Acısıyla tatlısıyla
Öyküsü şöyle başlar. Bir varmış, bir yokmuş... O çok eski yıllardan birinde, hani o zaman Annoya daha Annoya olmamış, sadece genç bir Oya iken... Veya Oysha, Oyushka, Oya mia, Dantela vesaire falanken... Ve de Roma’da, keyfi gıcır gıcır yaşarken... Eeee? O gün işte, ah o gün, karardı dünyası.
Yeni yıla girmeye bir gün kalmıştı. Ben yine çılgın bir alışveriş yapmıştım. Biz o zamanlar vatan topraklarında bugün gibi renkli zevkli malları bulamazdık. Yani yurtdışı bizim için alışveriş cenneti sayılırdı. İşte öylesine almış alıştırmış, çok şükür ki park ettiğim yerde de arabamı bulmuştum. O da bir şanstı, çekilmeden durması arabanın bıraktığın yerde.
Paketlerimi araba tepesine taktırdığım kayak / bagaj taşıyıcısına bıraktım. Çantamdan anahtarımı buldum. Kapıyı açıp önce paketlerim, sonra da ben yerleşmek üzereyiz ki..., anneeeee! Bu at delirmiş.
Korkarım çok deli deli bakan atlardan
Yanlış anlaşılmasın, atlara bayılırım. Çok bayılırım ama bazı atların benimle alıp veremedikleri vardır. Bir gün de Karacabey Harası’nda gezinirken bir iş geldi başıma bir deli Arap yüzünden. Geçiyordum uğradım desem inanmayacaksınız ama aynen öyle oldu, geçiyordum ve Baba Kuruş’a merhaba demek için uğradım. Siz şimdi Baba Kuruş’u da tanımazsınız. Tanıyın o zaman, Baba Kuruş, haranın kuruluş yıllarında pek çok tayın babası olan aygırın adı. Hara’nın bahçesine heykeli dikilmiş. Belki de memlekette, üzerinde mühim biri oturmayan tek at heykelidir; burada mühim olan Baba Kuruş çünkü. Bilmem, atıyorum...
İşte o gün Baba Kuruş’a üç beş kelam ettikten sonra kapalı at ahırlarına doğru yürüdüm. Maksadım orada da canlı atlarla karşılıklı konuşabilmek. Kimse uyarmadı, üstelik de teşvik etti seyisler, “Geç şöyle geç, sev onu, ver şekeri, kaşağılamak ister misin, saçını okşar mısın...” Adamlar beni kaşarlanmış at terbiyecisi sandılar zahir. Bendeki de cahil cesareti. İkisi birleştiğinde şöyle oldu. Saçlarını sevmek istediğim Arap aygır o sabah çekilmekten (çiftleştirilmekten) dönen aygırlardan biriymiş. Daha ateşi sönmemiş mi neymiş ki, sen bir şahlan, bir şahlan. Ben, tepemde arka ayakları üzerinde üç dört metre falan yükselmiş Arap’a karşı cüce gibi kal... “Allah geride kalanlara uzun ömürler versin,” falan gibi bir cümle kurmaya çalıştığım anda kendimi bir kucakta buldum. Tıfıl bir seyisti vallahi beni kucaklayan, yarı baymış durumda kaçırıp kurtaran.
Karacabey hikayesi burada bitti.
Carabiniere a cavallo
Bu dediğim de İtalyanların ünlü atlı polisleri, merasim polisi de diyorlar. Tarihi giysiler içinde falan dolaşıyorlar atların tepesinde. Her zaman gemelli / ikiz gezerler. İşte o sırada, tam da ben paketlerimi yerleştiriyorum arabaya, yanıma yaklaşan bu iki carabinieriden birinin atı sen kalk bana deli deli bakmaya başla. Yetmedi, kafayı sağa sola savurarak kişne. O da yetmedi, şahlanmaya çalış. Korktum haliyle. Can havliyle girmiş çalıştırmışım arabayı. İki manevrada sıyrıldım parktan, ben kaçıyorum carabiniere a cavallo arkamda. Benim ayağım gazda, carabiniere kardeşim mahmuzluyor. Gazlıyorum, mahmuzluyor... Acayip şehir merkezi trafiğinde bulduğum her deliğe giriyorum. Carabiniere ikiz arkadaşını falan unuttu, atını tırısa sürüyor. Durum vahim ötesi, belli ki bana bir suç atfedecek bu adam. Sabahı Questura’da sabah etmek de var yani işin sonunda. Yani Yabancılar Şubesi’nde; hep derler ki kabustur, sabaha kadar telefon hakkın bile yoktur...
Dikiz aynasına gözüm son takıldığında durum şuydu... Carabiniere mahmuzlamayı bıraktı. At bir iki kişneyip durdu. Carabiniere indi. İnmesiyle de yerden bir şeyler toplamaya başladı. Kişneme sırası bana geldi. Çıldırıyorum keyiften. Nal toplatıyorum adama, kolay mı?
Eve geldim ki çantam yok. Dolayısıyla, her bir gerekli evrağını yanında taşıyan benim artık hiç bir şeyim yok. Pasaport yok, ehliyet yok, kayıtlar kuyutlar yok, yok oğlu yok.
Sabaha kadar uyku da yok.
Zil, gül / fıstıklı lokum ve Türk kahvesi
Ertesi gün oluyor. Zırrr zil. Açtım. Kapıda, bir eli beyaz güllerden mütevazi bir demet tutan bir delikanlı. Diğer eli arkasında. Konuşunuz anlamında “Dicaaa,” diyorum. Arkadaki el öne geliyor. Çantaaaaam. Henüz bitmiş görevi, ancak çıkarabilmiş o komik üniformasını. Doğru bana gelmiş.
Sarıldım tabii elin atlı polisinin boynuna. Buyur ettim içeri. Kahveler kaynadı. Fıstıklı Hacı Bekirler ortaya geldi. Olmadı rakı yanında beyaz peynir tattırıldı. Yetmedi pastırma çıkarıldı. Annemle babam THY pilotları ile anlaşmalı çalışıyorlar o zaman (!) ayda bir koca bir çanta içinde benim tiryakiliklerim geliyor Roma’ya.
Filippo bana arkadaş kaldı sonra. Sienalıydı. Zaten bu yazıyı yazma nedenim Filippo’nun Sienalı olması. Her yılbaşı, panforte mi yapsam yoksa panpepato mu, diye düşünürken; aklımın köşelerinde hep Filippo ve ailesi dolaşır. Çünkü panforte Siena doğumlu bir tatlı/ekmek. Çünkü panforte’nin kardeşi panpepato yapılışını ilk kez, Siena’ya gittiğim o yılbaşında kaldığım DeSantis ailesinin sıcacık evinde gördüm. Kuzinalı mutfaklarında, kocaman masalarının etrafında oturup yediğimiz panpepato’nun lezzetini hiç unutmadım ve hep yaşatmak istedim.
Filippo DeSantis ve ailesiyle uzun yıllar görüştük, haberleştik.
Derken kayboluştuk...
Şimdi akşam oldu. Ben kara kuru üzümleri yıkadım. İrice ama çekirdeksiz kara üzümlerimi. Tam 200 gram. Ahududu likörüne bastım. Yarın sabah erkenden kalkıp panpepato yapacağım.
Yeni yıl günü sabahında panpepato yapma adetimi hiç değiştirmedim.
Tıpkı DeSantis ailesiyle geçirdiğim o yılbaşı sabahı gibi.