Kedili Mutfaklar

Çarşamba, Ağustos 30, 2006

Fındıklı fındık köfte


En başından söylemek istiyorum. İçlerinde sürpriz fındıklar olan üstelik de fındıklı fındık köfteler yaptım. Böylece sürprizi falan kalmadı değil mi? Olsun. Zaten siz şaşırın diye yapmadım ki... Siz kime yaparsanız o şaşırsın diye yaptım.

Ekmek yerine simit kullandım. Birincisi evde bayat ekmek yok ama bayat simit vardı. İkincisi ben aklıma bir şey yapmayı koyarsam eğer, malzemesizlik diye bir sorunum hiç olmaz. O olmazsa öbürü, üstelik aklıma gelenin hayli üstünde lezzetler elde etmecesine.


Benimki hipermarketlerde satılan kocaman simitlerden biriydi. Yarısını 600 gram kıymaya tam geldi. Kıyma hayli yağsız, köftelerim yağda kızaracak ne de olsa. Zaten evimde yağ yasağı hüküm sürer, yanı sıra da kızartma yasağı normal olarak. Çok arada bir böyle, keşif ve icatlarda başvurulur sızma dışı yağ kullanımına ve kızartmalara.

İçinde köftemizi yoğuracağımız kabı seçip işe başlayalım.

Simiti hafifçe ıslatıp bızzzt. (Ben bu aletlere halâ bir ad koyamadım, affola, bızztlayıp geçiyorum!) Bir büyük çay bardağı, adı Aida olanlardan ama milletimin Ajdaaaa tabir ettiği, dolusu fındık. O da bızzzt bir zahmet. Bir yumurta. İncecik kıyılmış bir büyük soğan. Üç büyük diş sarmısakla birlikte bızzztlanmış birer tutam dereotu ve maydanoz.

Tuz, kara ve kırmızı biberlerden ağız tadınıza göre kullanıp sonra da benim gibi dilediğiniz farklı baharatlardan ilave edebilirsiniz. Kuru köfteye yakıştıracağınız her tat olabilir bu.

Yoğurduğumuz malzemeden fındık köfteler yapıp hafifçe unlayarak kızartmaya başlayabiliriz. Tabii her şekillendirdiğimiz fındık köftenin orta yerine sürpriz fındıklarımızı sakladıktan sonra.

Dahası da, fındık yağında kızarttım. Ne de olsa işimiz fındıklı lezzetler üretmek bu ara.

Köfteler, küçük bir mutfak poşetini unlayarak içinde biraz yuvarlayıp ,sonra da silkeleyerek temiz yağda kızartılmış birer demet dereotu ve maydanoz yatağında servis yapıldı.

Tabii köfte ve yeşillikleri servis tabağına almadan önce kağıt mutfak havluları üzerinde bekleterek fazla yağlarından kurtulmakta fayda var.

Sofraya geldi, herkes ağzına attı birer tane. Ooooh, dışı çıtır içi yumuşacık çook lezzetli bir köfte ama o da neeee? Orta yerinde sert bir ...

Siz bağıracaksınız, “Sürpriiiiz, ortada fındık var yandan ye...”

Son söz: kuru köfteler bana hep çoook eskiyi hatırlatır. Katı yumurtalar, domates- salatalık- peynir üçlüsü, muhtemelen dolma, sigara ve muska börekleri, Yakacık veya Yıldız Parkı... Koşmaca oynamaca, çimenlere serilmeceler... Soğuk yenir dolayısıyla benim en sevdiğim lezzetteki kuru köfteler. Haberiniz olsun dedim.


Her hakkı bloglararası fındık projesine aittir. Bu yazımla ilgili hiçbir maddi talebim olmayacaktır.

Fındıklı, güllü muhallebi


Tarifimi tarif edemeyecek kadar şaşkınım. Yaptığım nedir belli değil. Sütlaç desem değil, muhallebi desem değil. Lezzeti, sütlü tatlı sevenleri uçuracak kadar mükemmel.

Vay başıma gelenler...

Bir büyük çay bardağı (bir büyük çay bardağına bir ölçü diyelim) pirinç bızzzt aletiyle ufalandı. Ufalandıktan sonra ılık suya basıldı bir süre, derken üç beş kere yıkandı.

Her yıkanışında, suyu çay süzgecine doğru akıtılıp süzülerek atıldı. Temiz su akmaya başlayınca tencereye alıp üzerine bir su bardağı su koyarak kaynatıldı.

Parçalanmış pirinç koyulaşmaya başlayınca içine iki uzun çubuk tarçın attım. Şimdi bir litre sütü yavaş yavaş ilave ederek karıştırmaya başlıyoruz. Aynı zamanda altı çorba kaşığı pirinç unu da ilave ediliyor. Sürekli karıştırılarak muhallebi kıvamı bulunuyor.


Bu arada iki ölçü fındık dövülmüş veya bızzzztlanmış olarak, bir ölçü toz şekerle birlikte tencereye katılıyor. Şimdi karıştırıcı olarak kaşıktan el bızzzztına geçiyoruz.

Çok keyifli bir kıvam ve lezzet yakalayınca ocağı söndürdüm. Son bir hareket daha, dolu dolu üç çorba kaşığı gül reçeli de girsin tencereye. Kaselere alın, ılınsınlar iyice bir hele dışarıda bekleyip.

Sonra da buzdolabında kalarak soğuyacak ve de yenecek o muhteşem lezzete gelecek.

Tekrar, “Vay başıma gelenler, bu işin sonu nereye varacak?”


Her hakkı bloglararası fındık projesine aittir. Bu yazımla ilgili hiçbir maddi talebim olmayacaktır.

Salı, Ağustos 29, 2006

Kumpanya Kimsecik

Annoya'nın Dört Ayaklılara Yardım diyerek başlattığı projenin adı:

KUMPANYA KİMSECİK

olsun mu?

İmza, Kimsecik

Pazar, Ağustos 27, 2006

Fındıklı kavun dondusu

Fındıklı kitabımızı kafama taktığımdan beri her ayağa kalkışımda mutfağa da uğrayıp üç beş fındık atıştırma hallerim oluştu. Bir şikayetim yok doğrusu. "Maşallah fıstık gibisin," diyenleri düzeltmeye çalışmanın dışında.

“Yooook değil, fındık gibi...”

Yazıdaki durumum bugün mutfağa girişlerimden herhangi biridir. Fındık yerken aynı zamanda kavun da kesmeyi başarmış biri olarak, planımı daha da ileri götürmeye karar vermiş halim.

Yine aletimiz bızzzzt başrolde. İçinde barındırdıkları, bir orta boy kavunun üçte biri, iki dolu avuç fındık, iki laymonata buzu*, 200 mg krema.

Bızzzzzt. Olanlar oldu işte. Şimdi derin dondurucuya girecek. Yine ayaklandıkça yanına uğranıp evire çevire karıştırılacak. Donup kalmayacak ama ağızda eriyecek gibi olunca, buyrun kaşıklayın.



Elde ettiğimiz bu muhteşem lezzeti daha lüks bir sunuma getirmek için, önce adını değiştireceksiniz. Dondu değil sorbet olacak. Sevdiğiniz tabağınıza incecikten kavun dilimleri döşeyecek, üzerine bir miktar sorbet şekilleyeceksiniz; tepesine de nane yaprakçıkları. Benim durumumda yaprak değil yaprakçık çünkü penceremin önünde minik yapraklı bir nane bahçem var. Daha da fındık sonra tabağın içine, atılacak...

Bu dondu / sorbet, kıtır kıtır fındık lezzeti, tatlı mayhoşluğu, kreması falan...; beş yıldızı cepte, üstünü bilmem.

*Laymonata buzu dediğimi de havada bırakacak değilim tabii.

http://kedilimutfaklar.blogspot.com/2006/07/naneli-laymonata.html#links

Şimdi elinizde laymonata buzu yok diye fındıklı kavun dondusundan vazgeçecek haliniz yok değil mi? Laym da mı yok?

Bızzzzt aletinize hemen şeker ve çekirdekleri çıkarılmış kabuklu limon ilave edin. Taze naneyi de buluverin artık.

Bızzzzzt, bııııııızzzzzzt. Oldu bilin.



Her hakkı bloglararası fındık projesine aittir. Bu yazımla ilgili hiçbir maddi talebim olmayacaktır.

Ağaçlar nasıl ölür?

Pansuman / İki dilememekli

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4985891.asp?m=1&gid=69&srid=3047&oid=4

a) Alanında tek olmak dilenecek bir hassa değilmiş, değil mi Ağaç?

b) Kalabalıklara karışacaksın ki yaksınlar.

Yok artık öyle ağaçlar gibi ayakta ölmek.

Cumartesi, Ağustos 26, 2006

"Finduk zamanı" son durum açıklamasıdır

Sevgili dostum, arkadaşım, “par alliance” akrabam, gazeteci-yazar Cüneyt Ayral’ın son kitabı Müjgan için düzenlenen imza günü Çengelköy Çınaraltı Kahve’deydi.

Sabah http://www.gelincikler.blogspot.com/ sevgili Burcu ile telefonlaştık. Kahve’ye Burcu ve Doruk veeee Bulut da geldiler. Olmaz böyle keyif. Çocuk özlemişim meğerse. Bir beyefendi Doruk’la bir küçük canavar Bulut keyiften deli ettiler beni.


