş. Annoya diyor ki, "Ye Cancan ye, yetti artık senin psikopatlıkların..." Yabancı sevmem, hemen kaçar yedi kat yerin dibine girerim ya, ondan laf dokunduruyor.

O da yesin, bunak n'olucak. Dönüp duruyordu geçenlerde orta yerde Şemşi'ye, "şey nerede yahu, şey yahu şey...," diye söylene söylene. Ney yaa, neee? Müneccim miyiz, nereden bileceğiz şeyin ne olduğunu? Sebze soyucu aleti diyormuş meğer. Yine de bilmiyoruz adını işte. Ne derler ona? Melisa çayı içsek bilir miyiz?




Gördünüz işte, kemirdiğim yapraklar ortada. Şimdi gelsin bakalım yabancılar.

Görecekleri de var.

Cuma, Şubat 17, 2006

Battaniyemiz






Annoyamız battaniye ördü. Kaç yılda ördü bilmem. Bir sürü şerit, enine boyuna filan birbirine girmiş durumda. Sepet örgüsü gibiymiş.
Renkleri çok güzel ama. Önce İngiliz renkleri diye başladıydı. Derken araya Türk renkleri de karışmış galiba! Ninemiz Selma kenarlarını yaptı. Annoya da oturup yün uçlarını bağlıyor günlerdir vakit buldukça.

Battaniyemiz iki kişilikmiş.

Biz malum üçümüz kullanacağız tabii.

Cancan'ı fotoğraf çekimine çağırdık ama gelmedi. Kendi bilir.

Salı, Şubat 14, 2006

Şu sevgi denen...



"Yürek dediğin özgür olmalı.
Sevmeye aç, açık olmalı.
Biriktirebilmeli, çoğaltabilmeli, dağıtabilmeli... "
Oya

Pazartesi, Şubat 13, 2006

Fasulye gibi nimetten...

(Yan evden komşum Huriye'den gelen tatlılar alâdır alâ, parmak yedirtir.)

Dün akşam kızdım kendime. Öyle şeyler var ki hayatımda, onları sadece annem Selma yapar. Mutfağa dönük sayarsak mesela peynirli pilav, fırın makarna, revani, aşure, kalburabastı, irmik helvası... Belki bu evde de aşure kaynatmalı artık, kalbura ne basılacağı bilinmeli, fırın makarnanın anne püflerini öğrenmeli, atmasyonsuz birebir uygulanmalı annemin lezzetleri, o tatları kaybetmemeli.

Geçenlerde Hayati Kaptan sırf bu konuyu irdelemek için açmış bana telefonu, diyor ki, “Sen de Arzu da alın artık annelerinizden aşure elini. Haklı Hayati çünkü, annem Selma ve kayınannesi Nevoş’un aşurelerini çok seviyor. Nevoş yapmış yine aşuresini neyse ki. Arzu da bir gayret girmiş mutfağa bir sefer yetmemiş iki posta kaynatmış, getirdi vallahi onca yoldan, işte resmi burada.


Ya ben?

Kendi adıma olumlu bir yanıt veremedim Hayati Kaptan’a, ne güvenip ben yaparım dedim, ne de anneme baskı yapalım da yaptıralım. Annem Selma’dan bu yıllık aşure paso gibi duruyor, nekahat şımarmasına devam...

Derken dün akşam, girilsin bakalım da mutfağa önce bir beyin hazırlığı başlasın istedim, aşureye ilk adım olarak. Kalktım bir kilo güzel İspirliyi bastım şişe suyuna. (Duydunuz, ıslatmalar hep iyi suya oluyor değil mi?) Derin soğukta da haşlanmış nohutlarım var. Yattım ki içim rahat. Aşure işi sıraya girdi.

Sabahına da haşlandı İspirli, pek de leziz haşlandı, ne dağıldı ne bayıldı. Ve de o anda baktım ki, manzara hiç de beklenmedik bir manzara değil. Koca bir tencere dolusu haşlanmış fasulyem, bir kase de atmadığım o müthiş faydalı suyundan var.

