Kedili Mutfaklar

Salı, Mayıs 30, 2006

Zor günlerin kolay yemekleri

Kocaman Balıkçılık bana inanılmaz güzellikler etti vallahi şu zavallı hallerimde. Ev dandini, mutfak mutfaklıktan çıkmış yarı açık cezaevi gibi ama lezzetçilikte yine üstüme yok.

Özel kutusundan çıkartıp, özel fikirlerimce turşusunu kurduğum bir kısım hamsi enfes oldu. Bol limon, taze kekik, pul biber, sarmısak ve sızma kullanmıştım. Meze gibi, salatalarda, her bir yerde canım her bir yerde yiyoruz.

İşte şimdi de Barilla'nın bavette türüne yakıştırdım hamsilerimi. Dün akşam kolayından bir makarna çekerken canım bu tabak çıktı ortaya. Sızma ve tuzlu suda haşlanan makarnamın suyunu süzmeden aldım tabağa, bol dereotu doğradım, Tabasco ile acılaştırdım.. Limonlu hamsimin sosuyla karıştırıp hamsileri de aldım üzerine. Kırmızı biberler Kybele'nin yağda biberi.

Haftada bir makarna günü yapmalı, mutlaka yapmalı.

Ev hamsisiz kalmamalı. Kocaman Balıkçılık'a kocaman kocaman teşekkürler göndermeli.


Mutfağın kolayı deyince, dürüm de girmeli devreye. Benim kullandığım Lavalia İrem markalı dürüm ekmeği. Elimde yuvarlak dürümün boyunda bir tava. İçinde önce pastırma, derken domates parçaları ve maydanoz çevriliyor. İstenen kadar adet yumurta kırılıyor. Yumurtaların pişmesine yakın tepesine bir dürüm kapatılıyor.

O dürüm ısınırken ters çevirip bir tabağa alın. Sonra da dürüm tavanın altına gelecek şekilde yine tavaya girsin tabaktaki. Çok açsanız veya iki kişilik yaparsanız duble dürümlü olabilir. O zaman tavadaki altı dürümlü malzemenin üzerine bir dürüm ekmeği daha kapatın. O da ısınsın.

Sarın bir güzel.

Yiyin iki güzel...

Bilmiyorum ki, makarnacı mı dürümcü mü, neci açsam neci?

Pazar, Mayıs 28, 2006

Esaret günlerimiz


N’oluyoruz m’oluyoruz demeye kalmadı, kucaklandığımız gibi sokulduk yatak odasına, kapatıldık. Önceden de taşımışlar zaten mamamızdı, kumumuzdu her şeyimizi bu tarafa. Derken evde bir gürültü başladı ki sormayın. Evi kafamıza geçiriyorlar sanki.

(Annoya uğraşıp didinip uçuşan polen resimleri çekti ama iyi çıkmadılar. Ustanın tozuttuğu odada toz duman resmi çekmeyi başardı ama.)

Annoya girdi çıktı odaya anlattı bize. “Şimdi duvarı boydan boya yardılar...” “Mutfaktan hole delik açtılar...” “O borular var ya çok kalınmış, onları duvara gömdüler...” Daha bir sürü maval okuyor. Hiçbiri de bizi ilgilendirmiyor. Biz evimizde dolaşmaya çıkmak istiyoruz. N'oluyor, ne bitiyor gözümüzle görmek istiyoruz.

Çok sıkıldık işte, miyaw miyavız ama Annoya kararlı, “Ortalık toz duman, sizi dışarı çıkaramam,” diyor da başka şey demiyor. İşler bitince çok rahat edecekmişiz sözde. Kaynar yaz günlerinde pestil gibi olmayacakmışız evin içinde. Ferah ferah dolaşıp, rahatça yalanacakmışız.

Ne yaptığı belli olur mu bu kadının? Ne demek şimdi bütün bunlar? Bize kutup ayısından arkadaş mı getiriyor eve acaba? Ona göre yer mi hazırlatıyor?

(Annoya'ya hem küsüm hem değil. Kapatıldığımız odanın bu küçük kapalı balkonunda, port kedilerimizin üzerinde güneşlenmeyi hep severim zaten. Ama evin öbür taraflarında benden habersiz ne yapıyorlar, çok merak ediyorum doğrusu.)


Esaretimiz iki gün bir gece sürdü. Dün akşama doğru duvar sıvandıktan sonra kapımız açıldı. Sıva kuruyunca boya başlayacakmış evde.

O çok fena oluyor işte. Bir kere daha başımıza gelmişti de.


Annem kız gibi maşallah

Uzuncadır eski yazılarımı görücüye çıkarmıyordum. Bugün vaktidir. Neden derseniz eğer, ki "Neden?" dediğinizi duydum, ev mazallah kafamıza yıkılmak üzere de ondan. Ustaların üçü giriyor ikisi çıkıyor. Toz toprak moloz, battık. Neyse, belki çocuklar yazar size durumumuzu, ben perişanım.