Çocuklarla imza masasının hemen yanında bir yere yerleştik. İki tarafın da keyfi sürülsün diye tabii.

Burcu tam gaz ele aldı fındık işini. Fındık blogumuzu oluşturuyor. Toplanan tarifleri hep birlikte inceleyip, gerekirse ayıklarız. Bu, birbirine benzer tarifler çıkarsa geçerli olacaktır. Kitap diyorsak eğer, ortaya en az 150 – 160 sayfalık bir iş çıkarmalıyız.

Harıl harıl çalışmalıyız yani. Mutfaktaki yaratıcılığımızı fındığa ağırlık vererek kullanalım.

Kitabın içinde, şuradan aldığım tarifi uyguladım gibi cümleler kurma şansımız yok. Lütfen tariflerinizi tekrar gözden geçirin ve kişiselleştirin. İmzası kendiniz olun.

Editörlüğünü vaktim olursa ben / yayıncımızın seçeceği kişi yapacaktır.

İşin hukuki boyutları yayıncımızla görüşmelerde ortaya çıkacak. Ancak, yaptığımız işin çerçevesi yardımdır. Okullara, çocuklara yardım... Kitap, defter, bilgisayar, spor aletleri; aklınıza gelebilecek her şey, yeter ki çocuklarımıza faydalı olabilelim. Dolayısıyla, hiç bir yazarımız bu işten maddi bir çıkar beklememektedir.

Bu hususu lütfen hepimiz tarifleri girdiğimiz yerde, yani kendi bloglarımızda yazdığımız fındıklı tariflerin altına not olarak koyalım. Burcu bu yazıların kopyasını kilit altına alacak ve bir daha silinmesine fırsat vermeyecek 8-))

Tüm finduklu tarif yaratan yazarlarımızın: “Her hakkı bloglararası fındık projesine aittir. Bu yazımla ilgili hiçbir maddi talebim olmayacaktır,” ibaresini lütfen kullanmasını rica ediyorum.

Şimdilik benden bu kadar. Burcu’nun ekleyecekleri ve de düzeltecekleri varsa bu yazının altında onlar da olacak.

Herkese kolay gelsin.

Oldu olacak çocuklar, ha gayret...




Bu sese kulak verin

Dört ayaklılarımıza yardım projemizde tam hız ileri...


İki işe kalktık.

Dört Ayaklılarımıza Yardım Projesi ve Finduk Zamanı

Dört ayaklılar konusu Erdil Bey’e havale oldu. Sağolsun derhal site kurma çalışmalarını başlattığını söyledi. Ycurl de siteleşmemize yardım teklif edince, Erdil Bey’e doğru yönlendirdim onu da. Ne yapıldı, nereye varıldı henüz bilmiyorum. Onlara ne gibi yardımlar gerekiyor onu da bilmiyorum. Lütfen ses verin...

Çok umutlu olduğum ve ne yalan söyliyeyim ki halâ var, işin Bekir Coşkun ve Hürriyet faslını şimdilik kafam askıya aldı. Belki de diyorum, biz kurulur işlerimizi yoluna koyarsak, bilezik işini üstlenirler. Veya PAKO’nun adını bize bağışlarlar. Biz de PAKO bileziklerini kendimiz imal ettirip satarız. O da olmazsa KİMSECİK yazacağım bileziklere!

Kimsecik neden Kimsecik? O daha küçücükken, hem de beni kapıda karşılamayı akıl edemeyecek kadar bebecikken ve henüz adı yokken şöyle oluyordu. Klik klak kapıyı açtım, içeri adımımı atarken sesleniyorum, “Kimseciiikler yok muuuu?” Bir iki derken, Kimsecik sözcüğünü seslendirmemin kızımın çok hoşuna gittiğini anladım. O da sanıyorum artık o eve bir kimse olarak yerleştiğinin farkına varmıştı. Evvet, o küçük bir kimseydi ve de adı Kimsecik oldu. Yaşar Kemal tarafından da onaylanmıştır, merak etmeyin. Bizde kaçak yok!

Anlamlı olur yani KİMSECİK, diyorum. Başkaca önerilerinizi bekliyorum.

İşin parasal ve hukuksal boyutları mutlaka bilenlere danışılacaktır. Blogcular arasında bizi desteklemek isteyen ve işten anlayan tanıdıklarınız var mıdır? Yoksa da dışarıdan tanıdıklarınızın fikirlerini alıp ciddi bir süzgeçten geçirerek aktarır mısınız?

Sanatçılarla konuşmalar nasıl ayarlanacak? Sevgili Pino elinde olan çalışmaları verecek mesela. Aramızda çok yetenekli arkadaşlarımız var. Blog haberleşmelerimizi genişletebilirsek onların çoğu ortaya çıkacaktır. Üstelik kendi içimizde ürettiklerimizin sahibi olmuş oluruz bir yandan. Diğer yandan da önemli isimler bizi desteklerse muhteşem olacaktır tabii.


...diye yazarken tam size e-postamdan beni heyecanlandıran şu yanıt çıktı...

Aşağıda adresi belli olan Cengiz Bey'e (bundan böyle sadece Cengiz), şu kısa notu göndermiştim...

Seni bulmak iyi oldu 8-)) Kedili Mutfaklar'a gelip dört ayaklılar projemize katkıda bulunur musun lüüüütfeeen...

Marketing PostPazarlama hakkında her şey...http://map.blogsome.com

Ve de geldi işte...

----------

Merhaba Oya.

Dört ayaklılar projenizi okudum. Evimde hayvan beslemiyorum ama çevre duyarlılığı yüksek olan bir insanım. Projenize ne yapabilirim diye düşündüğümde, bilezik v.s. şeylerin çok geçici önlemler, yani ağrı kesici olduğunu düşünüyorum.

Ses getirecek bir şey yapmanız gerekiyor. Burada da amacınızı netleştirmeniz gerekiyor. Amacınız, hayvan derneklerine para mı sağlamak? insanlarda çevre bilinci mi oluşturmak? Vicdanınızı mı rahatlatmak? Tam amacınız nedir? Bilezik satmak v.s. artık işe yaramıyor.

Tablo fikri değişik. Ama kedi sever yazarları da unutmayın derim. Kedili kitaplar. kedili resimler, kedili t-shirtler, Bunlardan kedi vergisi gibi bir şey almak imkansız.

İki seçeneğiniz var. 1- Çok büyük düşüneceksiniz. Yaptığınız şeyi tüm Türkiye duyacak.2- Küçük düşüneceksiniz : Bir miktar para kazanacak, sonra yavaş yavaş hevesiniz azalacak ve bu proje saman alevi gibi bir etki yaratacak.

Ve bence bu proje aynı zamanda toplumsal duyarlılığı artırıcı bir şey olmalı.Eğitici ve öğretici de olmalı. Bizim problemimiz aslında eğitim. İnsanlar toplumsal bilince erişirlerse zaten hayvanlara iyi davranacaklar.

O yüzden onlarda şu örnekleri bir incele, hatta blogundakilere göster.

örnek 1, örnek 2, örnek 3 , örnek 4,

En önemlisi de bu projeye bir isim gerekecek. Adını koymanız lazım. Bu sizi başından ateşleyecek unsur olacak. Mesela "Dört ayaklılar projesi" biraz itici geliyor insana. Kediler ile ilgili harika proje isimleri bulunabilir.

Bir şey anlatayım. En çok gördüğüm şey, trafikte giderken, yollarda yatan kedi ölüleri. Sen de görmüşsündür mutlaka. Aklıma hep bir sosyal sorumluluk reklam afişi geliyor . iki parçalı, altılı üstlü bir afiş. üste olan Birinci bölümde Güzel şirin bir kedi. Afişten dışarı doğru bakıyor. Resmin üst kısmında "Pisi-pisi" yazıyor. Afişin altındaki resimde ise aynı kedi yol kenarında ölü yatıyor. Bu resimde ise "Pisi-pisine" yazıyor. Bu bir fikir. Ama etkileyebilir.

Pazarlamada bir söz vardır. Ne yaparsan yap, insanların beynine değil, kalplerine seslen. O zaman kazanırsın" Bilezik insanların kalbine seslenmez. Daha iyi bir fikir.

Projeye başlayacaksan, tam anlamıyla projeye katılanları belirle. İsim isim. Sonra yahoo da bir grup kur. Ve tüm işlemler bu grup üzerinden olsun. orada tartışın, konuşun.

Ben elimden geldiğince size yardımcı olmak isterim. Hatta pazarlama blogları olan arkadaşlarıma bunu anlatıp, onlarda da katılmak isteyen kişiler bulabilirim. Ama bir yahoo grup şart . Çünkü ilk başta herkes ateşli bir proje insanıyken bu duygu giderek sönükleşiyor ve bırakıyorlar. 100 tane evet diyen, ben varım diyen insan yerine ciddi anlamda evet diyen 10 kişi daha başarılı oluyor.

Çerçeveni, açını geniş tut. Bileziğe odaklanma. O sadece küçük bir araç. Sen projene odaklan. Şimdilik benden bu kadar. Senden iyi haberler bekliyor olacağım.