Ne güzel bir oyun kurulur şimdi mutfakta fasulye yemekleri üzerine. Neler olur? Neler olmaz ki? İki koca soğan doğranır mesela, üç beş diş de sarmısak ayıklanıp atılır yanına ve bir kocaman kırmızı arnavut salınır tencere içine. Başlanır oynamaya. Canım bir kangal sucuktan artan küçük parça ile bildik bir sucuklu kuru fasulye çekiyor. O yapılsın bir kere. Bir de ne?

Tarhunlu, tarhanalı, sütlü...

Soğan sarmısak bayılınca iyiden iyiye, önce malzemeyi bölelim iki tencereye. Birincisi kolayından sucuklu olsun bitsin. Fasulyenin suyu yeniden fasulyeye katılsın, acı biber salçası, tuzu ayarlansın. Pişerken de sucukları ufalayıp atarız içine. Sonra da yanına pilavını yaparız belki, beyaz beyaz şöyle.

Diğer tencerede kalan soğan sarmısak karışımına da katalım haşlanmış fasulyelerimizden. Çevirelim bir tahta kaşıkla, çevirirken bir yandan da ılık suda ezilmiş erimiş birkaç kaşık tarhana katalım içine. Azar azar kaynar su ilavesiyle çevirmeyi sürdürelim. Tarhun, sanki kokusu burnuma geldi, iyi gidecek burada; iki tutam da kuru tarhun katalım içine*. Çevirmeyi sürdürüyoruz. Çorbamız hem kaynadı hem de koyulaştı iyice. Şimdi, tepeden tencereye sokup bızzzt yaptığımız alete kaldı iş. Bızzzzt, enfes; fasulyeler azıcık dile dokunur gibi. Veya süzebiliriz hemen tel süzgeçten, gelmesin ağzımıza... Bundan sonra işi, ısıtıp sıcak beklettiğimiz süt halledecek. Katıyoruz ağır ağır, karıştırıyoruz.




Aaa aaaa, bu tarhunlu, tarhanalı ve sütlü bir fasulye çorbası...

Ooo oooo, çok lezzetli.

Yine ayırdım tabii küçük küçük torbalara haşlanmış fasulyeleri, attım dondurucuya. Olur ya, aşure günüm de gelir belki bu sıralarda, gireriz birlikte yine mutfağa.

Yeniden, bir daha ve uzun uzun kızdım kendime. Onlarca senedir yaptığım binlerce yemeği bir taraflara kaydetmiş olsaydım keşke diye.


* Tarhun keskin lezzetli bir ottur. Dikkatli kullanmanızda fayda var. Hele tarhana acılıysa eğer daha çok dikkat lütfen.

Cuma, Şubat 10, 2006

Çizmenin burnundan haberler

Bir yazı olsun ki , yaklaşan Sevgililer Günü'ne, bir sevgiliye dair olsun... Önce linkler lütfen çünkü bu sonuncu ve üçüncü kısım...


Oya Kayacan
07/07/2003

Geliyoruz diyene, neden geliyorsunuz diye sorulur mu? "Buyurun," dedim tabii. Tanımıyorum, "Nino'nun öğrencisiydim," diyen Gaetano adlı adamın biri. Takmış karısı Gina'yı da yanına onca yoldan geliyorlar, İstanbul bahane beni görmeye. Başladı mı bende bir ön heyecan? O ön heyecan, yerini bendini aşan heyecana çevirip ortalığı heyecan selleri götürmeye de başlamadı mı?
Heyecan böyle birşey de oluyor demek ki… Özleyip de sadece özlemekle kalacağından, hani o bir daha hiç kavuşamayacağından, mührü zamana uğramış haberler alabilecek diye de heyecanlanabiliyor insan.
Beklediğim o haberler, o gün bugündür bana bir türlü ulaştırılmayanlar. "Uzaktan uzağa verilemez," duyarlılığını kesinkes hissettirip, beni bir nevi savuşturdukları sessizlikler ve daha sonralar, bir münasip zamandalar...
Bugün yüreğimin sesini dinleyeceksiniz. Artık götürdüğü yere mi gidersiniz, yoksa kuzu kuzu dinler, "Allah bu kadına selamet versin," mi dersiniz, siz bilirsiniz…

Pronto Oya, sono Gaetano

Hikaye şöyle başlıyor. Posta kutumda Franco'nun, 'Gaetano ve Gina'yı takdimimdir, İstanbul'a geliyorlar' mektubu belirene kadar sakin yaşamımı sürdürüyordum. Hemen cevapladım tabii, çok memnun olacağımın altını çizerek. Az sonra telefon çaldı. Arayan, "Alo Oya, ben Gaetano," diyor, "Franco'nun bahsettiği Gaetano."
(Bu noktada hemen, hepinizi eskilere sürüklemem gerekiyor. Yerel dot comlarda eski sevgiliyi aramak veya… …veya kasabanızdan bir genç sevmiştim yazılarımı okumadınızsa eğer, önce onları sonra bunu lütfen…)

"Cittanova'dan ne istersin?"