Oya Kayacan

25/11/2002 / www.aciksite.com


Biz, aile geleneği olarak, Amerikan Hastanesi’nde teşhis ve tedaviye pek meraklıyızdır. Annem, her hafta başı olmasa da hatırı sayılabilecek kadar sık hafta başlarında telefonu açmasıyla beraber, “Bak buraya,” der mesela, “sol ayağımda sağ ayağımda olmayan bir kırmızılık var. Bunu bekletmeyelim, hemen gösterelim.”

Sevinirim ki, oofff. Fıstık gibi Nişantaşı yapacağız işte. Herkeslerin zevk-ü sefa eylediği, kafelerin cıvıldayıp en kızgın alışveriş hallerinin yaşandığı Nişantaşı cihetine gidiliyor, palavra değil. Gitmişken gözlerimizi de turlatırız şöyle bir vitrinden öbürüne. Olmadı dükkanlara bile sızarız usuldan. Usuldan, çünkü bir şeycikler alamadan çıkacağımızı oramdan buramdan nasıl belli ediyorsam, personel zaten mesaisine fazla yük bindirmemek adına bizimle pek ilgilenmiyor. Allah sizi inandırsın, durup durup kendimi tanıtmak geliyor içimden, şöyle ki, “Efendim ben eski 36 bedenlerden…”

Haylidir bir Armani düşü yaşıyorum mesela. Üç beş beden incelirsem, o beni kıskançlıktan neredeyse ince hastalığa sürükleyecek olan kıyafetlerden alacağım. Kapıdan giriş taframı da, kaç beden incelmişsem ona göre kurgularım artık…

Annem diyorduk hani…

Selma diyorduk, ayağı kızarmış diyorduk. Neyse işte, diyelim ki o hafta başı ayağı kızarmış.
Bir kere bu ayak, eğer o hafta sonu Salacak’ta benimle ve denizle haşır neşir veya Sapanca’da ablam ve eniştemin dağ ve gölüne nazır yaşamışsa, katiyen kızarmaz. Kızarması için hafta sonunu kendi evinde geçirmiş olması gerekir. Neyse haydi kızardı, randevu tesbitini hiç vakit geçirmeden yapar, düşeriz yollara. Koltuğumun altında bekleme kitabım, kolumda annem.

Bu bekleme kitabı, doktorlara ulaşana kadar aylaklarken binbir faydası dokunan cüzüm. Farzedin o gün yola kitapsız çıkmışım. Hastanenin bekleme hollerinde yer bulup mabadlerimizi yerleştiriyoruz demeye kalmadan, kitabımı açıp kafamı önüme eğememiş, aval aval etrafıma bakınmaya mecbur kalmışım. Aman haa, yanmışım ki ne yanmışım.

“Ahh yaaavrıım, Allah herkese kız evlat nasib etsin demez miyim hep? Bak benim üç oğlandan gelen üç gelinin bana faydası var mı? Verdiler beni şoför eline, umurlarında mı dünya?”

Tanıdık mıdır diye şöyle annemi süzüyorum ama onun da hayrette oluşu aşikar.

Haydaaa, yahu ne ilgisi var şimdi bu lafların? Ama teyze sürdürmeye kararlı, annem de lafın üzerine atlamaya. Oğlanlarının yaşlarından işlerine, gelinlerinin sünepeliğinden pasaklılığına bir bir dökülüyor hanım.

Selma da boş durur mu hiç, kendi kızlarının marifetlerini dolmasından su muhallebisine, beyaz iş keten örtülerinin kolasından gümüşlerinin parlamasına öyle bir sayıp döküyor ki, maazallah neredeyse hastane koridorlarında aile faciaları oluşacak. Teyzenin oğulları acilen karılarından boşatılacak ve annemin müstakbel damatları olmaya adaylıklarını koyacaklar. Yani her şey sanki dengi dengine kıvama giriyor da, işin tek pürüzlü yanı ne biliyor musunuz? Annemin iki kızı var. Yani elde bir oğlan fazlamız var. Sanki bizim aileden bir kız daha çıkarabilsek vaziyet dört dörtlük hallolacak.

Böylesi hasbıhal yine işin hoş tarafı. Her lafa çanak tutarak çaçaronluk yapıp kendimi ve etrafımı eğlendiriyorum hiç olmazsa.

Bir de öldüren sohbetler oluyor. Herkes önce kendi hastalıklarını, sonra da çevreden bildik ne kadar maraz varsa onları ortaya dökmeye başlıyor. Veya eşi beyefendiyi önceki yıl kaybetmiş olan bir hanımefendi, anneme babamın gaybubetinin hangi yıl vuku bulduğunu soruyor mesela.
Sonrasını nasıl anlatsam. Her iki eşin de ecel vuku bulana kadar geçirdikleri evreler canlandırılarak anlatılmaya başlanıyor. Sıkılıyorum. Fenalıklar geliyor.