Benim de kafamda bir sosyal projeye katılmak vardı. Pazarlama bilgimi böyle projelerde kullanmayı toplumsal bir ödev ve gereklilik olarak görüyorum. Yani para kazanmadan da bu bilgiyi kullanacağım sosyal projelere her zaman açığım. Yeter ki proje sahibi projesine gerçekten inansın. Ben eğitimle ilgili bir proje düşünürken, sen gelip buldun beni. İyi yaptın. (gerçi kim olduğunu bile bilmiyorum ama kedili mutfaklar adı altında blog yazan birine güvenebileceğimi söylüyor sezgilerim)

Sevgiler.

Cengiz.

----------

Cengiz'e yanıtım:


Beni çok mutlu ettin sevgili Cengiz. Yardım talebime bu kadar kapsamlı bir yanıt beklemedim doğrusunu istersen.

Dediğin gibi küçücük, bir aspirin alayım da başımın ağrısı geçsin gibisinden başlayan ama gittikçe büyütmeye uğraştığım bir proje. Daha doğrusu etrafın da desteği ile büyüttürülen. Karşıma senin çıkman bile işin başka bir boyuta geçtiğinin göstergesi. ADI KESİNLİKLE DÖRT AYAKLILAR PROJESİ DEĞİL. O gün pek düşünmeden şöyle bir iş başlatalım mı gibisinden aklımdan geçen kelimeler onlar.

Şimdi Cengiz, eğri oturup doğru konuşmak gerekirse eğer: 60 yaşındayım. İş güç sahibiyim. Koşmacalı bir yaşantım var. Dinlenmeye zaman ayırmak da istiyorum. Bu işin altından kalkabilmem için genç ve pratik zekalı tank thinkerlara ihtiyacım var. Bir Yahoo grubu moderatörlüğü yapmak bile kolay değil, hele günümü bilgisayar başında geçirmediğim için daha da zorlaşır.

Şimdi bana müsaade edersen eğer yazını aynen bloguma aktarmak istiyorum. Zaten aradığım buydu, kısacık yorumlar değil.

Ve de madem böyle bir gönüllü işinde vardı senin de gönlün... Gel birlikte çıkalım yola... Daha da çok büyüyeceğimize inanıyorum. Ben zaten damlayan yerlerde göl oluşmasına hiç şaşırmam.


----------

Evet dostlarım, bu sese kulak verelim ve hareketlenelim lütfen. Önümüzde upuzun, yorucu ama keyifli bir yol var.

Cuma, Ağustos 25, 2006

Bamya & karides fırın

Selimiye Pazarı’nda kızdırdığım bamyacı bir hafta sonra beni gülerek karşıladı.

“Egeli misin?”

Sıcak sade bir gülüşle yanıtladım, içinde ne evet ne de hayır içeren.

“Bir bayan daha geldi, o da bunlar dolmalık mı diye sordu,” dedi.

Güldüm tekrar, “İyi bak,” dedim, “halkımızın espri yeteneği yükseliyor!” Dedim ama içimden. Ola ki o baaayan Egeli idi ve de bamyanın dolmasını yapıyordu!

Karşılıklı gülüştük. Sanki bir Çarşamba önce, bamya sepetini kafama geçirmeye hazırlanan o değilmiş gibi. Sordumdu haliyle, karşıma hayatımda ilk defa zihnimdeki bamya görüntüsünün devasa hali çıkınca, “N’ooonlar öööle, dolmalık mı?” diye.

Aradan bir hafta daha geçti ve bu haftanın Çarşambasında adam, “Ege’nin dolmalığı bunlar, dolmaya bamyaaaa,” diye bağırıyordu... La havle...


En irilerinden seçtiğim dolmalık bamyalardan yarım kilo ile döndüm eve. İçimde, sıkı bir çalışma sonucunda karidesli bamya dolmasını icadedecekmişim gibi bir duygu vardı.

Son anda kurtardım kendimi, laf aramızda bu derece abesle iştigalden... Fırında Karides & Bamya yapmak neyime yetmez ki?

Yarım kilo karides, haşlanmadan ayıklayarak elimde kalanı ne kadarsa; ve de işte o dolmalık bamyaları kukuletalı ayıkladıktan sonra...

...taze kekik, hindistan cevizi rendesi, sarmısak tozu, tuz, karabiber, limon suyu ve galeta ununu sızma zeytinyağ içinde harmanladım. (Hint baharatları kullanmayı seviyorum, siz de sevenlerdenseniz lütfen ağız tadına göre ayarlayın, hiç olmazsa köri ekleyin.)


Fırın tabağının ortasına karidesleri kümeleyip, etrafına bamyaları dizerek dekor yaptım önce. Bamyaların üzerine de tek tük karides serpiştirdim. Yaptığım sos da hepsinin üzerine yayıldı.

Folyo ile kapatarak kırk dakika, sonra da bir süre üstünü kızartmak için açık olarak fırında bıraktım.


“Yemeseydim keşke, yemeseydim de hep yanında yatsaydım,” dedi Annoya.

Çok taze dediği karideslerden üç tane bana yedirdi, misss misssss. Burada Annoya’ma kuyruk sallayıp teşekkür edişimin resmini görüyorsunuz.

Bamya dolması mı?

Bir başka bamya mevsimine kalmış.

Zaten onun her yıl bamyası gelir, kafasına göre bamya takılır. İnanmıyorsanız gidin 2005 Temmuz'unda yaptıklarına bakın. Bamya carpaccio, bamya turşusu...

Breh breh mırrrnehhh...

Perşembe, Ağustos 24, 2006

Blog bozuuuuk, yardııım masası neredeeee?

Yazıyorum, böyle düz düz yazınca yazıyorum ve basıyorum.

Yazılarım üstünde oynayamıyorum. Mesela bold yapmak istediğim yerde karşıma bir sürü tagler magler çıkıyor.

Fotoğraf giremiyorum, yine tagler.

Yazıyı girdiğimiz boşluğun üzerinde, "recover post" yazan yerin hemen üstünde sadece altı (6) kullanım şekli kaldı; b bolddan itibaren fotoğrafa kadar. Ki dediğim gibi bunlar da işlemiyor. Satırın sonunda ise sadece Preview yazısı...

Yemeklerim elimde kaldı, fotoğrafsız da olmaz ki...

Yardım masasına acil çağrıdır.

Oya'ya pansuman gerek.

Çarşamba, Ağustos 23, 2006

Vah vah, vay vay

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=196614

Çocuklara kırmızı noktalı bilmeceler

İlkbiz Yayınevi'nin '100 Temel Eser' adı altında ilkokul çocuklarına sattığı 'Türk Bilmecelerinden Seçmeler' kitabında ağza alınmayacak ifadeler var

'100 Temel Eser'de İslami ifadeler ve küfürlü 'Deyimler Sözlüğü'nden sonra yeni bir rezalet daha ortaya çıktı. İlkbiz Yayınevi'nin 'Türk Bilmecelerinden Seçmeler' kitabında anlamsız yanıtlar, dilbilgisine uymayan ifadeler ve bol bol argo var. İşte örnekler:

Karşıda oturur / Si..ni yere batırır
* * * *
Karanlık yerde kadı oturur
T.şaklarını suya batırır (Kitapta sansürsüz)
* * * *
Gel bizim eve koyum k.çına (Sansürsüz)
* * * *
Don içinde dik durur
* * * *
Aşgalanın fahişesi
* * * *
Ezirganın sürtüği
* * * *
Dağdan gelir taştan gelir
G.tü açık enişten gelir (Sansürsüz)
* * * *
Bir direkli sayvan / Bunu bilmeyen hayvan
* * * *
Kara tavuk, karnı yarık
Balta saplı, k.çı delik (Sansürsüz)
* * * *
Dağdan gelir gıdacık
Gömlek belde, k.ç açık (Sansürsüz)
* * * *
Aldım ele, vurdum yere / Tu allah belan vere
* * * *
Ağzı açık alamet / İçi kızıl kıyamet
Yaş koydum kuru çıktı / Salli ala Muhammed


"Vah çocuklarımıza, vay geleceğimize..." Pansumanım da budur.

Pazartesi, Ağustos 21, 2006

Finduk zamanı takipte

Finduk zamanı dedik... İyi ki demişiz.

"Geleceğin varsa göreceğin de var," demişler, bunun için olsa gerek.

Finduk zamanı katılanları harikalar yaratmışlar. Gittiğim yerlerde okudukça nutkum tutuluyor.

Eylül 1 demiştik son tarif tarihine. Peki... Uzatmaları oynamak isteyenlere bir hafta daha. Sonrası...

Sonrasında diyorum ki, tüm tarifleri link içine atsak (sadece kime ait oldukları ve tarifler, atabiliyor muyuz?) Baksak kaç tarif, iyiler mi gerçekten, kitaplaşabilir miyiz?

Sponsorluk teklif edebileceğimiz firmalar açık seçik görseler ne olduğunu.

----------

Gerçekleşirse eğer kitaplaşma işi:

Derim ki, yardıma muhtaç okullar, öğrenciler....


Yine sesli yazdım.

Düşünelim.

Ya olursa?