İki saniye şoklanma hakkımı kullanıyorum. Sonra, burnumun, dudaklarımın ve ağız teşkilatımın sesini dinleyip, "Canım çok baccala*, çekiyor," diye bağırıyorum. "Baccala, baccala." "Başka başka?" Salame piccante come quello che faceva Mamma Rachaela a casa…"Si va bene, biscotti alla mandorla, mustazzola?" "Mamma mia, ister miyim bilmem ki? Ben de burada birilerine zayıflama sözü verdim de." "Artık biz gelip gittikten sonra zayıflarsın!"
"Yaşasın yaşasın, bütün Cittanova'ya selam. Dört gözle bekliyorum."

Sanki kırk yıldır birbirimize gelir gidermişiz de, bu gelişlerinde de ben onlardan, morina balığı, acı salam, bademli bisküvi ve de karışık aromalı acıbadem bisküvileri istiyormuşum!
Yahu ben bunları tanımıyorum!
Tanımıyorum da şimdi neden ortalık bir yerde durmuşuz da üçümüz birbirimize sarılıp ağlaşıyoruz? Ağlamaktan öte böğürüyoruz? Kimlerden ne selamlar, kimlerden ne sevgiler getirmişler, hepsini birden saya döke beni öpüyorlar.

Cittanovalılar karar vermiş, demişler ki…

Cittanova'da Via Colomba'nın başındayım. İki ev ötede, kapıda Mamma Rachaela kollarını açmış bekliyor. Kucaklaşıyoruz. Nino'nun Oyam diye koşması, Greco'nun yüzündeki yüzlerce kırışığı birbirine bağlayan sevimli gülüşü ve de mahallenin çocukları. Onlarca çocuk, şehirli kızı merakla izleyen, çaktırmadan dokunan, arabamın bir kapısından binip öbüründen inen, koşan yetişen.
Yok değilim. Burası Cittanova değil İstanbul. Sarıldıklarım da artık olmayan o insanlar değil. Bunlar, artık onların neden olmadıklarının haberini verecek olan aracılar.
Cittanovalılar karar vermiş ki, nikahlıymış veya nikahsız ben onlara gelin olmuşum bir kere…Cittanovalılar demiş ki, "Onca yıl sonra çıkmış olsa da ortaya, Oya gelin acılarımızı bilmeli." Ve de insanlık şu ki, Cittanovalılar, "Oya üzülür," demişler, "haberi duyduğunda. Bizden birileri mutlaka yanında olup ona sarılmalı."
Öyle oldu zaten. Biz üçümüz, üç gün boyunca hep birbirimize sarıldık.
Onların söylemesine meydan vermedim. "İntihardı değil mi?" deyiverdim. Hissediyordum çünkü.

Kumkapı'da rakı bardaklarına, Boğaz'ın ışıl ışıl sularına, evimde duran Nino anılarına, Mamma Rachaela'nın yaptığı gibi acı salamlara, baccala pişirdiğimiz tencereye, içine bademli bisküvilerimizi batırdığımız şarap kadehlerine, yürüdüğümüz yollara, üç gün boyunca üçümüzün gözyaşları karıştı.
İşte orada hak verdim Cittanovalılara. Burada, bizden birilerine sarılmak kesmezdi beni.
Üç gün geçti. Artık dönüyorlardı. "Git artık," dedi Gaetano, "yoksa ayrılmak gittikçe zorlaşacak." Ne ben el sallayıp ayrılabildim, ne de onlar uzaklaşıp gidebildi, son dakikaya kadar.
Nedendir bilmem, Cittanova'da beni halâ çeken bir şeyler var.

* sondaki a aksanlı ama becerip koyamıyorum, bakalaa diye vurgulu okunuyor.