Ayak fevkalade de…

Sıra geldi şükürler olsun, doktora ayak gösterildi. Ayak fevkalade, yarına varmaz kızarık mızarık kalmazmış, bir yere vurmuş mu ne annem?
Tekrar tekrar seviniyoruz ve fakat o sırada annem diyor ki, “Gelmişken kürek kemiğimi sıyırıp belimden dönerek karnıma vuran ağrıyı da bir gösterse miydik acaba?”

Ben zaten bu sahne için yaşıyordum. Ben annemin bu hastaneye tek amaçlı geldiğini ne zaman görmüştüm ki? Hazırlıklıyım, sonuna kadar.

Vira bismillah ve göstermeye başlamak için öncü doktorumuzu seçiyoruz. Kalpçi mi olsun, dahiliyeci veya fizik tedavici mi?

Değişik koridorların değişik koltuklarında, olmadık sohbetlere maruz kalan ben artık bitmişim. Neredeyse akşam olmuş. Sonuçta annem cereyanda kalmıştır, ki kendisi buna kurander der, başkaca da bir sorunu bulunmamaktadır. Tekrar fevkalade sevinme fasılları yaşanır.

Bir iki hafta sonra annem bir nisaiyeci görme ihtiyacında olduğuna karar verir. Bu sefer pazarlığımı önceden yaparım. “Bugün bir doktor hakkın var anne,” derim. “Öğlene kadar hastane işi bitmeli. Yemeği Hacıbey’de yiyeceğiz. Birerbuçuk söyleriz, yağından da bolca gezdirsinler, yağsız olunca tatsız oluyor.”

Armani bu kış da çok bekler beni. Kısmetse yaz koleksiyonuna kadar zayıflarım.

Şimdi sizlere, yaşını kat’iyen söylemeyeceğim annemin jinekolog’dan aldığımız sonucunu da veriyorum.

“Kız gibi maşallah!”

Allah sağlıklı ömür versin de, bu fasıllar da tadı tuzu olsun.

Çarşamba, Mayıs 24, 2006

Küçük Prens 60 yaşında

Pansuman / Uzun uzun

(O, altmışıncı doğum yılı kutlamaları çerçevesinde tiyatrolaştı da. Theatre Michel, 38, rue des Mathurins, Paris)

Çocukluğumuz beraber geçti. Ne dediyse inandım. Ruhlarımız uydu. Ayrılamadık.

“Senin oradaki insanlar,” dedi Küçük Prens, “bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ama yine de aradıklarını bulamıyorlar. Aslında aradıkları tek bir gülde, ya da bir damla suda bulunabilir. Ama kördür gözler. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir."

Görmeyi öğretti bana. Çiçeklerimizi evcilleştirdik birlikte, keyif içinde.

Hep yanımda yattı, bazı komodinimin üstünde, yastığımın altında bazı.

Büyümüş büyükler gibi asık yüzlü uyanmadım hiç onun yanında. Hep güldü dudağımın bir ucu hayata; çokça keyifli, biraz alaycı.

Onun sayesinde güleryüzlü olmayan insanların ciddi olduklarına hiç inanmadım. Gülmeyi bilmek için yaşananları / olayları çift taraflı görmek gerektiğini ondan öğrendim.

Sevgilimdi. Sevgilim kaldı. Birlikte yaşlandık işte.

Mozart etkisi

Şimdilerde bende Effetto Mozart yani Mozart etkisi yapıyor. Yaşlı hastaları iyileştirmeye yarayan müzik dinletileri gibi hani...

Küçük Prens’in gezegeni B612’nin bir Türk astronom tarafından keşfedilmiş olması, her yaşımda ve halâ çok ilginç gelir bana meselâ. Ancak kafası fesli, giysileri şarklı astronom; her ne kadar meseleyi uluslararası kongrelere taşısa da, hiç ciddiye alınmaz. Taa ki bir Türk diktatör çıkagelip kıyafet devrimini yapana kadar. Derken astronomumuz modern kıyafetleri ile anlatır derdini. Bu sefer herkes dinler can kulağı ile, inanır.

Bu kadar neden de, Küçük Prens’in hepimizin başucu kitabı olmasına yeter de artar bile.

Sevgilisi Küçük Prens olmayanı sevmem zaten. Dünyalıların garipliklerini Küçük Prens’in gözünden göremeyenleri sevemem.

Yaşasın Küçük Prens.


http://www.lepetitprince.com/

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Kaçmazzzz...

Mesudiye Zırhlısı


Tavus Kuşu


Çift İbrikli Kompozisyon


Şahmaran

Grazia Maria Meroni . Nam-ı diğer Titi. Milano'da doğmuş olup ben bildim bileli Türkiye'de yaşamıştır, halâ yaşamaktadır; yaşayıp gitmektedir...