Dört ayaklılarımıza yardım konusu devam...

http://www.kattenkabinet.nl

Bu site ne böyle? Hayal aleminde miyim?

Site / blog işlerinden anlayanlarla şimdi bunun üzerinde tartışabiliriz.

Ressamların kedili / hayvanlı resimleri satışı konusu, sanırım Erdil Bey'in anlattığı ve de benim anlamadığım kısmıydı bu işin.

Baver bir sitenin para kazanması ve harcamalarından sonra kalanı amaç olan yerlere devretmesi nasıl oluyor? Muhasebe nasıl tutulacak?

Yeni fikirler neden üremiyor?

Cumartesi, Ağustos 19, 2006

Dört ayaklı dostlarımıza yardım projem...

...üzerine sesli yazılan bir mektuptur

Sevgili dört ayaklı dostları,

alışkanlıktır bende. Dost kişiler arasındaysam eğer sakınmam, aklıma geleni söyler, üstünde tartışılabilecek kısımlarını sonradan ayıklarım. Daha doğrusu o ayıklama işlemi için dostlardan yardım isterim açıkça.

Neredeyse birbuçuk yıldır Kedili Mutfaklar'ımda yazıyorum. Bu işin güzelliği yoruma açık olması, yüksek sesli değilse de yüksek yazılı fikirlerimizin tartışılabilmesi / açıklanabilmesi.

----------

Geçenlerde yine yüksek sesle yazdığım bir yorumun içinde şöyle demişim...

Yıllardır düşündüğüm bir şey var. Kediler sanatçıların gözdesi oldu. Yazarlar, çizerler kedilerin sırtından müthiş para kazanmaya başladılar. Kitapçılarda kime baksam elinde içinden kedi geçen bir kitap var satınalmak üzere. Ressamların kedilileri yok satıyor.


Ben de salak salak düşünüyorum işte, bunun kedilere bir faydası var mı diye? Peki olmamalı mı? Bir kedi vergisi koyulamaz mı mesela dolaylı olarak kedilerin sırtından kazanılan paralara?

Sahi buna gülün istediğiniz kadar ama, hiç olmazsa hayvan barınaklarına bağış adı altında gelir mutlaka sağlanmalı diye düşünüyorum.

Bu fikre katılan var mıdır?

----------

Öyle veya böyle geldi sesler. Aklıma gelenleri de üst üste koyunca, ünlü bisikletçi Lance Armstrong'un kanseri yendikten sonra kurduğu "Lance Armstrong Vakfı" / Live Strong’un başlattığı yardım bilezikleri akımını hatırladım.

Dört ayaklı canlarımızın avukatı Ahmet Kemal Şenpolat’a aşağıdaki e-postayı gönderdim.

Sevgili Avukatımız, bizi bilinçlendirdiğiniz, eksik bilgilerimizi tamamladığınız için size müteşekkirim.

Bloglar arasında küçük ama "ya tutarsa" büyütülebilecek bir adım atsak diyorum. Şu plastik bileziklerden yapsak, hayvan barınakları / hasta hayvanlar için bir fon yaratabilsek.

Hukuki girişimlerimiz neler olmalıdır? Becerebilir miyiz? Bize yardım eder misiniz?

Çok çoook sevgiler, Oya Kayacan

http://www.kedilimutfaklar.blogspot.com/ 'un Annoya'sı

Sevgili Şenpolat’ın yanıtı gecikmedi ve tabii ki bu işlerde çok tecrübeli olduğu için bana doğru yolu göstermekte de gecikmedi.

Size haytap ( hayvan hakları türkiye aktif platformu ) ya da bgd ( barınak
gönüllüleri ) çatısı altına girmenizi hararetle öneririm. Özellikle bgd ile tahmin ediyorum bu dediklerinizi çok daha iyi bir şekilde yapabilirsiniz , onlara güç katarsınız. Tek başınıza mücadele etmeyin. Birliğe girip oraya destek olun. Sevgiler

Derken, Sayın Sitare Şahin vasıtasıyla Haytap’ın Yahoo posta zincirine eklendim ve BGD’den Sayın Nesrin Çıtırık bana aşağıdaki yazıyı gönderdi.

Oya hanım merhaba,
BGD nin çalışmaları taa Adana ya ulaşıp bizleri bile umutlandırmakta ve heyecanlandırmakta.
Ben de size BGD ile üye veya gönüllü katkı bağlamında çalışmanızı öneriyorum. Onlarla çalışmanız demek herkese ve hepimize katkıda bulunmanız demektir.
Ayrıca
www.dohayko.com sitemizi ziyaret etme imkanınız olursa sevinirim. Bizim çalışmalarımız hakkında da fikir sahibi olabilirsiniz.
Selam ve sevgilerimle nesrin/adana/dohayko

----------

Buraya kadar anlaşıldı mı? Anlaşıldı mı ki, tek başına hiç bir iş başaramıyorsun, ille de birlik ve beraberlik gerekiyor dostlarımıza ileri derecede yardım sağlamak için. Yoksa benim senin falan ferdi yaptığımız şu bu devede kulak. Hatta bütün hayvansever blogcular bile bir araya gelsek bir işe yaramıyoruz!

Fakat ve lakin, sevgili dayanıp da beni buraya kadar okuyanlar, benim yüreğim bu işlerin ileri safhalarını kaldırmıyor. Çevremde olan bitene koşturmak zaten yetiyor bana. Dolayısıyla...

----------

Şimdi bir adım daha ileri, marş marş!

Yine sesli yazıyorum, diyorum ki:

Sevgili Bekir Coşkun, gelin bu işi Hürriyet kanalı ile PAKO (registered trademark) bilezikleri olarak organize edelim / edin / ettirin. Belki bir süre gazete ile birlikte satılır. Sonra da işin içinde PAKO ve BEKİR COŞKUN ve HÜRRİYET olursa her yerde.

Barınaklara güzel bir destek olmaz mı?

Kestane kebap, acele cevap...

----------

Son ümidim de bitmese, kuş gibi uçup gitmese, geri kalan hep yalan, gönülde acı hüsran olmasa...

Olmasa keşke...

e.k. bcoskun@hurriyet.com.tr
asenpolat@superonline.com
nesrin_citirik@hotmail.com

Cuma, Ağustos 18, 2006

Patlar mı, patlamaz mı?

Pansuman / Patlaaaar, patlar

Jeoloji mühendisi Tamer Karasu, Iğdır'dan bildiriyor (AA)

"Ağrı Dağı patlamaz," diyor.

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4940881.asp?m=1&gid=69&srid=3047&oid=1

Tanrılar çıkmış o dağın tepesine boşuna mı oturuyorlar peki?

Baktılar, gördüler, şaştılar, sonunda patlayacaklar elbet.

Fındıklı makarna

Fındıklı bizim yolumuz...

İşte o makarna. Hani poğaçadan artan içi kullanacaktık ya. Kullandık.


Biri dedi ki, “Madem keyif bizim, mutfak bizim, tabakları da değişik hazırlayalım.”

Öyle de yaptık.

Pek lezzetli iki tabak makarna yarattık. Biri birini yedi, öbürü de öbürünü yedi.


Biri öbürünün tabağından zeytin çaldı. Öbürü, “Git kendine de zeytin al yaaa!” diye tavır koydu.

Bir tabağımızın altına roka yapraklarından yatak serdik. Diğerine sermedik. Sosumuz domates ve fesleğen bızzztıydı. Rokalı tabağa yeşilli karalı zeytinler de kattık.

Başkaca roka yapraklarına, resimde görüldüğü gibi parmesan şeyttirdik ve de ayriyeten sızma ile lezzetledik.


Çok fena yedik.

Size de bildirelim dedik.


Kısacık bir finduklu bilgi:

Fındıklııııı biizim yoluuumuz eşim aman ammaaan hovarda amman hovvaaarda çıktııı soyumuz bu biziiiim eski de huuyumuz amman ammaaaan....

Rumeli türküsüdür. Hâlbuki, Fındıklı Köyü Trabzon’un Akçaabat’ındadır. Demek ki neymiş? Yolların kenarında fındık ağaçları vardır, yollar fındıklıdır demek istermiş bu türkü. Yolumuz Fındıklı’ya çıkar demek istemezzzmiiiiş.

Bilerek terennüm edelim lütfeeeen.

Çarşamba, Ağustos 16, 2006

Fındıklı poğaça

Şimdi Finduk Zamanıdır araştırmalarımın devamıdır!



Fındıklı mamuller girişimlerim kapsamında evdeki bütün fındıklar ayıklandı. Kurumaya yüz tutan yeşil giysilerinden ilk, katı kabuklarından da ikinci hamlede arındılar. Elde kaldı bir miktar iç yaş fındık, tamamiyle mevsimsel ürün.

Bu duruma gelindiğinde, fındığın hani tıkır tıkır ağzımıza atıp yerken pek önemsemediğimiz kıl tüy neviinden uzantıları çarpıyor insanın gözüne.

Ben de tutup sıcak suya basıyorum hepsini, hepsi dediğim yüzelli grammış tamı tamına.
Su soğumaya yüz tutunca da, parmaklarımla ince zar kabuklarını oğuşturarak yıkıyorum akar su altında. Kurulayıp içine folyo serdiğim bir tavaya atıyorum. Çünkü iyice kurusunlar istiyorum.