Pansuman / uzun uzun

- İtalya'da yemek pişiren ne kadar insan varsa, eminim o kadar da baccala tarifi vardır. Baccala kurutulmuş morina balığı, cod fish veya stock fish dedikleri. Balıklar Norveç'te yakalandıktan sonra parçalanarak tuzla varillere basılınca adı baccala oluyor. Tuzlanıp açık havada kurutularak tüketime sunulmasına da stoccafisso deniyor. Bu Norveçli balığın İtalya'da çizmenin burnu ile ne ilişkisi olabilir peki? Hatta dünyada yenen en lezzetli stoccafisso'nun Cittanova'da işleniyor olması nedendir? Pek mantıklı gibi gelmeyen işin özü şu: Stock fish, yani İtalyanların dilinde stoccafisso, ancak Cittanova'nın Zomaro dağlarından akan su (aqua di Zomaro) ile ıslandığında gerçek lezzetini buluyor. Tuzlanmış veya kurutulmuş balıklar en az iki gün, sık sık değiştirilen bu suyun içinde tutulduktan sonra çiğ veya pişmiş olarak yenebiliyor.
Gina ve Gaetano'ya pişirttiğim kokusu burnumda tüten domateslisiydi. Bir kilo balığımızı, iki domates ezmesi, üç diş sarmısak, taze soğan, arnavut ve pul biber, kekik ve kapari, tabii ki sızma zeytinyağ ile pişirdikten sonra ateşi söndürüp maydanoz serptik. Sonra spaghetti ile yedik. Sonra dediğim, onların Cittanova'ya dönmesinden bir gün sonra. Tabii ki onca yoldan bana getirdikleri balıkları onlara yedirmeyecektim, değil mi? Ertesi gün 2 Temmuzdu. Benim doğum günümdü ve bir yengeç insanı için bu kadar lezzetli bir yemek daha söz konusu bile olamazdı. İncecik dilimlere kestiğimiz bir parçayı da, yine sarmısak, kekik, zeytinyağ, zeytin parçaları ve limonla marine ederek çiğ tükettik. (İtalyanca bilenler veya tesiste sörf yapmak isteyenlere http://www.stoccoestocco.com/ )
Mutfakta işimiz bitince, onları Kanaat Lokantası'na götürdüm. Bir sürü çeşit yarımşar porsiyon olarak geldi, tadına bakıldı. Patlandı tabii ama yine de bütün tatlılar ve dondurmalara yer kaldı.

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Bulgur kişnişi sevdi

İçime sinmedi. Kendimi aldatmadım. Maden kişnişle oynaşmaya karar vermiştim, oynaşacaktım. Dün akşamın kişnişli makarna projesi çıktı böylece devreden, bu sabahın kişnişli mutfak macerası girdi.

Önce okuma keyfinizi bölerek bir kötü haber vereyim. Bu kişniş denen ot, dünün yazısında da değişik bir ağızdan anlatıldığı gibi, her bünyeye maydanoz gibi kendini kabul ettiren bir ot değil. Bir kere elma yer gibi hart hurt bayır turpu yiyenlerden değilseniz, kişnişsevergil olamazsınız. İkincisi miktarı... Bol biberli olsun dediğimiz gibi, bol kişnişli olsun demek olmuyor, ayarı önemli. Üüüç, taze kişnişi yemekler pişip altı kapandıktan sonra ekleyin. Bu sistem evde çoluk çocuk veya kişnişsevmezgil olunca, bir miktar ayırıp kişnişsiz lezzetlerde yemekler elde etmekte faydalı oluyor. Üstelik ben yemeklere ek lezzet veren bütün yeşil otlarda bu yöntemi kullanıyorum. Pişirmeden, yeşilini ve taze lezzetini muhafaza ediyor malûm.

3 malzeme, 4 yemek

Ana malzemelerim 2 kabak, bir+ su bardağı bulgur ve 300 gram kıyma. Kabak kabuklarını tırtıllı temizledim. Büyükçe kabaklardı, boyları uzun; dörde bölerek içlerini oydum.

Birinci yemek...