İyi kadındır, hoş kadındır; ben kadar Türk, ben gibi İstanbullu, artık Bodrum Geriş ikametlidir. Gitmedim ama söylenen Geriş evinin eski bir ahırdan bozma olduğu, o ahıra Titi'nin ruh kattığıdır. Ahır da boş durmamış bu arada, Titi'nin içinde yapraklar yeşertmiş çiçekler açtırmış. Paçavralar, kumaslar örtülerde, yastıklarda ve panolarda Titi eserlerini oluşturmuşlar

G-Mall, 30 Mayıs'a kadar bu güzellikleri ağırlıyor.

Hani el işi deriz... Marifetli ellerden söz ederiz. Haydi bakalım, gidelim görelim.

Bu kadarı da olmaz dediysem ben eğer, sizlerden de yakın bir yorum beklerim.

Sağol, varol Titi.

Pazar, Mayıs 21, 2006

Bayıldım organizasyonunuza...

Ne pansumanı, neeeee?

Duşumu yaptım. Erkenden. Mis mis oldum. Kimsecik’imi, Cancan’ımı öptüm, kucakladım, sevdim. Haklarının helalini istedim. Hoş olsun dediler, verdiler.

Gözlerim doluydu, yüzüm güleç. “Atamıza saygı,” dedim, “yürüyeceğiz,” dedim, “omuz omuza,” dedim.

---------

Üç tabur orta öğretim çocuğu, biraz bando askeriyeden...

Bu muydu ey İstanbullu’m saygın Ata’ma?

Bu muydu ey Sarıgül Efendi, organizasyon yeteneğin?



(İşte işte burada, her yönden kesilen trafikle muntazır teşriflerimize hazır edilmiş yollardan Harbiye görülmekte. (Mecidiyeköy'den Şişli ana yol, Harbiye'den Taksim'e kadar trafik durdurulmuş. Bizi adam yerine de koymuşlar yahu, sağolsunlar.)

Benim de dahil olduğum bu görüntüdeki bir avuç insan Mecidiyeköy’den Taksim’e doğru yürümektedir. Zannediyorum ki az sonra Dolmabahçe’den çıkan çılgın bir kalabalığa karışacağız. Zannediyorum ki ve de zannetmekle kalıyorum...

---------

Mesire yerleri adam almıyor, köfte sucuk kokuları yolları kesmiş.

(Fotoğrafı basmak istemiyorum. Evime dönerken Kuzguncuk sahilinde çektim ve de basmıyorum işte. Onun yerine Kimsecik girsin. O ve ben eve dönüşümde karşılıklı ağlaşıyoruz.)

Kimseyen pansuman falan da değilim...

Cumartesi, Mayıs 20, 2006

Hissayt beeeyni...

Pansuman

İster misin Eurovision’a balıklama dalalım? İster misin, “hissayt beeeeyni, seyafv beyyyniii Türkçemizle super mı süper mi Türkiye olalım?

Ne dediğimiz belli olmadan, Tanyeli göbeği attırıp ve sevimsiz Sibel’ce söyleyip derecemiz Allah Allah olsun muuuu?

Alkışşşşş, olsun muuuuuuu?

Türkiye’de yüksek tansiyon, dünyada eşittir Eurovision başarısı olsun muuuuu?

Haaaa?

Cevap: İstemem.

Haftadan artanlar elde var iki...

İkinin biri... Kuzenimde yemek içmekler...


Viskiyse, viski ancak bu kadar olur dedik. Elli yıllık gramofonlu radyonun yanına 15 yıllık Johnny Walker Green Label ile 21 yıllık Royal Salute şişelerini dayadık. Maksadımız tadım yapmaktı. İçtik yutkunduk, yutkundukça içtik, nerde kalmıştık deyip yeniden yudumladık... Damaklarımızın pası silindi. Gırtlağımızdan midelerimize ferah bir yol açıldı sanki.

http://www.discovergreenlabel.com/index.aspx

http://www.whiskymag.com/whisky/brand/royal_salute/whisky181.html



Bu sefanın üzerine eski tatlardan oluşan bir rakı sofrası düzenine geçildi. Dolmalar çifteydi, yaprak sarma ve midye olarak. Öfff amma da yedim en sevdiğim dolma olan midyenin enfes yapılmışından.

Ahvâl kuzenim Cemal ve karısı Nuran Kayacan’ın evinde cereyan etti. Tekirdağ şerbet gibiydi. Cevizleri kıtırdayan, sosu sulu sulu olan çerkez tavuğu dimağlara durgunluk vericiydi. Haydi lakerdalar peynirler pastırmalar filan Galatasaray balık pazarından alınmıştı da off be Nuran, o ne biçim kalkan kızartmaktı öyle. Kalmadı artık senin gibi kadınlar, sofradan kalkacak da gidip mutfakta uğraşacak. Bu benim rakı sofrası kültürümdür işte. Sürekli kalkar otururum... Sürekli ıvırdı kıvırdı taşır dururum.