Ya sabır, ne işler açıyorum başıma?

Sonra tuz, nutmeg, sarmısak tozu ve paprika ekliyorum ve evire çevire kurutuyorum fındıklarımı. Pek lezzetli oluyorlar.


Şimdi poğaça yapmak istiyorum, içinin şeysi fındıklı olsun istiyorum... Bu ara maşallahı var bızz bızzzz çalışan bızzzzt aleti yine giriyor devreye, fındıklar da içine. Beyaz peynir de içine, biraz da dereotu, yine içine... Bızzzt yapıp harika bir peynirli fındıklı karışım elde ediyorum. Fındıklar zaten lezzetlendirilmişlerdi kurutulurken. Oooof bu karışımın kokusu yeter, otur başla kaşıklamaya...

Dışarıda da üç yumurta, birer su bardağı sızma ve süzme yoğurt... Birer tutam tuz ve şeker... Bir poşet kabarma tozu.

“Anneeeee alooo, başka bişey var mıydı?”

“Un kızım, un koymamışın!” Hem de öyle fındıklı mındıklı iç mi olurmuş, adabıyla yapsaymışım...



Oldu oldu... Pek lezzetli oldu hem de. Kıyıl kıyıl tabir edilenlerden oldu. Unun yarısı beyaz yarısı siyahtı. Hamur yoğurulduğunda kulak memesi yumuşaklığındaydı. Önce ellerimle köfte yaptığım hamur parçalarını çorba tabağının dibine yatırdım. Parmak uçlarımla ve parmaklarımın tersiyle incelttim. İçini ekleyip katladım ikiye, keskes aletimle yuvarlağını düzelttim. Azıcık yağladığım tepsiye dizdim, üstüne yumurta sürdüm.... Yani fındığın dışında pek çok şey sanırım olağandır size göre.

Alışılmış poğaçalardan büyük yaptım poğaçalarımı. Çünkü evde yapılan şeylerin dışarıdan alınanlardan bir farkı olsun isterim hep. Daha büyük, daha bereketli, daha lezzetli...

Fındığın gireceği bir kapı daha buldum ya, memnunum yani.

Nottur: İç fazla geldi. Gelen fazla buzdolabında duruyor. Akşama evde yemek yenirse eğer fesleğenli domates sosunda makarnanın üzerine kaşık kaşık dökülecek.

Çok fena olacak bu fındık işinin sonu çoook..., gibi duruyor.

Salı, Ağustos 15, 2006

Yallah Tazyik

Pansuman / Haydi amaaa....

Fındık Oyunları sürüyor. Hürriyet'ten Emin Çölaşan'ın bu günkü yazısı durumun ortalamasını almış, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4922483.asp?yazarid=5 , okuyup ilgilenmenizi bekliyor.

Ben de politik fındığı bir tarafa bırakıp, işimize bakalım diyorum. FİNDUK ZAMANI hüsrana uğramasın, yiyelim, yedirelim.

Yallah tazyik!

Bir çocuk, bir kol, iki bacak...

Pansuman /' ı mı olur bunun?

Tatil bitti geçti herşey gibi ama geçmeyecek bir acı yaşıyorum şu anda. Kuzenimin sekiz yaşındaki oğlu parkta oynarken kapısı her nasılsa açık unutulmuş olan elektrik trafosunun içine girmiş. Şu anda bir kolu yok yavrumun. Bacakları da tehlikede. Nasıl bir üzüntü yaşadım anlatamam. İnsanın aciz kalması ne zor şeymiş. Ağlamak kesmeyip başımı duvarlara vuruken hep bunu sordum; neden... neden o. Belki de sormamak lazım böyle soruları. Kader diye bişey mi var acaba. Neden o, neden ben. Cevabı yok bunların. Tek cevap; öyle işte. olacağı varmış olmuş, olanla ölene çare yok. sessizce kabullenmekten başka yol yok. ne kadar isyan etsen boş. Yavrum kolsuz yaşamayı biz de bu acı ile yaşamayı öğreneceğiz. Daha kötüleri olmasın diye dua edeceğiz.

(Su Gibi'nin daha sonra bıraktığı yorumdan yavrucağın iki bacağının da kesildiğini öğreniyoruz.)

Dün akşam okudum, blogcu kardeşlerimden Su Gibi'nin yukarıdaki satırlarını. www.sugibi.blogspot.com

Keşke okumasaydım.

Sanki benim de elim kolum kesildi. Sanki alev çıktı gözlerimden, yangını söndüremedi dökülen sımcıcak yaşlar.

Aşağıdaki notu, alelacele Su Gibi'ye bıraktım, yana yana.

Bir süredir trafoların boyanmış süslenmiş hallerini gözlüyorum İstanbul'da. Küçük evler, şirin pencereler, kapılar...Ve de hep içimden bu işi bir yere şikayet etmek geliyor. Yahu bunlar ölüm noktaları, yüksek gerilim dağıtımı yapıyor. Üzerinde kuru kafa olurdu eskiden. Yine olması gerek değil mi? Peki ya çocuklar bu evleri çok beğenir, yaklaşırsa, ya onlara bir şey olursa? Eğlenceli bir tiyatro dekoru gibi çünkü çocuklar için, çekici.

Oldu işte, içimizden birine oldu bile. Belki o yavrucuğun oynadığı parktaki benim gördüğüm soytarılıklar gibi makyajlı değildi. Peki kapısı niye açıktı? Niye açıktı? NİYEEEE? Orası park değil mi? Çocuklar adı üstünde çocuk değil mi? Kim verecek hesabını bir çocuğun yok edilen geleceğinin? Akşam akşam bildiğim bilmediğim bütün belaları okuttun bana Su.

Allah yardımcınız olsun.

14 Ağustos, 2006 18:15

Var ya şu süslü evler, şu yüksek gerilim midir nedir yuvaları? Bugün hepsini yıkmak kırmak var içimde. Aylardır şunları fotoğrafla da yaz Oya diyordum kendime. Elim varmıyordu. Onların sevimli gözükmeleri, pencerelerinde çiçekleri, kafesleri, perdeleri beni kahrediyordu.

Artık hiç fotoğraflayamam.

Pazar, Ağustos 13, 2006

Böğürtlen & kızılcık likörleri

Neler oluyor mutfakta 1

Kızılcık alındı. Böğürtlen alındı.

Votkaya basılmalarının vaktidir.

Kış aylarında pek neşeli dururlar insanın elinde.

Sıcak evlerde sıcacık eller, dondurucudan çıkan buzlu puslu kadehlere dolduracak al meyveli buz gibi meyleri... erirken tam buzdan puslar, damlacıklar oluşurken kadehlerin üzerinde ve ıslatırlarken elleri; sağlığa içelim haydi sağlığa sevgiye...


(Burada şekerleyip çalkaladığım kızılcıklarım Tokai şişesinde görülüyor. Kimsecik de mutfağın setinde sevdiği bir köşede uyumakta.)

Biri Vefa Bozacısı’ndan şişelerimin; öbürü Tokai, ucuz taze bir İtalyan şarabı. Şekerle birlikte meyveleri doldurdum içlerine. Kızılcığa nedense üç beş karabiber tanesi de attım. Votkaladım ikisini de boğazlarına kadar.

Her yıl yaptığım gibi ölçmeden biçmeden ama sanki şekerlerini biraz daha az tutarak. Geçtiğimiz yıl da yazmıştım galiba, ben likörlerimi yoğunluğuna göre sonradan votkayla inceltiyorum. “Amanın olmaz,” diyenlere de, “Yapın bakın pek güzel oluyor,” diyorum! Kokteyllerde kullanımı da cabası.


Meyvelerim birer kiloydu. Yarımşar kilolarını kullandım votkaların içinde.

Geriye kalanlar da yeni icatlara vesile oldu.

Aşağılara inelim, onları da görelim.

Nottur: Mesela dedim, geçen yıl Temmuz Ağustos Eylül civarında yaptığım likörlere de geri gidip bakın isterseniz.







Çikolatalı böğürtlen

Neler oluyor orada 2

Neymiş bakalım o icatlar? Bu sabah yaptığım çikolatalı böğürtlen dün geceden rüyama girdi. Ben o yarım kilocuğu yarım kilo şekerle birlikte bırakmıştım tencerede dünden beri.


Gecenin bir vakti baktım tencere zıplıyor, hopluyor, çakkıdı çakkıdı vaziyetleri. Beni sorarsanız daha ağır daha şuh takılıyorum, Rita Hayworth yaklaşık hallerimdeyim diyelim. Saçlarım kıpkırmızı ve omuzlarıma iri dalgalarla inmekte. Dudaklarımı, bordo kalemle çizdiğim ince kıvrımlı çerçeve içinde kırmızı rujla çapkın kadın şekline getirmişim.

That Night in Rio’da yani Rio’da o gece, “A çiki çik buuum çik buuum okunur,... Chica Chica Boom Chic Boom yazılır,... elde kadeh vardır,... dansetmekteyim.

Ama Rio benim mutfağımmış da sanki, böğürtlen kokuları çikolata kokularına karışıyormuş da... İşte öyle uyandım.