Kocaman bir soğan minicik doğrandı. Kıyma ile birlikte suyunu saldı ve çekti. Yıkanmış bulgurun üçte biri kadar katıldı kıymaya. Tuz ve karabiber eklendi. Çok az sıcak su ekleyip karıştırdım. Küçük bir tencereye kabakları dikine yerleştirip kıymalı bulgurla doldurdum. Tercihinize göre azıcık tereyağ veya benim gibi sızma ilave ederek, dipte bir parmak olacak kadar da da su katarak pişirdim. Tabağa alınan dolmacıkların üzerine doğranmış taze kişniş serpilecek. Bayılacaksınız... Ben bayıldım...

İkinci yemek...
Tenceredeki kıymalı bulgura bir fincan domates suyu ile, isteyen benim gibi acı biber salçası da ekler. Yine tercihe göre bir miktar yağ kullanılır. Kaynar su ilave ederek beş dakika daha ateşte bırakınca nefis bir kıymalı bulgur pilavımız olur. Ateşi söndürüp doğranmış bir kaç dal kişnişi içine katıp karıştırarak, diğer bir tutamı da serviste tabağın üzerine gezdirerek kullandım. Keyfim yerine geldi, elde var iki başarılı kişnişli lezzet.

Gelsin üçüncü...
Oyulmuş kabak içleri, taze soğan ve taze sarmısakla sızmada sotelenir gibi çevrildi. Tuz, bir kesme şeker, taze çekilen karabiberle birlikte az suyla pişti. Ateş sönünce dereotu ve kişniş doğrandı içine. Bu ummadık taş baş yardı. Lezzetli bir meze oldu.

Dörtleyelim bari...
Bulgurun yarısını kullanmış, dolma doldurmuş, sonra da pilava dönüştürmüştük. Kalan bulguru kaynar suyla ıslattım. Sıcağı sıcağına sıkıca folyoladım üzerini. Bulgur şişti, yenecek kıvama geldi. Üçüncü yemeğin yarısını kattım içine. İşte olanlar oldu, bu da zeytinyağlı, kabaklı bir bulgur pilavı ve de iyi bir lezzet, çok iyi.

Bağlayalım bu kişniş macerasını

Kişnişsevmezgil olanlardansanız bütün kişniş sözcüklerini maydanoza çevirebilirsiniz.

Yok canııım, hepsini arka arkaya deneyip yazdım diye, siz mecbur değilsiniz ki bu kadar çeşit bulgur yemeğini birden yapmaya. Tek tek de olur...

İtalyan atasözü var, diyor ki, “Pirinç suda doğar, şarapta ölür.” Bu dört yemeğin canına kastetmek gelirse eğer içinizden, dördü de su yerine şarap veya su + şarapla pişmeye bayılacaktır.

Kişniş de bulguru sevdi.

Ben bulguru ve şarabı çok severim.

Bu haller için şarap beyaz olacaktır..


(7 Şubat, İstanbul kar kıyamet, ilgisiz ama tüm Google bağlantılarım da çökmüş durumda...)

Pazartesi, Şubat 06, 2006

Kişnişsevergil



Taze kişnişli makarnalara bayılırım. Kişnişli turşular beni çıldırtır. Ekmeği enfes olur, etlere balıklara çok yakışır. Kişnişsevergil olduğumdan, geçtiğimiz hafta içimden yeni bir kişnişli lezzet keşfetmek geldi. Taze kişnişimi koydum buzdolabına, bekliyorum ki yanı sıra ilham da gelsin. İşte o sıralarda Kaybolan Tatlar grubumuz da kişnişe ilgi duymaya başladı. Grup üyelerinden Halit Coşar Bey kişnişin tanımlamasını yazdı, şöyle dedi:

Kişniş, sevenlerin vazgeçemedikleri, alışkanlıkları olmayanların ise asla sevemediği bir bitki. Görünüş olarak maydanozun aynı olup, tadı daha baskın ve keskindir. Kafkas kökenli ırkların (biz Çerkesler gibi) neredeyse tüm et yemeklerinde, tohumunun öğütülerek kullanıldığı, tazesinin de salata ve soğuk yemeklerle tüketildiği bu harika bitkinin dünyada en çok kullanıldığı mutfaklardan biri de İngiliz mutfağıdır. İngilizcesi coriander, Arapçası kizbara olan bu bitkiye çoğu kez Çin ya da Japon Maydanozu da denir. Tohumlarının, akide şekeri gibi şekerle kaplanmasıyla elde edilen hoş rayihalı kişniş şekeri Hacı Bekir şekercisinde satılmaktadır.