Mevsimin son ayva tatlısı da yendi. Karanfilli maranfilli, pek güzeldi.

Mesttim o gece.

İkinin ikisi... Ev keyiflerim...


Lapsang Souchong kokusuna yeniden kavuştu evim. Artık uzatmalı oturulan her sabah evde is kokulu / mis kokulu demli çayım var. Kırk yılı aşmış bir alışkanlık, mutluluk veriyor işte.

Ve de Café Godiva’m. Kahveliğim babam Nuri'nin Almanya'dan getirdiği bir anı. Cevizdi fındıktı bademdi falan kahvemin yanında. Olmazsa olmazlarımdan Lindt çikolata, bu sefer bademli portakallı.

Vazgeçemediklerim.

http://www.englishteastore.com/noname.html

http://www.godiva.com/catalog/product.aspx?id=1129

Haftadan artanlar elde var bir...

Ajia’da yediklerimizden bazı fotoğraflarım var. Kalabalık gittiğimiz yerlerde fotoğraflarımız olsun derken, bir süredir bakıyorum ki makineyi sofra üzerinde de gezdirmeye başlamışım. Neden olmasın, zaten blogum artık pazar yerine döndü. Ne ararsan bedava!


Balkabağı dolması, bakmaya ve yemeye değerdi. Fıstığı üzümüyle, baharatlarıyla lezzeti ağzıma uygundu. Herkes kendi dolma içini hazırlayıp kullanarak yapabilir. Balkabağını elde bıçak öylesine ince dilimlemek her babayiğidin harcı olmasa gerek. Dolayısıyla şarküteri makinesi kullanılmıştır diye düşündüm. Tüh tüh, benimki bir teknede dolaşıp duruyor halâ. Yenisini almalı mı acaba?

Tel kadayıf böreği. Fikir olarak iletiyorum. Tadına da bakmadım.

Deniz börülcesi salatasını ben deniz börülcesi salatası zannederek ısmarladım. Paketlerde satılan karışık yeşillikler üstüne azami birbuçuk çatal miktarında deniz börülcesi servis edildi. Garsona kısa bir söylenme ve amacımı anlatma faslından sonra, mutfaktan sevgilerle bir ufak meze tabağı adı geçenden gönderildi. Salatam da keyiflendi, ben de. Yeşillik fotoğrafına ne gerek, koymuyorum.

Uzun zamandır yediğim en güzel risotto. Pirincin o kıvamı ancak usta ahçıya mahsustur. İki jumbo karidesle de tabağa görüntü hakkı verilmiş doğrusu. Lakin vongole yani kum midyeleri öyle ince bir ustalıkla kıyılarak pirince yedirilmiş ki, görmeden etmeden sanki aromatik bir durum yaratılmış gibi geliyor insana. Belki de adettendir, bilemedim.


Kestaneli sufle çok lezzetliydi. Gerçi adı sufleydi de kendi neydi anlayamadım. Ancak bu noktada iyice emin oldum ki, Ajia ahçısı yemeklerde adı asil olan malzemeyi yedekte oynatıyor. İçinden çıkan kestane miktarı, şöööööle söliiim, yarım kestanenin üçte biri kadardı. Vanilyalı dondurma ve çikolatalı sosla servis edildi.


Bal kabağı tartı yanında bal ve vanilyalı dondurması ile geldi. Ballı ballı yendi. Güzeldi...

Benim fotoğraflarıma bakmayın tabii, tembel fotoğrafları bunlar. Oturduğum yerden bu kadar olur ancak. Ne zamanını belirleyebiliyorum ne de ışığı. Demek isterim ki, görsellik bu yerde ön plânda.

Üstüne de sade kahve yanında Kanlıca suları üzerinden güzelim Boğaz seyri.

Cuma, Mayıs 19, 2006

Yapılacak pansumanım yok...

Nasıl da mutlu olmaya yatkınımdır bir bilseniz ulusal bayramlarımızda. Marşlarımızı söylerim..., bayraklarımızla dalgalanırım..., rap rap asker yürüyüşleri yaparım..., çocukların dudaklarında güler gençlerin ruhlarında çağlarım.

Bugün 19 Mayıs. Ben kendimden kaçıyorum. Gizlenecek delik arıyorum.

Bu güzelim bayramımızda kan ağlayan bizlere yapılacak pansumanım yok.