----------

Şekerle koyun koyuna yatmacasına da olsa bütün gece, hiç mi hiç sulanmamış böğürtlenlerim. Üstünü örtene, biraz da geçene kadar sulandıralım o zaman şekerli meyveleri. Açtım altını, orta ateş... Köpürmüyor da... Kaynadı öylece kendi halinde.

O ara ben, rüyama karışan o dahice girişimi gerçekleştirmek üzere, %85 kakaolu Lindt çikolatanın tamamını bain marie halinde erittim.



Kıvamını bulmuş böğürtlenlerimi önce yarım limonla kestirdim, bir iki dakika sonra da erimiş çikolatayı katarken altını kapattım.

Bu bir garip lezzet.

Bu gece de rüyama girer mi?

Rahmetli Rita Hayworth da beğenir yer mi?

Kızılcık & Şeftali reçeli

Neler oluyor mutfakta 3


Geceyi şekeriyle birlikte geçiren tek meyve böğürtlen değildi. Artan yarım kilo kızılcığım da altı şeftalinin koynuna girerek bir kilo şekere basılmıştı.

Şeftalileri bir tencerenin içine ince ince dilimlemiştim. Sonra şeftalilerin tenceresi üzerine bir tel süzgeç yerleştirdim. Attım içine kızılcıklarımı, hafiften olgundular, fazla zorluk çıkarmadan mıncıklattılar kendilerini. Akan sıvı tencereye geçti. Süzgeçte kalan çekirdekleri toplayıp aldım ve kalan posayı yine tencereye aktardım.

Sabah ben çiki çik buuumken, şeftali ve kızılcık karışımı boyunu geçen bir havuzda yüzüyordu. Altı açıldı. Köpürdü de köpürdü. Başında bekledim yani köpük toplayıcısı olarak. Koyulaştı. Biliyorsunuz o kıvamı tabii, kaşıktan akarken damlaların arası açık olacak, damla düştüğü yerde bir iki kıvranıp yerleşip kalacak.

Şimdi bir limon suyuyla kestirme ve de altını kapatma zamanıdır.


Benim bu ikili üçlü meyveden reçellerim, kuru yemişli, kuru meyveli falan karışımlarım pek bir güzeldir.

Ben güzel diyorsam güzeldir...

Bu kadar.

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

Ne çabuk geçtiniz yıllar?

Yine ne kutluyoruz?


Aşkları destan olmuş dillere, ermişler muradına.

Biz çıktığımız kerevetten konuşuyoruz.

"Kaç yıl geçti bir yastıkta?"

"Nasıl da habersiz geçti?

"Daha daha da çok çok geçsin e mi?"

--------

Mehtap, iyisinden şampanyalar yeğenim Aycan'dan, küçük aile kadromuz, sudayız.

Bakmayın şimdilik ellerde kağıttan bardaklar, azzzz sonra bir kıyıda kavuşuyoruz camlarına.

Annem Selma pek mutlu, kendi kendine dua ediyor ha bire. "Ben doymadım Allahım çocuklarıma, daha yaşamak bahşet bana, sağlığımla."

Amin Annem.

Hepimize, hepinize, sağlıklı, mutlu yaşamlar.

Fındıklı kuru domates

Finduk zamanı 1

Finduk dedik bir kere, şu keyfe varın bir hele.

Sızma içinde, kuru arnavut biberleri ile yatırdığım kuru domateslerimden on kadar iri parçayı bızzzt aletine koydum. Kullandığım fındık bildiğimiz çerez fındık, 100 gram... iri diş sarmısak, 3 veya dört adet... bir reyhan demetinin yaprakları... tuz... kırmızı pul biber... bütün malzemeyi toplayacak kadar sızma.


Bızzzzzzzt sesleri bitince, ortaya muhteşem bir sürsür çıkıyor.


Hot & Crusty ekmeklerinden Alman tabir edileni, fıstıklı.

Çok taze olduğu için kızartmadan, sür sür sür.

Ay inanmıyorum.

Şart değil ekmeğe sürüp yemek. Makarnayla deneyin..., risottosu olmaz mı ya, ya da ızgara tavuk yanında?

Finduk yiyin ey ahali.

Şimdi finduk zamanıdır.

Fındıktan dönenin...

Journeyman in İstanbul

Böyle olurmuş Alman'ın marangozu



Hani ne derler, 'arasan bulamazsın meğer ki rastgele'. Bana da gelir. Bağlarbaşı tarafından köprüye doğru gitmekteyim . İki karaltı var gidiş yönüme karşı kaldırımda, sanki biraz korkuluk misali.

Gitmem gidemem, dururum hemen; al sağa Yapı Kredi Korusu girişine parkla arabayı. İn, başla aynı anda iki kolunu havada sallamaya, ağzına geldiği gibi bağırıp çağırmaya, bu hallerimle mümkünse adamları durdurmaya uğraşmaya.


Haydi onlar bana göre tuhaf ancak, ben onlara gore mutlaka deli olmalıyım. Rağmen, adamlar kibar ve anlayışlı; durup beni önce kısaca gözlüyor sonra da kaldırım değiştirip yanıma geliyorlar.

Çıkınlar bağlanmış bellere, küçük tencereler de takılmış, sallanıyor. Neden, çünkü içinde yolda buldukları Allah'ın verdikleri pişiriliyor, popo üstü duran kaminetoda.

Şapkalar fötr halis, kalın yünlü kumaştan bizim Karadeniz uşşağı misali yelek… pantolon da allahı var halis yün, ki dondurucu soğukta giyilmesi pişme nedeni olabilecekken, İstanbul gölgede 35.

Ellerde asa, düzgün değil ondüle yontulmuş, odundan. Postalları hilafsız beş kilodan çeker tek tek. Üç asırlık geleneksel kıyafetleriymiş giydikleri.

Koktukları bundandır bu adamların!


(Oya, keşke eve götürüp bir banyo ikram etse miydin? Bak adamlar durdular bu kadar poz veriyor, anlatıyorlar, “This is for only you,” diyor bir tanesi. "We never talk but marangoz talk." Bu da marangoz talk işte beyler, film eleştirisi değil ya, ansızın film gibi çıktıysanız da ortama.)

On dakika kadar eyleştik yol üstünde. Hayatımda ne yazık ki ilk kez duyduğum journeyman marangozların öykülerini dinledim.

Tam üç yıl geçireceksin, hep yollarda, hep yürüyerek / bu devirde biraz da otostop çekerek tabii, gittiğin her ülkenin / kentin marangozhanelerinde. Üç yıl bir gün sonra döneceksin Almanya’ya. Artık sana marangoz diyecekler. Haa bir de bunlar marangozluğun okulunu bitirip de çıkıyorlarmış yola. Allahım bakar mısınız, kimilerinin marangozluğa verdiği değere.

Çok şekerdi çocuklar, çoook. Nesiniz, nerelisiniz, neden böylesiniz gibi meraklarımın hepsine cevap verdiler. “We are the marangoz from Germany.”

Tam ayrılıyoruz, öpüştük sarıldık falan, sordular, “But who are you?”

http://www.answers.com/topic/carpenter içinden aldığım bölüm:

Tradesmen in countries such as Germany are required to fulfill a formal apprenticeship (usually three years) to work as a professional carpenter. Upon graduation from the apprenticeship, he or she is known as a journeyman carpenter. Up through the 19th and even the early 20th century, the journeyman traveled to another region of the country to learn the building styles and techniques of that area before (usually) returning home. In modern times, journeymen are not required to travel, and the term refers more to a level of proficiency and skill. Union carpenters in the United States are required to pass a skills test to be granted official journeyman status, but uncertified professional carpenters may be known as journeymen based on their skill level, years of experience, or simply because they support themselves in the trade, and not due to any certification or formal woodworking education.
After working as a journeyman for a specified period, often ten years or more, a carpenter may go on to study or test as a master carpenter. In some countries, such as Germany or Japan, this is an arduous process requiring extensive knowledge and skill to achieve master certification. In others, it can be a loosely used term to describe a skilled carpenter

http://www.ohiou.edu/~Chastain/ac/artisan.htm konu sardıysa lütfen burayı da okuyun

Perşembe, Ağustos 10, 2006

Unutmuyoruz...

Fındık da yeriz, ayak da gösteririz...



A) İki yazı altta kalan fındık davamız... "FINDIK YE"



B) www.vintagebiscuit.blogspot.com 'da Büsküüü'müzün ayak davası...

Herkese kedisinin ayaklarını fotoğraflamasını ve blogunda göstermesini öneriyorum. Bu ayaklanmanın adı "MY FOOT" olsun.

Ne kaa zeka o kaaa...

Pansuman / olacak tarafı yok

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4898407.asp?m=1&gid=69&srid=3048&oid=2

Okuyup, "yok deve" demeyin. "Ne kaa zeka o kaa deve," diyeceksiniz.