Şu fotoğrafta gördüğünüz sevimli şekerci kavanozumda, evimden hiç eksik etmediğim o meşhur Hacıbekir kişniş şekeri de olunca, yazdım işte bu yazıyı.

“Ne keşfettin peki?” diyeceksiniz. Yeni keşif sayılmaz ama yine kendi buluşum olan kişnişli kıymalı makarnamdan yapacağım az sonra.

Yoğurtla yenir ve enfes olur.

Canım çekti.

Pazar, Şubat 05, 2006

Karda bize neler oldu?


Kar seyrettiğim hafta hakkında hiç bir fikriniz olmadı. Hafta başında uslu uslu oturuyordum hep pencere kenarlarında. Arka pencerelerden bahçemizin ağaçlarını kuşlarını falan, ön taraftan karlı puslu denizi seyrediyordum. Kocaman terası olan evimiz vardı bir zamanlar. Annoya orada yürütürdü beni, karda. O terası hayal ettim. Şimdi cam kenarına çıkarıyor kar havası alayım diye ama sıkı sıkı da tutuyor tabii cumbanın üstüne fırlayıp gitmemem için. Rahat olmuyor yani. “Neyse, buna da şükür,” derken tam...

Fotoğrafımdan da belli mi? Sanki kötü bir beklentim var gibiyim. Mahzun, süzgün, üzgün gibiyim... Biz bazı kedilerin, mesela ben, içgüdüleri acayip güçlüdür. Ben de öyle mahzun mahzun durup karlara baktığım bir anda telefon çaldı birden. Annoya konuştu tabii. Beti benzi attı. O andan itibaren evimizde olağanüstü bir telefon trafiği ve organizasyon seferberliği başladı. Lafı uzatmayalım bence. Ninemiz Selma’yı hastaneye kaldırmışlar.

Karda sokağa çıkmaktan çok korkan kıçı kırık annemiz Oya da, şöfördü, 4x4’dü falan herşeyi ayarlayıp çekip gitmesin mi evden? Elinde kısa seyahat çantamız ama yanında biz yokuz. O çanta hazırlanırkan halbuki, bizim port-kedilerimiz çıkardı hep ortaya. Mama kaplarımızdı, kumumuz - kum kabımızdı falan istiflenirdi kapı önüne. Yok işte, bizi almıyormuş Amerikan Hastanesi. Başka hastane alır mıydı acaba diye soracak vakit bile kalmadı. Gitti Annoyamız, canımız. Tam dört gün dönmedi üstelik.


(Ne kadar isterdim şu nefret ettiğim port-kediye girip Annoya'mla birlikte gitmeyi.)

Şemşi baktı bize. Günde on kere o Annoya’yı aradı, Annoya da yirmi kere bizi aradı sordu Şemşi’ye. İyiydik ama üzgündük diye anlattı Şemşi hep bizi. Hele oğlum Cancan hep Annoya ile yattığımız yatakta yattı. Ürkektir, korkaktır çok benim oğlum. Daha da sıkılırsa kurdeşen olabilir, karnındaki tüyleri dökebilir.


Ninemiz Selma hastanede işte böyle sapsarı yatmış durmuş. Bir safra kesesi problemiymiş. Hallolmuş neyse. Bu da yapılan işlemin ardından odaya geldiği anmış. Ceviz büyüklüğünde bir taş bulmuşlar karnında, zaten olmayan safra kesesine giden yolu tıkayıp, karaciğer enzimlerini 1000'e fırlatmışmış o taş.

Ucuz atlamışsın diyorlar. Geçmiş olsun sevgili ninemiz.


(Annem şimdi ablam Hülya ile eniştem İnal'ın yanında 'nekahat' yaşıyor ve de yüzüne renk geldi. Harika görünüyor.)

Biz de eski neşemize kavuştuk.

Bir daha kar yağınca yine pencereden bakarım.

Cumartesi, Şubat 04, 2006

Hayatın artıları


Makarnalı somon ne de güzel oldu. Maydanoz yatağında tuz, muskat, jamaican jerk ve defne yaprakları ile kendi suyunda pişti somon. Kalmış penne makarna yanına katılıp ısıtıldı. Baharatsız tarafları Kimsecik ve Cancan yedi. Gerisini ben. Çok lezzetliydi.