Perşembe, Mayıs 18, 2006

Kedimler

İhmal ediyor bizi. Her sabah uyandığımızda diyoruz ki, "Annoya okurlarımız, seyircilerimiz bizi merak etmiştir. Hadisene, bizi de girsene..." Bu ara iki ayaklı sülalemize taktı. Varsa yoksa başta ninemiz Selma olmak üzere, diğer oyuncularla götürüyor blogumuzu. Artık isyanlar da duyulmaya başladı. Merak edilmeye başlandık. ...ve de işte geldik, huzurlarınızdayız. Yukarıda Annoya'nın çok sevdiği bir uyku pozum var. Nasılım? Altımdaki örtü, ninemiz Selma'nın gençliğinde Halep'ten alınmış. Aslında sofra örtüsü ama biz koltukların üzerine atıyoruz. Nasıl diyorlar, howww rowww falan gibi. Köpek havlar gibi yani, 'throw, throooow'.

Ben Annoya banyoya girdiğinde de hiç eksik kalmam, hemen girerim arkasından. Yıkanırken mutlaka seyrederim. Başka şeyler yaptığında çıkar sırtında otururum. O sırada oğlum Cancan da anneannesinin ayakları arasından sekiz çizer. Mütemadiyen sekiz çizer! Annoya bazı kuyruğunu tutar, bırakmaz. Cancan hiç kızmaz, azıcık bekler, kuyruk serbest kalınca sekize devam. Halbuki ben... Yani kuyruğumu tuttuğu anda çakarım tırmığı, hiç bakmam. Arkamdaki tablo sevgili Gül Derman* Abla'mızın ('87 Sıcaklıkta 8/15 ) Annoya'ya hediyesi. Gül Abla'yı ve sevgili kocası Uğur** Abi'mizi berbat bir trafik kazasında kaybettik. Hep üzülürüz, çok üzülürüz.

Kuru kuru şeyleri koydu önüme yine. Ama hakkını yememek lâzım. Akşam oldu mu etten balıktan mutlaka alırım nasibimi az da olsa. Hele hele tazecik dil peynirini o yukarıdan tutarken, ben de yerden kapmaya çalışırken... Off çok eğlenirim çok. Gündüz de bunlarla idare ediyoruz işte. Haa, artık karınca mevsimi geldi. Bizim mamalar iki günden beri yine masa üstünde servis ediliyor.

Ayakta uyumuyorum. Ben fotoğraf makinesinin çıtına, flaşına falan hiç dayanamıyorum da ondan, neredeyse her fotoğrafımda uyur gibi çıkıyorum. Annem Kimsecik cin gibidir. Doğuştan artist mübarek. Annoya'nın istediği her pozu verir. Gül dersin güler, ağla dersin ağlar. Geçenlerde beni dövdü. Gittim arka odalarda saklandım bir süre, hiç gözüne gözükmedim. Derken sıkıldım, artık unutmuştur yaramazlığımı çıkayım ortaya dedim ama unutmak da ne kelime? Bir çattı kaşlarını ben ön tarafa gelir gelmez. Bir sinirlendi. Çareyi yine arkaya kaçıp yatağın içine girmekte buldum. Annoya'nın arkadaşı, "Ben kaşlarını çatan kedi ilk defa görüyorum," dedi. Diyorum ya, artist o.

* http://www.tog.org.tr/abs/templates/bos_sayfa.asp?articleid=342&zoneid=60
** http://www.tog.org.tr/abs/templates/bos_sayfa.asp?articleid=343&zoneid=60

Pazar, Mayıs 14, 2006

Üç anneli dört kuşak ve Cimbom kutlamaları

Böyle kutladık Anneler Günü'nü. Annem Selma, ablam Hülya ve ablamın kızı yeğenim Aylin ailemizin üç kuşak anneleri. Dördüncü kuşak yeğenim Aylin'in oğlu Kaan'ım. Ablamın oğlu Aycan ve beni de tanıdınız tabii.

Eniştem İnal ders çalıştığı için gelemedi ne yazık ki!


Hepinize de Ajia'nın* Anneler Günü özel kırmızı kurabiyelerini getirdim.

Neden sarı gerbera peki?

Ş A M P İ Y O O O O O O O O N SARI KIRMIZI...

Maçlar bitti. Ben sahile çıkıyorum çocuklaaaar.

Baaaar baaaaar bağırmaya.

Çok iyiyim çooooook.

Bir gün nelere kadir yahu...

Annem annem bunlar ne güzel kutlamalar...

* Kanlıca, www.ajiahotel.com

...birbirimizden razıyız

Annem Selma’nın dilinden düşmeyen bir dua / cümle vardır. Allahım ben evlatlarımdan razıyım, Sen de razı ol. Seviniriz bu sözcükleri her duyduğumuzda. Biz üç evlat, üçümüz de çok seviniriz. Ablam Hülya, eniştem İnal ve ben Oya.

Annemiz Selma geçtiğimiz günlerde seksenbeş yaşını idrak etti. Sıkı sıkıya tutunduğu yaşamın her deminde keyfe hazır yaşayan annemize sürpriz parti hazırlayarak bol keyifli bir gece yaşattık bizler de.