Bulgurlu şeylerden biri


Her yere girmesi, her yere yakıştırdığım içindir. Seviyorum işte... 'Dolapta kalan, artan ne varsa yemeği' yine bulgurluydu. İncecik sap pırasalar, taaa geçen senenin kurutulmuş yeşil fasulyelerinden, kereviz sapları, bir kutu mısır ve de bulgur bir araya gelince bu yemek oldu. Sebzeler önce iri iri doğranıp hafifçe çevrildi, sızmada tabii. Sonra kapağı kapatılıp kendi halinde pişmeye bırakıldı. Tuz biber gereksinimleri halledildi, sıcak su, mısır taneleri ve az bulgur katıp üç beş dakika pişip, bir limon suyuyla demlendi. Altı kapanınca da yeşillik attım içine, görsellik gerek ya, malûm. Sıcak yediğimde suluca, soğuk yendiğinde suyunu çekmiş enfes bir salatamsıydı.

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

Çorbada tuz

Pansuman / "Fındık Ye"

Fındık davasında son olanlar: Başbakan Erdoğan başkanlığında toplandılar. Fiskobirlik devre dışı kalmak üzere. 2006 ürününü TMO alacak.

"Anamı alan kadı, kime şikayet edeyim?" desem uyar mı?

Not: Fındığımızı tüketmek için kampanya açsak mı? Herbirimiz evimize en az birer kilo fındık alsak mı? "Fındık Ye" yapsak mı? Bu yazıyı maillerle birbirimize göndersek mi? Çorbada tuzumuz olsa olmaz mı?

Salı, Ağustos 08, 2006

Şu kadarcık işte!

Pansuman/ Şaka

http://www.milliyet.com.tr/2006/08/08/son/sonyas03.asp

Durum oralarda öyleyse eğer bizde nasıldır kimbilir? Var mı bildiğiniz biri eczaneye girip, aha şu kadarcık kardeşim, diyebilecek?

Boyunuza göre kullanın yahu, o patladıkça nüfus da patlıyor işte!

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

Kolaj vaziyetleri

Pansuman / Kısacık

Kolalar arası son durum: Coca Cola hiç inmediği tahtında oturuyor. Pepsi Cola, Cola Turca'ya ikram ettiği yerini geri aldı.

Kolaj vaziyetleri seçim anketleri gibi.

Pazar, Ağustos 06, 2006

Please do not disturb

Uyuyorum... Kimsecik

Ben de uyuyorum... Cancan

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

Önce geliş sonra GYY ol

Pansuman / asabiyim ben

Sofra Dergisi aldım. Sofra Dergisi alırı olmadığım halde alışıma neden olan kapaktan verilen şu anons: Ayfer T. Ünsal’ın kaleminden Sivas

Gözüm gönlüm aşina Ayfer Hanıma. İçinde olduğumuz bir sevgili grubumuz var, Kaybolan Tatlar, Bülent Tandoğan moderatörlüğünde. Okumak istedim Ayfer Hanım’ın ağzından Sivas’ı haliyle.

İki kere sil baştan sayfa sayfa çevirdiğim derginin içinde yazıyı bulamadım. Ne iyi!


Kapaktaki muhallebi fotoğrafı, iç sayfalarda da Çayla iyi gider başlığıyla verilmiş. Ne güzel!

Sonra merakımdan yazısını okudum. G.Y.Y. ve sorumlu müdür Hülya Çiltaş, Cape Town’da kişilik geliştiriyormuş meğer; work shop diyorlar hani.

Sofra’nın Eylül sayısını da alacağım. Hülya Hanım’ın kişiliği Genel Yayın Yönetmeni sorumluluğunu taşıyacak kadar gelişti mi bakalım, görelim.


özür, Hera'ya teşekkür, edit

hera said...
ayrıcana o muhallebi cayla hic iiy gitmez yaw?

Oya Kayacan said...
Hera yawww, benim vurgulamak istediğim de buydu zaten. Çayda muhallebi komedisi yani. Ama haklısın, sanki fotoğrafın iki kere kullanılmasını kınar gibi olmuşum. Yayıncılıkta kapaktan verdiğin her fotoğrafı içerde tekrar kullanırsın. Bu benim içimde yerleşik düşünce olduğu için atladım muhallebinin çayla yenmeyeceğinin üstüne basmayı.

Yaklaşık çocuklar...

Pansuman / içimi sıkıyorlar

http://www.sabah.com.tr/cp/yaz1564-20-129-20060805-101.html


Prof. Dr. Bengi Semerci Sözüer yazıyor...

"Sanırım hiç çocuk yok, çünkü hiç ses duymadım," diye yanıtladı. Oysa orada yaşları birle sekiz arasında değişen yaklaşık beş çocuk vardı.

----------

Sayın Profesör, sayın Editör,

yaklaşık beş çocuk nasıl oluyor? Lokantaya giden çocuklar, yarım veya birbuçuk porsiyon çocuk olabiliyorlar mı?

Saygılarımla,

Oya

Tatil haberleri

Pansuman / kısacıklar

Bush tatile çıkmış. Blair çıkmamış.

Ölüm kusturacak en az bir hırt şart.


En tahammül edilemeyen 100 şey arasında Amerikan halkı 46. sıradaymış.

Bush ortadan kaybolup durumu hafifletmek için mi tatile çıkmış?

Cuma, Ağustos 04, 2006

Meğer ölmüş

Ben yine sokak kapısından elimde 5 litrelik iki Erikli su ile çıkıyordum. Bu Erikli su şişeleri bizim eve iyi suyla girer, boşalınca musluk suyu doldurularaktan çıkar. Tüketim günde asgari 5 litre olduğu için, boş şişe bolluğundayız. Boş petlerin bir kısmına alt boğumundan beş yukarı, bazılarına bantlı yerinin ortasından makas saplarım hemen. Kesince kase veya çanak neyse gibi şeyler olur onlar. İşte onlar, bizim evin vazgeçilmezleridir.

Alt boğumdan beş yukarı olanları mama, daha yüksek olanları da su kapları olarak kullanırım. İllâ ki köşebaşlarına değil, biraz mama biraz suya ihtiyacı olan bir dört ayaklı dost geçer yer içer elbette diye meydanlara / kıyılara köşelere / çöp kenarlarına...

----------

O gün işte yine öyle çıkıyordum evimin kapısından. Yazın sıcağı bir saat kadar sonra asfalt kaynatacak belli. Önce yakın plandakilerin mama su ikmâli tabii...

Aaaaa, petten sulağım kenarlarından su seviyesine kadar karınca dolu. Bir hızla giriyor, suya en yakın çizgiye inip doya doya içip çıkıp gidiyorlar.

----------

Uzun yıllar görmemiştik birbirimizi. Ben iyice kadın olmuştum artık. Çiçek Bar’da geldik karşı karşıya. Tanımamıştı ama sanki ha desem tanıyacak gibiydi. “Oya,” dedim, Nuri Kayacan’ın kızı.”

“Vay,” dedi Yaşar, “vay be Nuri’nin kızı haaa?”

----------

Ben, dört ayaklılara sunduğum sulaklarım, karşı bahçenin Kirli Kulak mevsim yavrusu, doğurmaktan helak olmuş anası Fertilita, mamalar falan selam durup hep birlikte “merhaba”, dedik karıncalara. “Vay be Yaşar,” diye söylendim ben, Karıncanın Su İçtiği haaaa?

---------

İşte öylece çocukluğum geldi aklıma. Nerden nereye, pet şişelerin yan ürünlerinden...

----------

Cumhuriyet’in mermer iç avlusu yine Yaşar Kemal’in ürkek, Yılmaz Çetiner’in tok sesleriyle çınladı kulaklarımda. Üç beş anı canlandı, yarı hayâl yarı meyâl gözlerimde.

Pek bir aile yakınımın askere gidişinde torpil vardı mesela, Yılmaz Amca’ca koyulan... Yılmaz Amca bizi Yassıada’ya götürüyordu... Adnan Menderes’i nerede görecektim yoksa, asılıp gidecektiyse o? Salim Başol'u, verdiği kararlara birebir tanık nasıl lanetleyecektim?

Yaşar’a neden ‘ayı’ ve ‘kör’ falan derlerdi o avlu kenarı çalışanları? Sahi Yaşar nasıl da bilmişti bu kadar güzel yazmayı, Yaşar Kemal olmayı nasıl becermişti?

Ne de güzel dostlukları vardı, Yaşar ve Yılmaz ve Nuri’nin...

----------

Sulaklar doldu, daha daha gerekli görülen yerlere de sulak koyuldu. Günlük işler laikiyle bitirildi. Yüzüldü. Yazıldı. Eğlenceye zaman ayrıldı. Yemekler ağız tadıyla yendi.

Eve döndüğümde Yılmaz Çetiner ölmüştü.

Bugün gömüldü.

Bir zamanlar maziye bak...

Passive’e gittim, Attilâ İlhan’ın Pia’sıyla karşılaştım az önce...

www.dunyaneki.blogspot.com


Pasaportsuz denen yerde o sevdiğim adam geldi aklıma. ...sevdiklerimden bir adam. Düşünebilen bir adam olduğu için suçluydu. Düşünebilen bir suçlu olduğu için pasaportsuzdu. Çok sık seyahat ederdim, o bakardı arkamdan. Bunlar geldi, geçiverdi işte içimden. Ona yazdığım şiiri çıkarsam dedim ortaya, siz de okusanız.


küçücüktük büyüdük

ikiye katlardık önce
sonra dörde altıya filan
kayıklar yapardık kağıttan.
pır pır yüzerlerdi
sınırsız kuşlar gibi
dağlarda denizlerde
kolyoz adasından akdoğan yuvasına
sınırsız...

büyüdük maskara olduk
umulmadık hokkabazlıklarla
pasaportsuz.

boğaz’ın en erken saatinde
balıkçılar teker tüker dönerken,
bir çay
bir poğaça tazesinden
yerken sevgilim,
katlayıp kayıklarımızı ceplerimize
o liman senin, bu liman benim...

yakalanırsak döverler mi
ne dersin?