Kar demedi kış demedi açtı bizim bahçenin gülleri. Karın altından da sarı papatyalar çıktı. Ne iş?


Kuzguncuk'ta bir kapı. Seviyorum. Gidip geldikçe dikiliyorum önüne, bakıyorum öylece. Gelip geçenler nereye bakıyorum diye bana bakıyor.

Evde ne varsa sebzeden yana, pirinçli çorba oldu. Koyu, doyurucu. Çok sevdik, yedik içtik şükrettik.

Cuma, Şubat 03, 2006

Vaay ki ne vay...

Foto Pansuman



İstanbul, Ulus yolunda sağ şeritte gidiyorum... Yoo, gidemiyormuşum, solluyorum!

Uzun uzun

Geçtik oturduk karşısına. Adetlerim aksine sıkı izlemecedeyim, çünkü sıkı izleyicileri ile birlikteyim. Gümüş oynuyor geçen akşam, bilmem ki kaçıncı bölüm. Hapishane sahneleri var, Allah düşürmesin... Neyse, konuya gelelim.

Bir dizinin yazarları ve senaristi ayrı ayrı yetenekte insanlardır. Yazarlar uçabilir, atabilir, bilmeyebilir, abartabilir, işin içine edebilir. Lakin bütün bu yapılmış / yazılmış / konuşulmuş olanlar senaristin önüne geldiğinde, belli kalıplar içine çekilir olaylar. Mesela, ciddi ciddi hapishane imiş gibi izleyiciye dayattığın sahneler komedi olamaz, absürd olmamalıdır. Gümüş hapishane savcısının karşısına gidip oturup ağlayarak, "N'ooolur alın beni içeri, kocama bir şey söylemem lazım," diyememelidir. Bu diyememenin karşılığında da tabii ki içeri giremeyecektir. Girer oysa. Öpüşür koklaşır kocayla, oturulur elele bir masa başında, farz-ı mahâl ki kahvedeler, mektup alınır verilir ya, görülmemiştir*. Tavuk kümesi teli ile ayrılan hapishane bölmeleri, iki kişiye özel açık görüşler, savcı odasında aile meclisi toplantıları...

Neden izleyemediğimi anladınız mı bu dizileri?

Diyeceksiniz ki herkesin görüş** kültürü olmayabilir, senin olduğu gibi. Doğrudur.

Doğrudur ama, senaristin olmalı. Her konuda olmalı.

* Hapishaneye mektuplar görüldü ibaresi ile girer çıkar.
** Hapisteki kişiyi görmek

Çarşamba, Şubat 01, 2006

Gıt gıt gıdak

Pansuman / Uzun uzun

Gittikçe kesileceğim anlaşıldı. Tavuk yemekten demek istiyorum. Zaten mecliste ne zaman küfür kafir dile gelse, ne zaman avamlık meclisin ayyukuna çıksa, benim banâlliklerden hiç nasiplenmemiş olan % 99’um ağırlık kazanır. Geride kalan % 1’de ezilir, can çekişir ve biter oracıkta.

Hani küfretmeye bayılan avam ağzım vardır, % 1’im, derhal sus pus olur çekilir bir kenara. Mecliste küfür edilince hiiiç mi hiç yakıştıramam küfürü ağzıma. “Bok mu vardı yani, mecliste tavuk yiyecek?” gibi bir masum soru dahi soramam mesela kimselere.

“Götürrr, göttürrrr,” tarzında barbar çığlıklarla mecliste tavuk yiyenler de bende aynı hasara neden oldu. Artık yıllarca kuramaz olacağım eş dost arasında, “Şunu da götür de kalmasın tabakta...” falan gibi cümleleri. Yiyemez olacağım, gripsimsiliklerinden katliam görüntülerini de bir kenara bırakıp tavukların, o mecliste götürülüş tarzları geldikçe gözlerimin önüne.

Siz bana bakmayın ama. Ben hep böyleyim. Çiğ köfte yiyemez oluşum da, meclisin tavanına yapıştırılan o dünyanın en ünlü çiğ köftesi yüzünden olmuştur.

Tayyip Bey’in mal varlığı meselesinden daha çok koydu bana meclisin hal-i pür gıt gıt gıdak melâli.