Bu ara eniştem İnal’ın yaptığı konuşmadan bazı satırlar beni büyüledi. Onları aralardan çıkararak yazmak, sizlere de okutmak istedim.

Sevgili annem, bugün 85. doğum gününüzü kutluyoruz. Ellerinizden öperim. Allah bizlere 90. ve 100. yıllarınızı da kutlamayı nasip etsin.”
---------
Sizi 45 yıl önceden tanıdım. O zaman 40 yaşındaydınız. Bugün benim kızımın olduğu yaşta. Kendisini çok sevmiş bir eş ve eşini seven bir anne, çocuklarına düşkün anne ve baba.
---------
Harikulade güzeldiniz. Güzelliğiniz çarpıcıydı. Hülya’ya çok güzel yeşil gözleri ve siyah saçlarıyla vurulmuştum ama annesinin daha güzel olabileceği aklıma gelmemişti.
---------
Maddi imkânsızlıklar içinde ve ileriye dönük hiçbir güvencesi olmayan bana arka çıktınız. Maddi manevi desteğinizi esirgemeyeceğinizi hissettirdiniz.
---------
Bana inanılmaz güç verdiniz. Çünkü beni benden daha iyi tanımıştınız. Bana inanmıştınız. Geleceğime inanmıştınız. Aşkımıza inanmıştınız. Aramızda 45 yıldır süren ve hiçbir zaman eksilmeyen “sevgi bağı” böyle oluşmuştu.
---------
Ama çetin cevizdiniz, vizyonunuz vardı, doğruları biliyordunuz, taviz vermezdiniz.
---------
Anneciğim, ilişkilerde sevgi yeterli, değildir. Sevgi yanında saygı da olmalı. Siz, eski toprak olarak buna çok dikkat ettiniz.
---------
Ben herkese nasip olmayan bir mutluluğu yakaladım. Doğal ve çok sevdiğim bir annem vardı. Ama tüm yüreğimle itiraf etmek isterim ki anneciğim diyebildiğim ve kendisinin de bana hissederek oğlum diyebilen bir ikinci anneye sahip oldum.
---------
Allah sizden razı olsun.”


İnal Avcı / eniştem...


Çok eğlendik o gece. Çok da duygulandık.

Biz ailece birbirimizden razıyız.


Salı, Mayıs 09, 2006

Isırgan ve çılbır


Sözde elde eldiven vardı. Bir daha sefere ağır iş eldivenleri takmam gerekecek. Giydim doktor eldivenlerinden, bana mısın demediler, üstünden üstünden ısırdıkça ısırdılar. Pazar akşamından beri kaşı kaşın hallerim sürüyor.

Değdi ve lâkin. Değmek ne kelime hattâ, ayıbediyorum. “Cennete devam,” dermiş meğer Minesi bana bu koca torba ısırgan için bahçıvana, “toplayıver Oya ablana,” derken. Yani bıraktım aklımla beraber o bahçeyi Samandıra’da ama keyfim sürüyor ki anlatamam.

Sırasıyla durumlarım şöyle gelişti. Eve girdim. Önce, poşetlerde olan mini fide çiçeklerimi ve otlarımı saksılara diktim, yerlerine yerleştirdim. Suladım. O iş bitince sıra koca torba ısırgana geldi. Patrondan torpilliyim ya, canım bahçıvan sıkıştırdıkça sıkıştırmış torbaya ısırganları. Bir dökmeye başlayayım ki, mutfak dağ taş ısırgan olsun mu?

Benim Kimsecik ve Cancan’ım her ota bulaştıkları gibi önce ısırganlara da yeltendiler bir kaç hamle ile. Ben çığlık çığlığa, ay buruncukları kaşınacak, gözlerine değecek... Neyse onlar benden akıllı, sürtünmediler bile, sadece uzaktan sürdürdüler gözlemlerini Annoya iş başındayken.

Set üstünde evye tarafından sağa sola doğru yayılarak başladım ayıklama ve yıkama işine. Sapları ve kart yaprakları ayır, posta posta yıka; gece oldu be gece, tam bir saat yirmi dakika... Ama görevin tehlikeli tarafını berteraf ettim. Şimdi bana kaşınan iki el kaldı ve de tonla ısırgan. Başlayalım bakalım pişirme hallerine.


Yarısını kavurdum, bol soğanlı, taze çekme karabiber ve tuzla. Kavrulanlar ikiye ayrılmış durumda dondurucuya saklandılar. Börek mörek olacakları günü iple çekmekteler! Diğer yarısını haşladım. İşe soğuk suyla başlayarak tabii, sakın kaynamış suya atmayın yeşilliklerinizi. Kocaman bir tabak oldu. Haşlanmış yaprakları bıçakla kıyarak daha sıcakken sızma ve limonla çevirdim. Ennnfesss.