Oya ‘84

Kimse var mı, huuuu?

Pansuman / şakası bile olmamalı...

İzmir'in Aliağa ilçesi Şakran beldesinde sinek ilacından 17 kişi zehirlendi.

Aşağı Mahalle ve Yukarı Mahalle'de belediye tarafından sinekle mücadele kapsamında ilaçlama yapıldı.

İlaçlamadan bir süre sonra mahalle sakinlerinden 17 kişi kusma, mide bulantısı ve baş ağrısı şikayetiyle Aliağa Devlet Hastanesine kaldırıldı. 17 kişinin belediye tarafından sıkılan sinek ilacından zehirlendikleri belirlendi. Zehirlenen kişiler, tedavilerinden sonra taburcu edildiler. (Hürriyet'ten)

Sorsalar, deseler ki:

a) İnsana sinek kadar mı değer veriliyormuş?

b) Acaba topluluklara müdahalede biber gazı yerine bunu kullansak daha etkili olur muymuş?

c) Başbakan İzmir Valisini, İzmir Valisi İzmir Emniyet Müdürünü, İzmir Emniyet Müdürü İzmir Emniyet Müdür Yardımcısını, İzmir Emniyet Müdür Yardımcısı Aliağa İlçe Emniyet Müdürünü, Aliağa İlçe Emniyet Müdürü Aliağa İlçe Emniyet Müdürü Yardımcısını aramış mı? Aliağa İlçe Emniyet Müdürü Yardımcısı Şakran Beldesi Aşağı ve Yukarı Mahalleleri muhtarlarıyla görüşmüş, ana avrat düz gitmiş mi? İlacın sorumlusu kimmiş, sıktırana konu hakkında bilgi verilmiş mi? Bu insanlar birbirlerine ne demişler ve merkeze çekilen var mıymış?

d) Amman formülü kaybetmeyin, millet kimyasal silah yapmak için şeyini yırtıyor.

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Pesto pestoooo pes...


Annoya’mız yine bizi bırakıp gidiyordu. Ben de mutfak tezgahında kalakalmış bakıyorum arkasından. Gitmesin istiyorum. Gitmesin kalsın, oynayalım istiyorum. Mutfaktan taze pişen yemek kokuları gelsin istiyorum. Durdu fotoğrafladı beni giderayak. “Tü tü tü maşallah oğlum benim”, dedi.


Çarşambalar oy oy, ne güzel günler bu Çarşambalar. Annoya çok gezmeye teşneyse Selimiye pazarına gitmeye bayılır. Yoksa da Kuzguncuk İcadiye’den geçer mutlaka. Eve bol yeşillik getirir. Ben yeşilin bekçisiyim. Ya siz? Yeşili sevin. Bol bol yiyin. Koruyun, ekin biçin, yetiştirin. Başka n’apılıyordu yeşille Annoya?


“Hah işte pestolar yapılıyordu,” diyecektim tam, ki yaptı yine. Her sene yapıyor. Yeşilliğin bolluğunda kışı geçirecek kadar yapar atar buzdolabına. Öyle ucuza geliyormuş ki. Yoksa gidip marketlerdeki küçücük kavanozlara dünyanın parasını veriyormuş insanlar.


Reyhanlıyı cevizli, fesleğenliyi çam fıstıklı yaptı. Halisinden sızması, tazesinden sarmısağı da girince içlerine çok nefis oluyormuş.

Daha yapacaktır biliyorum. Maydanoz pestosu, roka pestosu, pes yani pestosu...

Ben ve annem yemiyoruz. Koklarız o kadar.

Sofra yakıştırması



Fotoğraf çekmeye de göz lazım tabii:-)) Neyi çektiğini göreceksin.

Ben ablam Hülya’nın kurduğu çok yemekli bir sofra üzerinden şu kareyi ayırdım. Fasulyenin yeşili ve kırmızı soğanın kırmızısı ile sofra örtüsü renkleri böyle uyar mıydı istesek?

İstemeden oldu vallahi.

Fasulyeler sadece haşlanmıştı. Sızması, limonu ve soğanı ile de öyle güzel çeşnilemişti ki...

Çarşamba, Ağustos 02, 2006

Duygu

(tıktık)

Aramızda dost, arkadaş ilişkisi yoktu. Milliyet – Kadınca göz aşinalığıydı bizimki. Duygu basamakları dörder beşer tırmanıyordu. Atı almış Üsküdar’a koşuyordu. Merak ettim. O zamanlar merak ettiğim herkese yaptığım gibi onu da aradım, “Röportaj yapalım mı?”

“Tabii,” demişti hemen, “yarın öğle yemeği ve kahveyi birlikte...”

----------

Dün cenazesine gitmedim. Aramızda dost, arkadaş ilişkisi yoktu. Öğle yemeği ve kahveden sonra da olamamıştı. Milliyet – Kadınca tanışıklığıydı bizimki. Gerekirse, gerektiği kadar.

Duygu'ya inanmamıştım. Yaptığımız söyleşi beni üzmüştü. Duygu, duyduklarını değil Türk toplumunun duyması gerektiğine inandıklarını söylüyordu.

Televizyonda, ölümüne alt yazı geçilirken, düşündüm yeniden. Uzadı düşüncelerim taa dün akşama, yine televizyonda ona düzenlenen törenleri izleyene kadar.

Birden demişim ki kendime, "Duygu iyi bir eğitimciydi. Her eğitimci de her anlattığı dersin birebir inanırı olamaz ki..."

----------

Dün cenazesine gitmeyişimin bir ikinci nedeni de, Duygu veya değil, uzun yıllardır VIP etkinliklerden uzak durma çabasında oluşum. Ağır düğün..., görülmek / görünülmek için gidilen cenaze..., taç nedir bilinmeden gidilen futbol maçları..., illâ da bulunmamız gereken konserler..., gidilmemişse adam yerine konulmayacak durumlara düşürüldüğümüz bienal, sergi, restoran vesaire.

Hiç mi hiç çekmiyor beni.

----------

Duygu’yla bugün vedalaştık. Sessiz, sakin ... İkimiz yalnız!


Hakkını helal et Duygu.

Örtün üstünü

Pansuman / kısa

Bugün Hürriyet / Emin Çölaşan köşesinin altındaki not:

BAŞBAKANLIK AÇIKLAMASI "Sayın Emin Çölaşan, 1 Ağustos tarihli yazınızda Cüneyd Zapsu’nun seyahatlerinde devletten harcırah ya da herhangi bir başka isim altında para alıp almadığına ilişkin sorunuz yer almıştır. Cüneyd Zapsu, Başbakanlık personeli değildir. Yurtiçinde veya dışında yapmış olduğu seyahatler nedeniyle adı geçen kişiye harcırah ya da herhangi bir başka isim altında para ödemesi yapılmamıştır."

Örtülü ödenekten peki?

Yine yeşûllendu finduk dâllâru...,

...acep ne olacak ureticûnûn halleru?

Pansuman / uzunca

Önce Sabah yazarı Yılmaz Özdil’in Aganigi'sini okuyun. İşin acı esası budur...

http://www.sabah.com.tr/ozdil.html

Şimdi de komiğini yapalım.

Haberlerde duydunuz Ordu Emniyet Müdür yardımcısı Rıdvan Güler merkeze alındı.

Nedeni şöyle açıklanıyor: Fındık üreticisi Ordu yollarına düşmüş, derdini anlatmaya çalışıyor. Hal böyleyken Ordulu emniyet müdür yardımcısı Rıdvan Bey, AKP Ordu milletvekili Eyüp Fatsa ile telefon görüşmesi yapıyor. (Bu görüşme bilahare Ankara’dan yalanlanmıştır!)

AKP milletvekili Ankara’dan ne diyorsa artık, bizim Ordulu emniyetçi, “Ne yapayım yani, öldüreyim mi hepsini?” diye yanıtlıyor ve de dosdoğru merkeze çekiliyor.

Fındık üreticisi zorda. Ürün dalda, kendi yolda, Ankara’dan medet umuyor.

Ölmek, öldürmek bunun neresindedir?

Salı, Ağustos 01, 2006

Sapıkhane gerek bize

Pansuman / Günün Hürriyet'inden kısaca

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, kamu görevlilerini kastederek "uyanık olsunlar diye evlerinin yakınına birkaç bomba da biz attık" sözlerinden dolayı emekli Korgeneral Altay Tokat hakkında inceleme başlattı.

Neyse, zaman aşımı falan demediler, inceleme başlatılabildi. Şimdi de suçluyu nereye koyacağımızı tartışmalıyız. Hapishane var, tımarhane de var ama bildiğim kadar sapıkhane yok.