Isırgan konumuzun en vurucu kısmına şimdi geldik. Uzuncadır canım çılbır çekiyor da çekiyor. Hani bari adetten olsa çılbır yemem canım yanmayacak. Annem Selma da yapmazdı üstelik. Bizim mutfaklarımıza da girmemiş yani ne ablam Hülya’nın ne de benim. Aklım taa çocukluğumda, ortanca teyzem Jülide’nin yaptığı nefis çılbırlarda. Ve de gün bugündür...

Tuzlu suyu kaynatıp, içine yumurtaları zarifçe kırarak..., hattâ bir kepçe yardımıyla yavaşça suya indirilerek pişirilecek yumurtalar. Sarmısaklanan süzme yoğurt üstüne alınacaklar yine özenle. Ben tabağımı haşladığım ısırganlarımla tamamladım. Yerken de yavaş yavaş karıştırdım üçlüyü birbilerine. Sarmısaklı yoğurdu, haşlanmış ısırganı ve suda pişmiş yumurtaları. Yanında kızartılmış bir dürüm ekmeği.


Ellerim mi kaşınıyormuş?

Değmez mi?

Pazartesi, Mayıs 08, 2006

Mine'nin cenneti


Ben yollara düşemem. Düştüğüm yol gideceğim yol olmaktan çıkar. Bir süre sonra başlarım kaybolmaya. Öylesine derin kaybolurum ki, korkarım ben bile. Korkarım bir gün Kayıplar Otobüsü fotoğraf arşivinde belirecek diye gül cemalim. “Gitti de gelmeyiverdi...”

Mine’ye gittim bugün. Samandıra’ya, onun bahçe dediği koskocaman serasına. Kortejle gittim, kortejle döndüm. Tabii resmi kortejler gibi uzun değil, tek arabalık, haydi diyelim ‘eşliğinde’... Giderken Minesi kapıdan aldı, ben arkadan... Dönüşte sevgili eşi Doğu, bahçeden neredeyse Harem tabelalarının en sonuncusuna kadar kolladı beni önden önden. Yani bana artık sapmak falan düşmedi. Dolayısıyla kaybolma şansım yok kadar azdı. Yaşasın dostlar.

(Sarı salkım ağacı)

Bu yola çıkmamın yarı nedeni çıkarlarımı kollayışımdandır. Birinci mevzu pastırma. Mine demez mi geçen gün, “Doğu Kayseri’de!” Ben de ısmarlamaz mıyım pastırmanın hasını, Kayseri menşeli yüzde binbeşyüz. Getirmiş sağolsun. Bir de düşünmüş ki, bahçeye yakın pidecide pastırmaları pidelere döşetsin. Yani akıllarımıza sağlık, isteyip bir yüzü kara olanın, getirtmeye aracı olanın, getirip de hazırlatanın. Patladık, öğle vaktinden başlayıp taa akşamüstü çay saatinde de lüpleyip pes edene kadar.

(Yine yeşillendû finduk dallarû)

Sonra, aklımda biraz çiçek yenilemek, mutfak otlarımı tazelemek vardı. Bunlar için tabii Mineflora ideal. O cennet bahçeyi Mine’yle gezmek, her ağacın, her otun ayrı ayrı öyküsünü dinlemek bahar kadar çarpıyor insanı. “Ölmez burada insan,” dedim Mine’nin babasına sarılıp; yaşı doksaniki zıpkın gibi, elinde çapası aklında binbir tane tilki. Tilkilerinin hepsi doğada dolaşıyor, nereden ne tohumu bulacak, nereye ne ekecek, hangi sürgünleri çoğaltacak...

Mütevazi anlatımı bahçe olan bu dönümlerce sera, bu cennet mekân gezilirken sayıları onikiye varan kedilerden bir ikisi mutlaka eşlik ediyor. Bazıları bir belirip kayboluyor, kimi de gittiğimiz yerde bizi bekliyor oluyor. O güzelim köpekler maalesef gündüz saatlerinde müşteri rahatsız olmasın diye kapalı. Akşam olunca dünya onların oluyor ama.

Keyiften dört köşeyim yine. Yine bayıldım kendime doğaya taptığım için.

(Mini mini menekşeler güneşe dönmüş, ben arkalarında)

Yeniden sevindim doğaya hayvanlara bunca değer veren insanların gelip beni bulduğu ya da gidip onları bulduğum için.

Zor bu devirde öylelerini bulmak.

Yol bulamamak da neymiş, gelip götürüveriyorlar işte.


http://www.mineflora.com/

Pazar, Mayıs 07, 2006

Mine'nin dostlarından...





O kadar çoklar ki, mümkün değil isimlerini hatırlamam. Muhteşemler.

www.mineflora.com

Mine'nin bahçesinden...

Şakayık
Ters dut
Leylak
At kestanesi


www.mineflora.com